Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. Yıl: 1980... Soran Ahmet Kabaklı.. Mekan, Feneryolu'ndaki Üstad Necip FAzıl'ın Köşkü...

    Nazif Baba anlatmıştı bana, 2004 yılı bahar aylarında... Üstadın yanındayken tanıdığı ve o günden beri görüştüğü bir arkadaşı, 2002 seçimlerinden sonra bir muhabbete şöyle der:

    "Arkadaşlar ben Üstad'ın ne kadar büyük bir keramet sahibi olduğunu 23 sene sonra anladım."

    Sorar Nazif Baba, "niye?

    -" Bir gün siz İBDA'cılar yoktunuz, 1980'de, işte biz Ahmet Kabaklı, Abdullah Gül, Turgut Özal vs bu takım kalabalık bir halde Üstad'ın köşküne gittik.

    Konu gençlerden ve Üstad'ın gençlere olan alakası ve onlardan beklediği ümid hakkında açıldı.

    Rahmetli Kabaklı sordu: "Üstadım, bu gençlerden ne bekliyorsun, ne ümid ediyorsun da , üzerlerine böyle titriyorsun?

    Rahmetli Üstad şöyle cevap verdi:

    "Turgut Özal'ı işaret ederek: Bu Kemalizmin canına okuyacak! (Özal henüz müsteşar)

    Abdullah Gül'ü işaret ederek: Bu da devlet kadrolarında Anadolu insanının yolunu açacak!

    Peki dedi Kabaklı Hoca: Ya şu serseri Salih'ten en bekliyorsun? (Salih Mirzabeyoğlu, arslan yelesi gibi saçlara sahip ve habire kavga ediyor ya, ondan serseri Salih oluyor)

    Rahmetli o delici bakışlarla bir sert baktı öyle... Sonra tok bir sesle şöyle dedi:
    "SALİH'İM DE DEVRİM YAPACAK!"

    • Like 1

  2. Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed' (H. 450/505/m. 1058-1111) Tus şehrinde
    doğdu. Yaşadığı yüzyıl siyasî bakımdan çalkantılı, fakat ilmî ve dinî hayat
    bakımından İslâm dünyasının ve hatta o günkü dünyanın en parlak dönemini teşkil
    eder. Ayrıca Gazzâlî, yalnız döneminin değil, bütün İslâm düşüncesi tarihinin en
    önde gelen düşünürlerindendir. Ehl-i sünnet inancına yaptığı hizmet, kendisine
    Huccetü'l-İslâm lakabının verilmesine sebep oldu. Fıkıhta Şâfiî, kelâmde
    Eş'ariyye ekolünü benimsemiş olan Gazzâlî ömrünün sonlarını tasavvufî bir hayat
    içinde geçirdi.

    Gazzâlî; Kelâmcılar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle
    yunan kaynaklı felsefe dahil, devrinin bütün düşünce şekillerini olabildiğince
    tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay
    s. 109).

    Eserleri,
    İslâm dini ve düşüncesinin hemen her alanı ile ilgili olduğu gibi, her zihin
    seviyesindeki insana hitabedecek şekilde de hem yaygın hem yüksek bir özelliğe
    sahiptir. Başlıcaları; İhyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Şam'da inzivada bulunduğu sırada
    yazdığı, İnanç, ibadet ve tasavvufa dair konuları içine alır.
    El-Munkız'u-mine'd-Dalâl: Düşünce hayatını ve kendisinin geçirdiği ruhâ-manevî
    merhaleleri anlattığı eseridir. Bu eser değeri bakımından Augustin'in "Les C
    onfessions" (itirafla) ına; Descardes'in "Metod üzerine Konuşma" sına ve
    Rousseau'nun "itiraflar" ına benzetilir (Hilmi Ziya Ülken, İslâm
    Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967, s. 120). Mekâsıdu'l-Felâsife:
    Felsefenin mahiyetini ve filozofların delillerini sergiler. Daha sonra tenkit
    edeceği İslâm meşşaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanıtımı
    mahiyetindedir.

    Mi'yâru'l-İlm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu iki eser, klâsik
    mantığın temel problemlerini sergiler ve mantığın öneminden bahseder.

    el-İktisad fi'l-i'tikad,
    İlcamu'l-Avân an ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Mişkâtu'l-Envâr,
    Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayı Saadet,
    Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka
    dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle İslâm inanç ve düşünce hayatının
    günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendiğini
    göstermektedir.

    Bütün
    endişesi İslâm akidesini, buna bağlı olarak da İslâm ahlâkını ve düşüncesini
    savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile doğrudan ilgili bulunmayan diğer ilimleri
    de İslâm dinini esas alarak değerlendirmiştir. Bu sebeple de devrinin geleneğine
    uyarak bütün ilimleri, İslâm inancını esas kabul ederek bir sınıflamaya tâbi
    tutmuştur.

    Buna göre,
    ilimler önce;

    a-Şer'î
    (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid ilmi ve furu' amelî ilimler.

    b-Aklî ilimler: Rîyazî
    ve mantıkla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlık ilmi) diye ana
    bölümlere ayrılır. Daha sonra, İlâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak
    yer alır (Gazzâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134
    vd).

    Gazzâlî'nin
    ilimleri değerlendirişi, din-ilim ve din-felsefe ilişkileri gibi, günümüz
    insanını yakından ilgilendiren hususlara ışık tutacak mahiyettedir. Ona göre,
    matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek
    şekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadır. Bu ilimlerin meseleleri, aklî
    delillerle ispat edilen konular olup, öğrenildikten sonra inkâra mahal
    bulunmayan hususlardır. Din adına bu gibi ilimlere karşı çıkmak, dine zarar
    verir. (Gazzalî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, İstanbul 1948 s.
    18). Mantık ilmi de dinin esaslarıyla ilgili bulanmadığından, onun reddedilmesi
    doğru değildir. Şayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adına reddedilecek
    olursa, reddedenin aklında hatta dininde bir kusur olduğu şüphesi uyanabilir
    (Gazzâlî, a.g.e., s. 20-21).

    Tabiatı kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar,
    âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yıldızlar, yerdeki su, hava, toprak, ateş
    gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bileşik cisimlerin
    değişme ve gelişmelerinden bahseder. Din, tıp ilmini olduğu gibi, bu çeşit
    tabiata dair ilimleri de inkâr etmez. Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata
    dair ve metafizikle ilgili konularda yanılmışlardır der (Gazzâlî a.g.e., s.
    22-25).

    Gazzâlî,
    İslâm dünyasının siyasî çalkantılı döneminde ve İslâm inancının çeşitli düşünce
    akımlarıyla mücadele ettiği bir sırada yaşadığından, inanç konularını ele alıp
    savunun kelâm ilmini, aklî meseleleri işleyen felsefeyi ve dini hayatı bu
    ikisinin üstünde ve dışında tamamen ruhî bir yaklaşım içinde görmeye çalışan
    tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyacı duymuştu.
    Onun birinci gayesi, İslâm inancına ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her
    çeşit hücuma karşı koymaktı (Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev. Kasım
    Turhan, İstanbul 1987, s. 174). Bu sebeple, günümüz müslümanlarına da ışık
    tutacak bazı temel ilkeler tesbit etmişti. Buna göre,

    Kelâmcılar, İslâm
    dininin inanç esaslarını bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna
    uymayan her çeşit inanç ve düşünceye karşı savunurken, onların delillerini ve
    mantığını da kullanmak durumunda kalmışlar, sadece karşılarındakilerin
    fikirlerinin yanlışlığıyla uğraşmamışlardır. Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile
    halkı bile ikna etmek mümkün değildir. Yine, kelâmcılar bu ilmin amacı dışına
    çıkmışlardır. Çünkü, herkes için yararlı olmayacak olan bu ilmi çok
    yaygınlaştırmışlardır. Gazzâlî, İslâm inanç esaslarını bir savunma aracı olan
    kelâm ilmini, şüpheye düşmüş zeki kimselerin şüpheden kurtulmak gayesi ile ve
    İslâm inancını savunan bilginlerin' dini savunmak için öğrenmesinin uygun
    olacağını söyler.'

    Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile
    olan ilişkisidir. Onunun felsefe çalışması, İslâm düşüncesinde ve ilâhiyet
    alanında kendisinden sonra gelen düşünürlerin ve düşünce alanlarının herbirinde
    etkili olmuştur. Bu konuda kullandığı metot ise, felsefesine karşı olduğu,
    Aristo mantığını kabul ederek ve felsefeyi yakından tanıyarak, felsefe
    tenkitçiliği şeklinde ortaya çıkar. (W. Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler,
    İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968, s. 108 vd.).

    Gazzâlî'nin bir felsefe
    tenkitçisi olarak İslâm dünyasında derin etkisine ek olarak, onun "şüphe, hakkı
    götürür." prensibiyle Fransız düşünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasında
    zorunlu bir bağlılık yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklın bütün meseleleri
    kavrayamadığını" ileri süren ilkesiyle de Alman düşünür Kant'a öncülük ettiği
    söylenir (Cavid Sunar, İslâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s. 115).

    Gazzâlî'nin felsefe'den
    amacı, dinin felsefeden üstün olduğunu göstermektedir. Uaşmak istediği şey de,
    her türlü şüpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir. O, aradığı kesin bilgiyi dünya
    ile ilgilerini kesmiş olan kalbin safiyetinde bulur. bu tavrıyla da genelde
    tasavvufa meyleder. Allah hakkında bir bilgiye sahip olmanın şartı; mal, evlat,
    makam, mevki, vb. dünya ile ilgili bağlardan kurtulma, dilin daima Allah'ı
    zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kişinin kalbinden
    de lâfız ve kelimelerin silinip, sadece onları manasının kalmasıdır. Kişi ruhu
    temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdiği şeyleri uygulamaya başlayınca,
    kendisinde Allah'ı tanıyıp bilmeye yarayan keşifler ve müşâhadeler zuhûr etmeye
    başlar (Gazzâlî, ihya, III, s. 19).

    Hayatının sonlarında yazdığı ve bir otobiyografik eser
    olan el-Munkız'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatır.
    Burada derin ve hakikati arayan bir şüphe sergilenir. O, bu yıpratıcı şüpheden
    Allah'ın lütfu ile kalbine attığı bir nur yardımıyla kurtulur. Böylece, apaçık
    hakikatleri aklın, akıl yürütmenin ve mantığın yardımı olmaksızın yani delilsiz
    ve ispatsız bir şekilde birdenbire kavraması mümkün olmuştur (Gazzâlî,
    el-Munkız, s. 8), Allah'ın kereminden gelen bu nur ile gerçeğe ulaştıktan sonra,
    kendi zamanındaki hakikat araştırıcılarını bu sahip olduğu ölçüye göre dört
    sınıfa ayırır ki, bu tasnif, İslâm düşüncesindeki ana ekollerin bir eleştirisi
    demektir.

    a)
    Kelâmcılar: Bunlar, dinin esaslarını mantıktan çıkardıkları delil ve kaidelere
    göre savunmaya çalışırlar. Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" keşfedilmemiş apaçık
    dayanaklardan çıkmadığı iç in yeterli gayretler değildir.

    b) Felsefeciler
    (felâsife): Kendi gayretleriyle araştırdığı felsefede Gazzalî filozofları üç ana
    grupta toplar:

    1-
    Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'ın varlığını ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî
    ve ebedî (başlangıçsız ve sonsuz) olduğunu ileri sürenlerdir. Bunlar, kâfir ve
    zındık bir guruptur.

    2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunları
    da inkârcı (zındık) saymak gerekir. Çünkü onlar, âlemi tanıyınca, Allah'ın
    varlığını kabul ettiler fakat, ruhun ölmezliğini ve ahiret hayatını inkâr
    ettiler.

    3-
    İlâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarına uygun bulunan yönlerinin
    yanında, imanla uyuşmayan tarafları da vardır. Felâsife (felsefeciler) zümresini
    teşkil eden bunların önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düşüncelerini
    İslâm dünyasında devam ettirenlerdir. Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim
    yanlışları, ilâhiyyat konusudur. Aristocu (meşşâî) diye bilinen bu filozoflar,
    gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların tutarsızlığı) adlı ünlü eserinde üç
    meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapıklığa düştüklerini ileri sürer
    (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev. H. Bekir Karlığa,
    İstanbul 1981 s. 14-16). Buna göre felâsife; Kıyamet günü haşrın beden ile
    olmayacağını yani sadece ruhen vücud bulacağını, Allah'ın âleme ait teferruatı
    değil de sadece Küllî (genel kanunları bildiği), Üçüncüsü de, âlemin kadîm
    (ezelî) olduğunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmişler yani,
    İslâm dini açısından inkârcı durumuna düşmüşlerdir.

    c) Bâtinîler:
    Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inancı karşısında değerlendirdiği ve reddettiği diğer
    bir grup da, kendi döneminde İslâm akidesi için büyük tehlike teşkil eden
    bâtinîlerdir. Bunlar, herşeyin zahirî (dış) ve bâtınî (içderûnî) manaları
    bulunduğunu iddia edenlerdir. Bunlara göre, bütün farzların ve sünnetlerin
    zahirleri birer işaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtında
    gizlidir. Bâtınîler bu iddialarından yola çıkarak Ayetler Hadisler ve din ile
    ilgili her hususu bâtınî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar. Halbuki bu durum
    İslâm dinine uygun değildir.

    Gazzâlî zamanında Hasan Sabbah gizli bir teşkilat
    kurup, etrafındaki fedâilerle dehşet saçarı hareketlere girişmişti, kendini de
    ma'sum (hata etmez ve günahsız) İmam diye tanıtmıştı. Bu durum, İslâm dini için
    hem inanç bakımından hem de siyasî olarak bir tehlike oluşturmuştu. Onların
    temel ilkeleri, birliği te'min etmek için bir İmam-ı masum'â bağlanmak ve bütün
    bilgileri ondan öğrenmek gerektiği şeklindeydi (Gazzâlî, Munkız, s. 31, vd.)
    Gazzâlî, onlara karşı, müslümanların İmam-ı masum'u Hz. Muhammed (s.a.s)'dir.
    Biz, Allah tarafından ona indirilen Kur'an-ı Kerîm'e ve onun sünnetine bağlıyız
    diyerek, bâtınîliği kesinlikle reddeder (İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve
    Bâtınîlik, Ankara 1964 s. 51, 70).

    d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli

    Gazzâlî, yukarda sözü
    edilen üç zümreyi İslâm dini karşısında tenkit ettikten sonra, derinlemesine
    sûfileri tenkid eder. Ona göre sûfiler, ilmin yanında amelin de lüzumuna inanmış
    olan gurubu teşkil eder. Onların gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zikir
    yoluyla kalpten, Allah sevgisinden başka her şeyi atmaktır. Düşünce ile fiili
    (ameli) birleştiren tek yol buydu. Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri şey,
    tatmak ve yaşamaktı. Nefsin arzularını yok etmek, kalbin dünya ile alâkasını
    kesmek, gurur, kibir, şöhret ve gelecek endişelerini aşmak onların başlıca
    faziletleridir. Bu faziletler gerçekleşince insanda kalp gözü açılır.
    Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkındaki açıklamaları İhya,
    Mizânu'l-Amel, munkız, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri
    başta olmak üzere, diğer eserlerinde de yayılmış durumdadır. Burada onun kalp ve
    kalbî bilgi hakkındaki düşüncesi şöyle özetlenebilir:

    Kalp, Allah hakkındaki
    bilginin doğduğu yerdir. O, bir çeşit cevherdir, insan hakikatı onunla kavrar.
    Kalp, insan ruhunun keşf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teşkil eder. Ve bir
    ayna gibi eşyanın aslını kavrar. Kalp, akıllı kimseyi hayvandan, küçük çocuktan,
    deliden, ayıran bir mana taşır, maddî göz yani beden gözü dışı (zahiri) görür
    fakat içi görmez. başkasını görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram
    sonsuzu kavrayamaz. Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda
    maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur. O, başkasını idrak ettiği gibi,
    kendini de idrak eder. Ona, uzak-yakın birdir, eşyanın sırlarına nüfûz edebilir.
    Kalp gözüne Akıl, Ruh, İnsanî nefs gibi isimler verilir. (Necip Taylan,
    Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989, s.
    91 vd.).

    Gazzâlî bu
    fikirleriyle, soyut düşünce ve mantığa karşı, yaşanmış tecrübeyi ve zevki
    koyarak, bunu hakikate ulaştıran bir yol olarak görmüştü. Ona göre tasavvufun
    asıl değeri de akıl üstü (irrasyonel) âleme açılmış bir kalp gözü olmasından,
    nazârî olan ile amelî olanı birleştirmesinden, hakikatı bizzat yaşanan
    tecrübeden çıkarmasından ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasından geliyordu.

    Görüldüğü gibi Gazzâlî,
    sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarını benimser, fakat burada yanlış bir
    hükme varanları da tenkit eder, meselâ; Allah ile birleştiğini, ona hulûl
    ettiğini, dînî cezbe ve istiğrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî
    emrin üstüne çıkmış diye kabul eden bazı sûfilerin bulunduğunu, oysa, bu gibi
    durumlarına dine tamamen aykırı şeyler olduğunu söyler (Gazzâlî el-Munkız, s.
    44, vd.; Necip Taylan, a.g.e. s. 108. vd.).

    Gazzâlî'nin üzerinde durduğu çok önemli kavramlardan
    biri de Akıl kavramı ve aklın din ile olan ilişkisidir. O, aklı çeşitli
    anlamlarda kullanmıştır. Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için insanın
    yaratılıştan sahip olduğu kâbiliyettir. İnsan, hayvandan bu hususiyeti ile
    ayrılır. Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akıl denir. Nitekim,
    tecrübeli kimseye akıllı kişi denilmektedir. Aynı şekilde devamlı olan mutluluğu
    kazanma kabiliyetine de akıl denir. Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî
    ilimleri şer'î (dinî) ilimlere aykırı diye görenler câhillerdir. Akıl, doğru
    yolu şerîatsız bulamadığı gibi, şerîat (din) da ancak akıl ile anlaşılıp
    açıklığa kavuşabilir, Bu anlamda akıl göze, şerîat da ışığa benzer. Başka bir
    ifadeyle, din binadır, akıl ise, onun temelidir. Binasız temel anlamsızdır,
    temelsiz bina ayakta duramaz.

    Akıl ile Nakil (nass) ilişkisinde yorum (te'vil)
    yapanın durumunu da Gazzâlî şöyle tesbit eder. Te'vil yapanlar şöyle
    gruplandırılabilir: 1- Yalnız nakle değer verenler, 2- Sadece Akla değer
    verenler. 3- Aklı esas tutup nakli, akla tabi kılanlar. 4- Nakli esas alıp, aklı
    nakle tabi kılanlar, 5- Hem nakli hem aklı esas alıp ikisine birden değer
    verenler. Gazzâlî'ye göre en doğru yolu bu beşincisi bulmuştur. Kısaca
    Gazzâlî'ye göre akıl ve din birbirini tamamlar. Aslında bu iki taraf, birbirine
    aykırı da değildir. Din aklın değerini inkâr etmediği gibi, onun önemini
    vurgulayan ve insanı düşünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler
    vardır. Böylece Gazzâlî akıl-din ilişkisini karşılıklı bir ihtiyaç ve uzlaşma
    tarzında yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykırı
    düşmeyen düşünceyi uzlaştıran bir yol tesbit eder.

    Gazzâlî'nin yaşadığı
    dönemin dinî bakımdan olduğu gibi siyasî bakımdan da önemli olduğunu biliyoruz,
    o, siyasetle ilgili düşüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk,
    el-Munkız, ihya, Kimyay'ı-Saadet, el-İktisad fi'l-İ'tikad gibi eserlerinde
    ilgisi oldukça belirtmiştir. İlimler sınıflamasında siyasete ayrı bir yer vermiş
    ve siyasetin insan ve toplum hayatı için gereğini belirtmiştir.

    Gazzâlî'ye göre siyaset,
    insanı iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkın yanında yer alır. İnsan hayatı
    için bu dünyada belirlenmiş davranış ilkeleri gereklidir. Çünkü, onlar aynı
    zamanda ahiret hayatına hazırlığın da bir gereğidir. Sağlam bir dünya teşkilatı
    ve çalışması olmadan ahiret hayatı içinde istikrar içinde çalışamaz. Bir yerde
    kanun ve nizamın temin edilememesinden dolayı siyasî bir istikrarsızlık varsa,
    orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için insan
    dünya-ahiret uyumunu kurmalıdır.

    Gazzâlî, insanın tek başına yaşayamayacağı yani daima
    hem cinsine muhtaç olduğu ilkesinden hareketle islamî yönetimi yani devletin
    gerekliliğini belirtir. Bu durum, neslin devamının şartı olduğu gibi,
    ihtiyaçların karşılıklı ilişkilerle temin edilmesinin de şartıdır. Fakat
    insanlar toplum halinde yaşarken, karşılıklı ilişkiler içinde bulunacaklarından,
    aralarında bazı kavga ve anlaşmazlıklar da tabiî olarak çıkacaktır. Bunu önlemek
    için bir hukuk sistemi ve hükümet gerekli bulunduğu gibi, bu siyâsî nizamı
    sağlıyacak bilgi, basiret ve önderlik vasıflarına sahip kimselerinde bulunması
    gereklidir.

    Gazzâlî,
    İslam devlet başkanlığı için altısı yaratılıştan, dördü müktesep on özelliğin
    bulunması gerektiğini belirtir. Bunlar, bulûğ çağına gelmiş olmalı, akıllı, hür,
    erkek, duyu organları sağlam olmalı, cesaretli ve otoriter olmalı, adil olmalı,
    çıkacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebilmeli, takva sahibi, cömert ve
    bilgili olmalı (Harun Han Şirvanî, İslâm da siyasî Düşünce ve İdare, s. 97.
    vd).

    Gazzâlî'nin
    düşünce sisteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu
    konuda batılı filozoflarla karşılaştırılmasına gerek duyulan sebeplilik
    (nedensellik) meselesidir. Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozofları
    tenkit ettiği en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç
    arasında görülen ilişkinin mutlak ve zarurî olmadığı şeklinde özetlenebilir.
    Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantıkta birbirine kesin ve zarurî
    olarak bağlı görülmektedir. Gazzâlî, böyle bir düşüncenin mucizeyi inkâr etmek
    olacağı anlayışından hareketle, sebep-sonuç ilişkisinin neticesini bir zarûret
    (vucûb) değilde olabilir (caiz) olarak görür. Çünkü sözkonusu iki taraftan
    birinin varlığı, diğerinin de var olmasını gerektirmez ve böyle bir gereklilik
    anlayışı alışkanlıktan kaynaklanır. Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun
    kesilmesiyle ölüm, ilâç ile şifa bulmak, gibi ilişkilerin sonuçları kaçınılmaz
    değildir. Bunların birbirine bağlılığı, Allah'ın takdirinden dolayıdır. Ve Allah
    kendi kudretiyle isterse bunları yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife,
    s. 85)

    Eserleri
    ortaçağda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adıyla meşhur olmuştur. Özellikle
    yukarda değindiğimiz sebeplilik konusunda Ockhamlı William, Nikola ve Peter gibi
    hristiyan filozofları etkilemişti. Bunun yanında Gazzâlî, bilhassa Endülüslü iki
    filozof olan İbn Rüşd ve İbn Tufeyl tarafından ciddi şekilde tenkit edildi.
    Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyıldan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin sağlam
    bir şekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta ilmî otoritesiyle kendini daima
    hissettirmiştir. Zamanımızda da Kelâm, Fıkıh, İslâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve
    Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir.

    Necip TAYLAN


  3. İbn-i Sina ve Farabi'nin "sudur nazariyesi"nin İslam'a aykırı olduğu söyleniyor.
    Bu görüşün nasıl olduğunu açıklar mısınız?

     


    Değerli
    kardeşimiz;

    Sudur
    nazariyesi
    ne göre kainat, İlâhı Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve
    yayılma (Extantion) yoluyla meydana gelmiştir. Bu nazariyenin temeli büyük
    ölçüde Platinos'un düşüncesine dayanır. Plotinos'a göre her şey (kâniat)
    kendisine "varlık" sözünün bile bir sınırlama getireceği; kuvve ve fiil halinin
    de üstünde olan, diğer bir ifade ile varlık sözünün ifade ettiği manayı dahı
    aşkın olan ilk ilke'den sudür etmiştir. O, ilk ilke'nin "tek"liği üzerinde
    titizlikle durur. Her şeyin ilk İlke'den suduru (tasması çıkması), her şey ancak
    O'nunla var olur anlamına gelir. Plotinos'un ilk ilke'sine Farâbı ve İbn Sina
    Zorunlu Varlık (Vacibu'l-Vücûd)
    derler. Bu aynı zamanda düşünür ilkedir. O'nun düşünmesi varlığın
    nedenidir.

    İlk
    Akıldan da, Zorunlu Varlığı düşünmesi sonucu İkinci Akıl; kendisinin Zorunlu
    Varlığa nazaran zorunlu oluşunu düşünmesinden birinci göğün (felek) Nefsi; kendi
    özüne göre kendisinin mümkün (olurlu) oluşunu düşünmesinden de birinci göğün
    cismi meydana gelir. Bu tedrici oluş Faal Akıl ve Yer küresine kadar devam eder
    (bk. İbn Sina, En-Nefsü'l-Beşeriyye, s.36, Beyrut 1986; Farabî,
    es-Siyasetü'l-Medeniyye, s.48, Beyrut 1911; İbn Sinâ, Necât, s.288, Beyrut,
    1985; Abdurrahman Bedevî, Eflûtın (Plotinos) İnde'l-Arab, s.134-39; Kuveyt 1977;
    İsmail Fennî, lügatçe-i Felsefe, s.26-17, İst. 1341).

    Gazzâlî sudur nazariyesini, sünni
    kelamcıların yoktan yaratma düşüncesine ters düştüğü ve sudür sürecinin zorunlu
    olduğu gerekçesiyle; bu yüzden de Allah'ın "Mürîd" oluşu ile çeliştiği için eleştirir.
    Meşhur "Tehafütü'l-Felâsife"
    adlı eserinde bu konuyu genişçe ele alır. Hatta bu nazariyenin mantıkı
    sonucunun Allah'ın her şeyi bildiği hakikatine ters düşeceğini söyler.

    Sudur nazariyesi İbn-i Sina tarafından
    sistematize edilen bir nazariye idi. Allah’ın kendi zatını bilmesiyle İlk Aklı
    yarattığını ve İlk Aklın kendini bilmesiyle İkinci Aklı yarattığı böylece
    yaratmanın devam edip gittiği düşüncesine dayanıyordu. Yani bu nazariyede yaratma konusunda Allah’la
    varlıklar arasına çeşitli vasıtalar ikame ediliyordu.
    El-Kindi ve Farabi de
    aynı görüşü savunuyorlardı. Gazâlî katıksız bir tevhidci olarak bu düşünceyi
    kabul edemezdi. Dolayısıyla bu sudûrcu dünya-görüşündeki zımnî determinizme Gazâli şiddetli bir şekilde hücuma
    geçmiş ve bu düşünceyi geniş ölçüde bertaraf etmiştir.

    Gazâlî, bu teoriyi indî akıl yürütme üzerine
    kurulmuş boş bir spekülasyon, güvenilmez bir tahmin ve karanlık üzerine karanlık
    bir düşünce olarak değerlendirir. Eğer birisi kalkıp da ona rüyada gördüğünü
    söylese, herkes onun bir ruh hastası olduğuna hükmedeceğini ileri sürer. Hatta
    O’na göre bu nazariye deli bir insanı bile tatmin etmekten uzak bir nazariyedir.


    Gazâlî’nin sudurcu yaklaşımı eleştirisi,
    Felâsifenin bir yandan çokluğu ve kainâttaki düzeni açıklayamamaları, öte yandan
    da Allah’ın mutlak birliğini korumada başarılı olamamaları yönündendir. Felasife
    Allah’ın teklik ve birliğini zedelemeden varlıkların (kesret) yaratılması
    olayını akli bir şekilde anlatmanın yollarını ararlar. Tüm varlıkların direkt
    olarak Allah tarafından yaratılmış olduğu kabul edilirse, kesretin birden nasıl
    çıkabileceği problemiyle karşılaşırlar. Sonunda nazariyelerini “Bir’den Yalnızca
    Bir Çıkar” şeklinde formüle ederek Allah’tan sadece İlk Aklın sudur ettiğini,
    geri kalan varlıklar sırasıyla diğer akıllardan çıktığını formüle ederek
    kendilerine göre problemden kurtulurlar. Onlara göre Allah mutlak basit ve tek
    olduğundan kendisinde kesret söz konusu olamaz. Ancak Allah’ın ilk ma’lülü olan
    İlk Akıl’da kesret söz konusudur, dolayısıyla ondan çokluğun suduru mümkündür.


    Gazâlî yaratma
    konusunda Kur’an’ın anlattığına fazla bir şey ilave etmeden bunu aynen kabul
    edip kendisi ayrı bir yaratma nazariyesi geliştirmeyerek, sadece Felâsifenin
    nazariyesinin Allah’ın birliğine değil, tersine çokluğuna yol açtığı, hatta
    Allah’ı anlamsız ve içi boş bir varlık konumuna indirdiği düşüncesiyle
    Felâsifenin sudur nazariyesini eleştirir. Gazâlî ilk olarak bu formülün mantıki
    geçerliliğini analiz eder. Gazâlî bu konuda şöyle bir mantık örgüsü kullanır:
    Felâsifenin yaklaşımının temel mantığına göre İlk Akıl çokluğun kendisinden
    sudur edebileceği niteliktedir, oysa Gazâlî’ye göre bu nazariyenin mantıksal
    uzantısı İlk Aklın da çokluktan uzak olması, dolayısıyla çokluğun ondan
    çıkmasının mümkün olmamasıdır. Aynı şekilde yine aynı nazariyenin mantıkı
    sonuçlarına göre Hakiki Tek olan Allah’da teklik değil çokluğun varlığı söz
    konusu olabilir. Bu son derece derin ve rafine bir zihin gerektiren konuyu
    Gazâlî en ince ayrıntısına kadar inceler.


    Felasife İlk Akıl’da çokluk ifade eden
    niteliklerden birinin onun varlığının mümkün varlık olmasını gösterir. Gazâlî
    bunu eleştirerek şu soruyu sorar: Onun vücudunun
    mümkün olması varlığının aynı mıdır, gayrı mıdır?
    Eğer varlığının aynı ise
    ondan çokluk meydan gelmez. Çünkü bu durumda sadece İlk Aklın varlığı söz konusu
    olmakta, dolayısıyla O da hakiki tek olmaktadır. Böylece Hakiki Tek olan
    Allah’tan çokluk çıkmayacağı gibi (felasifenin tezi) İlk Akıl’dan da çokluk
    çıkamaz. Eğer İlk Aklın vücudunun mümkün olması varlığının gayri ise bu durumda
    bu yaklaşım Felasifenin “İlk mebde’de çokluk vardır, çünkü o mevcuttur ve aynı
    zamanda vücûdu vaciptir, vücudun vacip olması, vücudun kendi zatının gayrı
    olmasını gerektirir” teziyle çelişki içinde olacağını hatırlatır. Eğer vücudun
    vacip olmasının anlamı sadece varlık olduğu iddia edilirse bu defa da Gazalî,
    vücudun mümkün olmasının anlamı da varlıktan başka bir şey değildir diyerek
    cevap verir. Bu yaklaşıma göre Allah’la İlk Akıl arasında bu yönden fazla bir
    fark kalmadığını, dolayısıyla bu teorinin ya Allah’ı İlk Akıl düzeyine
    indirmekte, ya da İlk Aklı Allah düzeyine çıkarmakta olduğunu, her iki durumun
    da kabul edilemez bir yaklaşım olduğunu vurgular.

    Gazâlî sudur
    nazariyesinin kendi içsel tutarsızlığını başka bir noktada da sergiler.
    Hatırlanacağı gibi Felâsife “akletme” olayına son derece önemli bir fonksiyon
    yüklemekte idiler. Allah kendi zatını akletmesiyle İlk Aklı yaratmıştı, İlk
    Aklın kendini ve Allah’ı akletmesiyle de İkinci Akılı yaratmıştı. Gazâlî
    “akletme” konusunu analiz masasına yatırır ve ilginç bir soru sorarak olayı
    zihinlere yaklaştırmaya çalışır: “Allah’ın kendini
    akletmesi varlığını ve kendi nefsini akletmesinin aynı mıdır, gayrı mıdır?”

    diye sorar. Eğer aynı ise, zatında çokluk yoktur, sadece zâtının ifâdesinde
    (çokluk) vardır. Eğer ğayrı ise, bu takdirde Evvel’in kendisinde çokluk vardır,
    çünkü o, hem zatını akleder, hem de zatının gayrini akleder. Eğer bu çokluk ise
    o çokluk Evvel’de de mevcûddur. Dolayısıyla ondan birbirinden farklı olan şeyler
    çıkabilir. Eğer bu tür çoklukla onun vahdaniyeti ondan kalkıyorsa, biz her
    yönden vahdaniyet tezini bırakalım” diyerek sonuçlandırır.

    İbn-i Sina’nın
    katılmadığı fakat diğer Felâsife mensuplarının ısrarla savundukları “Allah’ın
    ancak zâtını akleder, Onun zâtını akletmesi zâtının aynıdır, dolayısıyla akıl,
    âkıl (akleden) ve ma’kûl (aklolunan ) birdir ve o bunun gayrini akletmez,”
    tezine karşı ise Gazâlî sertleşerek bu yaklaşımın Allah hakkında aklın ve izanın
    kabul etmiyeceği bir yaklaşım olduğunu, çünkü bu tezin kabul edilmesi durumunda
    Allah’ı yaratıkların da gerisine itmeyi de peşinen kabul etmemiz gerekeceğini
    söyler.

    Çünkü bu
    teze göre Allah’tan sadır olan İlk Akıl’dan felekin nefsi ve cirmi sâdır olur ve
    O, nefsini, her üç ma’lûlünü, illetini ve mebdeini akleder. Dolayısıyla ma’lül
    (İlk Akıl), illet (Allah)’ten şu bakımdan daha üstün olur. İlletten ancak bir
    şey sadır olmuştur, halbuki ma’lülden üç şey sâdir olmuştur. Evvel ancak kendi
    nefsini akletmiştir, malûl ise hem kendi nefsini akletmiş, hem ilk Mebae’in
    nefsini akletmiş, hem de ma’lûllerin nefsini akletmiştir. Allah Teâlâ hakkındaki
    sözünün bu dereceye râcî olduğuna kanaat getirenler, O’nu bütün varlıklardan
    daha aşağıya düşürmüş olurlar. Çünkü varlıklar hem kendi nefislerini, hem de
    gayrını aklederler. Hem kendi nefsini, hem de gayrını akleden (şey); mertebe
    bakımından O’ndan daha üstün olur. Çünkü Allah (felasifenin yaklaşımına göre)
    sadece kendi nefsini akleder.”

    Gazâlî bu açılardan da Felâsifenin görüşü tutarsız
    olduğunu, Allah’ı tazim edelim düşüncesiyle Allah’ı varlıklardan da geri bir
    konuma ittiklerini iddia eder.

    “Onların ta’zim
    konusunda derine dalmaları son haddine varmış ve netîcede azâmet anlamını ifade
    eden her şeyi ortadan kaldıracak noktaya ulaşmıştır. Böylece Allah Teâla’nın
    durumunu, âlemde cereyan eden şeylerden haberi olmayan bir ölü durumuna
    getirmişlerdir...”


    Yine Gazâlî haklı
    olarak şu eleştirel soruyu yöneltir:
    Tüm varlıklar bütün çokluklarına
    rağmen ilk malulden sadır olamaz mı? İlk malulden neden sadece Felek-i Aksa’nın
    kendisi ve cirmi sadır olmuş olsun. Aksine bütün felek ve insani ruhların, tüm
    yeryüzü ve semavi cisimlerin ilk malulden sadır olmalarına ne engel vardır?

    Öte yandan filozoflara
    göre her madde en azından suret ve maddeden müteşekkildir. Mürekkep (bileşik)
    bir şey (bir cisim gibi) daha sonra nasıl varlığa çıkacaktır? Onun yalnızca bir
    tek sebebi mi vardır? Cevap şâyet olumluysa, birden yalnızca bir çıktığı iddiası
    batıl ve geçersiz hale gelir. Öte yandan eğer mürekkeb bir cisimin mürekkep bir
    sebebi varsa, bu durumda aynı soru bu defa bu sebebin durumu için tekrarlanacak
    ve bu bileşiğin zorunlu olarak basitle karşılaşacağı bir noktaya ulaşılıncaya
    kadar devam edecektir. Mürekkep etki (sonuç) ve tek sebep arasındaki bu temas
    nerede meydana gelirse gelsin, birden yalnız birin çıkacağı prensibini
    yanlışlayacaktır.

    Kâinattaki tüm mevcudât, bileşim ile niteleniyorsa ve
    yalnızca Allah’ın hakiki basitlik ya da birliğe sahip olduğu söylenebilir, çünkü
    yalnızca O’nda mâhiyet ve varoluş tamamen aynî (birleşmiş)dir. Bu bizi, zorunlu
    olarak şu düşünceye gütürür: “Birden yalnız bir çıkar.” prensibi ya
    Kâinatta görülmekte olan terkip ve çokluğu ya da Allah’ın bir birliğe sahip
    olduğu gerçeğini açıklayamaz.

    Eğer filozofların kendisiyle ilk aklın karakterize
    edildiği üçlünün olduğu gibi kabul edilmesi gerekiyorsa (ki bu gerçekte
    yapılamaz), o kendisinden türetmek istedikleri bütün diğer şeyleri açıklamaktan
    aciz kalacaktır. Onlara göre ilk aklın mahiyetinin yalnızca bir yönünden çıkan
    en üst feleğin maddesi (cismi) kesinlikle tabiaten basit olmayıp, mürekkep
    (bileşik) demektir ve bu üç şekilde olur.

    Birincisi,
    yukarıda ifade edildiği gibi suret ve maddeden müteşekkildir. Gerçekte
    filozofların kendi kabullerine göre ise tüm cisimler böyledir. Suret ve maddenin
    tüm cisimlerde daima beraberce varolduğu doğrudur, fakat onlar birbirinden
    öylesine farklıdırlar ki, biri öbürünün sebebi olamaz. Şu halde en üst feleğin
    cisminin suret ve maddesi var olabilmek için bir değil iki prensibi gerektirir.
    İlk aklın üç-katlı karakterinin üniteryan yönü bunu açıklayamaz.

    İkinci olarak, bu feleğin cismi muayyen bir
    büyüklüğe sahiptir. Onun sahip olduğu muayyen büyüklük, kendi varoluşunun yalın
    olgusuna eklenmiş bir şeydir. O kesinlikle farklı bir büyüklükte olduğundan daha
    büyük veya daha küçük olarak vücuda gelemezdi. Bu durumda, feleğin cisminin
    varoluşunu gerektiren şeyin üstünde ve ötesinde, bu muayyen büyüklüğün kabul
    edilmesini açıklamak için ilave bir sebep olması gerekecektir.

    Üçüncü olarak, en üst felekte sabit kutuplar
    şeklinde iki nokta tespit edilmiştir. Bu olgu, filozoflar tarafından Aristo
    astronomisine uygun olarak kabul edilmişti. Şimdi, ya en üst feleğin tüm
    kısımları birbirine benzerdir ki, bu durumda iki noktanın niçin diğerlerine
    tercihen kutup olarak seçilmesi gerektiğini açıklamak imkansız olacaktır; ya da
    onlar farklıdırlar yani bazıları diğerlerinin sahip olmadıkları niteliklere
    sahiptir. Buna göre bize ilk akılda başka bir yön daha gereklidir ki, o,
    farklılıkları, kutup olarak iki noktanın seçilmesini haklı çıkartacak en üst
    feleğin çeşitli kısımlarındaki farklılıklara sebep olsun.

    Yukarıda ifade edilmiş
    olan bakış açısından, en üst feleğin cisminin ilk aklın mahiyetinin yalnızca bir
    yönünden sudûr etmiş olduğunu savunmak filozoflar adına tam bir “cehalet”tir. Ya
    bir’den bir çıkar şeklindeki prensip doğrudur, ki bu durumda ilk akıl sadece
    üçlü değil, çokluk (kesret) olarak açıklanmadan kalmaktadır, ya da bu prensip
    hiçbir anlamı olmayan boş bir formüldür ve bu durumda “bir’den çok’un
    çıkabileceği” mümkün hale gelir. Bu son durumda âlemin sonsuzluğu ve çeşitliliği
    doğrudan doğruya Allah’ın birliğinden türetilebilir ve O’nunla âlem arasında
    Sudûriyyeci bir merdiven kurmaya ihtiyaç yoktur.

    Birden yalnız bir
    çıktığı formülü geçersiz bir formül olmakla kalmaz, hatta, Gazâli’ye göre, sudûr
    doktrininin delil zinciri olan Allah’ın birliği kavramına da büyük zarar verir
    ve böylece baştan benimsediklerı asıl amacı hükümsüz kılar.

    Gazâli şu kanaattedir: “İlk Prensip kâdir-i
    mutlak ve irade sahibi bir faildir; O dilediğini yapar ve arzu ettiğini emreder
    ve birbirine benzeyen veya benzemeyen şeyleri yaratır; [şu halde] O ne zaman ve
    hangi tarzda dilemektedir? Böyle bir akidenin imkansızlığı ne bedihî bir
    hakikattır, ne de istidlalî bir bilginin konusudur."


    Gazâli açıkça ve haklı olarak itiraf eder ki,
    Allah’ın âlemle münasebeti problemi son tahlilde daima insan idrakini aşan bir
    problemdir. Âlemin Allah’ın iradesiyle nasıl yaratıldığına dair bir araştırma,
    ona göre “boş ve faydasız bir çaba” dır. Allah’ın yaratıcı faaliyetinin nasıl
    çalıştığı dört başı mamur bir şekilde açıklanamaz ve bu açıklanamazlık
    kaçınılmaz bir şeydir; doğrusu eğer açıklanabilmiş olsaydı, o “yaratıcı”
    olmayacaktı. Bu faaliyetin çeşitli türlerine getirilen açıklamalar tecrübelerden
    yola çıkarak onların aralarında bir bağlantı veya benzerlik kurar; oysa Allah’ın
    yaratıcılığı bir faaliyettir ki, onun sayesinde tecrübe edenler ve onlarca
    tecrübe edilen şey meydana gelir. İnsan idrakinin kendisi bu fiilden
    yaratılmışsa, Allah’ın yaratma fiilinin mahiyetini nasıl kavrayabilir?

    (bk: İmam-ı Gazâlî,
    Tehafüt el-Felâsife, ç. Bekir Karlığa, Çağrı Yayınları, 1981; Bünyamin Duran,
    İslam Tarihinin Konjonktürel Değişimi, Nesil, İstanbul,1997.)


    Selam ve dua ile...
    Sorularla İslamiyet

     


  4. Renki, heyecan dolu bir yaşamım var. Hem çocukluğum da sakin geçmedi. Diyebilirim ki her günüm mazimde unutulmaz bir anı hatırlatacak bana.

     

    Tahsilim dolayısıyla en az iki haftada bir otobüs yolculuğu yapan biriyim. Eğer dalgın biriyseniz iyi malzeme çıkıyor eğlencelik. Geçen müavin bey soruyor:

     

    _Çay kahve ne alırdınız?

     

    _Şeftali suyu rica edeyim.

     

    _Meyve suyu bulundurmuyoruz hanımefendi.

     

    _Hımm teşekkür ederim o halde almayayım.

     

    Ve döner burnumu cama yapıştırırım.

     

    Yazları memlekete gidiş kaçınılmazdır bizde. İstanbul'un o yoğun trafiğinden, kalabalığından hassaten sıcağından..Köyümüz cennet gibi gelir. Ufakken camiye gönderilmekten kurtulamazdık, zaten tatile gitmişim o ille de gideceksin. E tatil yapacadım yok. Ezber yapmamışım. Ve bunu net türeklilikle söylerim. Hocanın yumruğu kafamda balyoz etkisi öyle ki saati çıktı. Yıldız mı dersin koyun mu; bütün sayma işlemlerini o ara gerçekleştiriyorum.

     

    Sonra dedim ya dalgın biriyim. İneceğim yere unutmalar, arabaları karıştırmalar..Bir gün dersaneye gideceğim Ümraniye'ye oho bir baktım bildiğim boğaz köprüsünden geçiyorum. 129T Taksim'e gider. Bunu o güb tecrübe ettik. Cepte sadece yol parası.Simit bir lüsktü o zaman. Ve Aaamadık.

     

    Dalgınlık..Kitap okumaya oturmuşum, Cemil Meriç olmalı. Bir koku almaya başladım yanık desem hahh tam bu. Aman Allah'ım biber dolması! Dipleri yanmış..Anamdan bi' dünya azar. Bu kız kitap okumuyo ölüyo ölüyo..

     

    Köy hatıralarım hayli komiktir. Danayı bağlamaya gitmişim, ne olduysa çıldırdı.İpini bırakamam coştu koşuyor. Peşi sıra resmen atlet gibi koşuyorum.Ter kan içinde kaldım. Hala gülüyorum ya. BiR fasulye ekme merakı sardı. Toprağa zor işliyor alet. Akşama kadar kol salladık. Hamladık tabi. Ellerimi açamıyorum artık. Sabaha kadar ağladım. Köyün diline düştük. Tam rezillik. Eee şeherliler de ne bileler..Yazuh yaw diyeydiz de yardıma geleydih.

     

     

    Harklar vardır, tarlalara su koşarsınız oralardan. Ayaklarımı sokup ferahlardım, kaptırdığım terliğin haddi hesabı yok. Peşi sıra koşardım. Hiç birini de bulamazdım. Yalın ayak, çamur evime dönerdim.

     

    Ne bileyim şimdilik aklıma gelenler bunlar. Anımsayınca tebessüm ediyorum. Ufak şeylerden mutlu oluyorum. Çocuğu zorla içeriye sokmaya alışan babaya;

     

    _Bırakın oynasın bey amca. Bir daha bu günlere geri dönemeyecek. Adam afalladı. Oyna lan bak ablan hatrına ha.

     

    Kendimi Sokrates gibi hissettim.

     

    Bazen sosyal çapta müdahelem de olur hani, çekinmem ben. Fatura öderken annesinin omzundan sarkmış çocuğa dil çıkarıp duruyorum. E canım sıkıldı bekle bekle. Kız da bana çıkartmaya başladı. Annesi uyarıyor:

     

    Yapma kızım ayıp aa.

     

    Önemli değil hanım efendi çocuktur.

     

    Kadın önüne dönünce; yine karşılıklı dilçıkarıp duruyoruz. Muzırım muzır.

     

    Neyse uzatmıyorum daha. Eğlenecek sebepler aramayın kendiniz üretin. Kimse size, elleri ile mutluluk getirecek değil. Hele beklenti denen kelime, rezil bir haldir.

     

    Kesiyorum arkadaşlar. Daha fazla paylaşmayayım, hai bunlar eğlence kısmı. Uslu, itidalli, entel yanım da var benim aslında :)

     

    Sevgiler n-f-k.com ailesi..Daha nice huzur dolu paylaşımlara..

     

     

    • Like 1

  5. Gayretleriniz için çok teşekkürler, afk kardeşim.

     

    Büyük Doğu'nun tutumuna değinmiyorum bile. Ayıptır ya, konuştuğum müdüre eserleri nasıl temin ettiğimden bahsettim de hani burslarımızla alıyorum falan. Bu hususta BD ne yapıyor, neden destek çıkmıyor dedi? Ne diyeydim. Allah hakiki şuura erdirsin.

     

    Bir de tek başınıza hareket etmeyin. Deseniz belki gelen arkadaşlar olurdu, onca kitap tek başına taşınmaz idi.

     

    Ayrıca aşağıdaki linkte sanırım ağ ile alakalı blog oluşturulmuş, ona direk ne yazıp ulaşalım google'dan?


  6. Arkadaşlar paylaşmadan edemiyorum çok heyecan duyuyorum :)

     

    Adapazarı Anadolu İmam Hatip Lisesi baş müdür yardımcısı ile görüştük bugün. İnşaAllah destek vereceklerini söylediler. Ayın 25'inden sonraki hafta hem de ellerimizde eserler ile gelmemizi talep ettiler. Allah izin verirse konuşma da yapacağız, ne de beceririm ama ;) Çok mutluluk verici bu. Öncelikle son sınıflar üzerinde uygulamaya gideceğiz, üniversiteye yeni adım atacak öğrencilere yönelik böyle bir ihtiyacın olduğunu söylediler.

     

    Çok huzur, derin huzur duyuyorum hem de. Her şey samimiyete akar, yitirmeyelim inşsAllah.

     

    Allah tutsun elimizden.

     

    Herkese sevgiler

    • Like 2

  7. İnşaAllah gümbür gümbür geliyoruz arkadaşlar. Projede ortak çalışmayı hedeflediğim bir arkadaşa bugün fikri açtım ne tevafuk ki bir hafta önce görmüş olduğu Üstad ile alakalı bir rüyayı nakletti bana. Tüylerimiz diken diken oldu. Manidar bulduk. İnşaAllah Üstadımızın manevi desteği bizimle. Rabbim samimiyetten ayırmasın.

     

    Bu işi Sakarya'da yürütecek olan as 5 kişiyiz. Yarın biz de kitap sipariş edeceğiz, eserleri teslim aldığımızda paylaşacağım.


  8. 485964_597638110264330_1245300344_n.png

     

     

     

    Merhum Üstad Necip Fazıl


    Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu ile ilk tanışmam 1943’te oldu. İlkokul üçüncü sınıftaydım. Ortaköy’de Galatasaray Mektebi’nde yatılı okuyordum. Rahmetli Hamdune Teyzem cumartesi öğleden sonra okula gelir, beni alır Cağaloğlu’nda Şeref Efendi Sokağı’nda kızı Nermin ablam ve damadı eniştem Nurettin beyle birlikte oturduğu eve getirirdi. Cumartesi gecesini orada geçirir,... pazar ikindiden sonra da Aksaray-Ortaköy tramvayıyla okula dönerdim. Hiç unutmuyorum, Tophane veya Fındıklı taraflarında bir direğe yapıştırılmış Büyük Doğu afişini görmüştüm. O zaman pek küçüktüm, Büyük Doğu’yu alıp okuyacak halim yoktu.

    Lisede Büyük Doğu dergi ve gazetelerini aldım, tiryakisi oldum… Üstad şair ruhlu olduğu için hesap kitap bilmez, çıkardığı dergi ve gazeteler bir müddet sonra kapanırdı.

    Bir ara Büyük Doğu’yu günlük gazete olarak çıkartıyordu, yıl 1951 mi 52 mi?.. Bendeniz Galatasaray’da okuyorum, sabah kalkış saati altı buçuktu, Büyük Doğu gazetesinin çıktığı günlerde, altıda kalkıp hademenin getirdiği gazeteler içinden gazetemi alır merak ve heyecanla okurdum.

    Üstadla şahsen tanıştım. Liseden sonra Ankara’ya, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya gittim. Üstad sık sık Ankara’ya geliyordu. Onunla bazen Ulus’taki İstanbul Pastanesi’nde buluşurduk.

    Bir pazar günü birlikte Keçiören’de eski Van Milletvekili İbrahim Arvas’ın ziyaretine gitmiştik. Hâlâ hatırlıyorum, yemekte soğan dolması vardı.

    Üstad bazen öfkelenir, kızar, darılırdı.

    Daha sonra gazetecilik mesleğine atıldım. Haftalık Yeni İstiklal, günlük Bugün gazetelerinde üstadın makaleleri, tefrikaları basıldı.

    Bayramlarda ziyaretine giderdim.

    Yaşlanınca gözleri görmez, ayakları tutmaz olmuştu.

    Sıhhatinin bozulmasında dört yıla yakın bir zaman hapishanelerde çile çekmesinin de rolü olmuştur. 1953’te Dönme gazeteci Ahmet Emin Yalman vurulduğu zaman üstadı da tutuklamışlardı. Ankara Asli Cezaevi’nde ziyaretine gider, mahkemelerdeki duruşmaları takip ederdim.

    Merhum üstadı nasıl bilirim:

    Ehl-i Sünnet mezhebinden; Allah’a, Peygamber’e (Salât ve selam olsun ona), Kur’ana, Sünnete, Şeriata bağlı bir Müslümandı.

    Bu memlekette diktatörlüğün en karanlık ve cebbar günlerinde küfre isyan bayrağını kaldırmış; dini, imanı, mukaddesatı, Şeriatı müdafaa etmiştir.

    Şair edip ve mütefekkir idi.

    Meşayih-i kiramdan ve kâmil mürşidlerden Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin nazarıyla hidayete gelmiştir.

    Bid’at cereyanlarına karşı ehl-i Sünneti müdafaa etmiştir.

    Merhum üstadın kusurları yok muydu? Bir insan olarak hataları, kusurları, günahları olabilir ama Allah’ın geniş rahmetine kavuştuktan sonra bunları konuşmak caiz olmaz.

    Bazı Müslümanlar Necip Fazıl’ın aleyhindeymişler. Olabilir. Bendeniz onun yazılarından, kitaplarından, sohbetlerinden feyz almış bir kimse olarak hakkında hüsn-i şehadet ederim ve onu tenkit ve yermek hususunda dilimi tutarım.

    Bâbıâli adlı kitabının birinci baskısında (1975, s. 337-338) bendeniz ve Kadir Mısıroğlu için “…Birer kürsü sahibi, Şevket Eygi ve Kadir Mısıroğlu…” demiştir.

    Küfre, nifaka, dalalete=sapıklığa karşı en karanlık yıllarda cihat bayrağını yücelten merhum üstad Necip Fazıl’ı rahmetle anıyorum

     

    Mehmet Şevket Eygi

    12.03.2013

     

     

    • Like 1

  9. 8 sene internet aleminde ciddi bir mazidir. Üstadımıza verilen bu hizmetin, Üstad adına harcanan bu zamanın öyle umuyoruz ki ecrini hem dünyada hem ahirette alırız.

     

    Sadece sanal alemde de kalmayıp hayatın bizzat içinde aksiyoner çalışmış ve destek husunda da daima gayret sarf etmiş olan yönetimimi yürekten kutluyorum. Büyük işlere imza atıldı, devam de ediliyor. Üyelere bu noktada desteğinizi yakınen kitap okuma projesinde de görmekteyiz. İnşaAllah onu bir başlatalım, daha velûd bir hal alırız.

     

    Rabbim daima yolda olmayı nasip etsin. Gerçekten bu teşkilatlanmanın içinde olmak bana keyif veriyor. Umarım yeni gönüldaşlar ile, daha aktif ve doğurgan bir kimlik kazanacağız.

     

    Merhum Topçu'nun eserinde geçmekte idi; "Ruhun iffetinin ölçüsü, hizmettir." Cemiyet mâl olmak gerek.

     

     

    "Mukaddesatçı Müslüman Türk" bu tamlama tüm idealin tüttüğü yer. Bize vasıf olarak bu yeter. İstidadım ve imkanım nispetince elimden geleni ömrüm kafi geldikçe yerine getiririm.

     

    Allah istikamet üzere eylesin.

     

    "Vaaz mı veriyorum ne, tamam yeter" diyen içsese kulak veriyor ve kesiyorum.

    • Like 3

  10. Hadis uydurma gerekçelerinden biri de buydu; ibadete teşvik. Aynen sizin düşündüğünüz gibi yani. Niyet halis olsa da nehyedilmiştir. Zira Efendimiz'e ait olmayan savın hadis olarak telakkisi en az var olan hadisi inkar kadar zararlıdır.

     

    Hassas olmak lazım gelir. Siz kulak çınlasa da çınlamasa da salavat getirin :)

     

    Ha bir de sol çınlasa şer, sağ çınlasa hayrına konuşulur derler ben halkın yalancısıyım :)

    • Like 1

  11. Kurtuluş mu? Felaket mi?

    Topluma; takvimin, terazinin, kanunun, kıyafetin ve nihayet harfin, kelimenin değişmesi olarak yansıyan hadise, başından sonuna bir kültür buhranı. Sonraki nesillere belletilen İnkılâplar Tarihi üzerini örtmeye çalışsa da ilk günden beri sebep de, maksat da biliniyor. Doğrudan hafızaya kastedeceği için Harf Devrimi, diğerlerinden daha fazla telaşa sebep oluyor. ‘Evet!’çilerle ‘Hayır!’cıların gazeteler aracılığıyla yürüttüğü mücadele, yıllarca sürüyor. 1911’de Arnavutluk, 1927’de Azerbaycan değiştiriyor alfabesini. Her seferinde İstanbul’da sesler daha da yükseliyor. Devrim müdafilerinin iki temel gerekçesi var. Mevcut alfabe Türkçe ifade açısından yetersiz. Ve öğrenilmesi zor olduğu için ülke genelindeki okuma yazma oranı bir türlü yükselmiyor. Meselenin dinî ve kültürel tarafına ise hiç değinmiyor, iddiaları reddetmekle yetiniyorlar. “Yaptığımız işi dine münâfi görmek yapılan işi görmemektir.” diyor İsmet İnönü 1925’te. “Biz şu kanaatteyiz ki yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur. Bu sistemde muvaffak olalım, on sene azimle, muvaffakiyetle tuttuğumuz yolda yürüyelim. On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir.”

    Dr. Abdullah Cevdet, Cenap Şehabettin, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Yunus Nadi gibi pek çok isim var değişiklik taraftarları arasında. Hüseyin Cahit’in (Yalçın) 22 Eylül 1923 tarihli cümleleri ortak fikriyatı özetler nitelikte: “Bizi şimdiki harflere rapteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için hiçbir mecburiyet-i diniye yoktur. Milli harflerimiz de değildir. Latin harflerini kabul ederek bir an içinde herkese okuma yazma öğretmek suretiyle elde edebileceğimiz nâmütenahi faydaları istihfaf ediyoruz.”

    Öte tarafta; Kazım Karabekir, İbrahim Alaaddin (Gövsa), Veled Çelebi, Avram Galanti, Ali Ekrem (Bolayır), Fuad Köprülü, Halid Ziya (Uşaklıgil) ve Zeki Velidi’nin (Togan) de aralarında bulunduğu pek çok isim, her fırsatta karşı tezlerini ifade ediyor. Muhalifler, alfabeye müdahale edilmesine karşı değil. İhtiyaca göre, karşılığı olmayan sesler için birtakım ilaveler yapılabilir. Ancak değiştirilmesine taraftar olmak, felakete sessiz kalmak manasına gelir. 1000 senelik harflerden vazgeçmek; milletin tarihi ve kültürüyle, Türklerin İslam devletleriyle, ilim adamlarının kütüphanelerle irtibatının tamamen kesilmesi demektir...

    kapak-ayse--(10).jpgYeni alfabe Halk Evleri ve Köy Ens-titüleri aracılığıyla yaygınlaştırılıyor.

    Şubat 1923’te başkanlık ettiği İktisat Kongresi’nin alfabe meselesini gündeme almasını reddeden Kazım Karabekir, 5 Mart’ta Vakit Gazetesi’ne beyanat veriyor: “Bu fikir bir zamanlar Avrupa’da hürc-ü merci mucib oldu. (…) Bizim İslam hurufatımız kâfi değilmiş. Binaenaleyh Latin hurufatı isti’mal edilmeliymiş. Bazı arkadaşlarımız bu fikrin mürevvici oldular. Fakat neticede bunun felaketli olduğunu anladılar ve pişman oldular. Bu fikrin müthiş bir felaket olduğunu Arnavut kavmi de pek geç olarak anladı. (…)Kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt asarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu harfleri kabul ettiğimiz gün en büyük felakete uğramış oluruz.”

    İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meral Alpay, Kazım Karabekir’in muhalefetinin Atatürk’e ‘henüz’ vaktin gelmediğini düşündürdüğünü belirtiyor. 1926’da İzmir suikastı gerekçesiyle tutuklanan Karabekir Paşa’nın üstü daha o günlerde çiziliyor belli ki.

    Harf Devrimi’nin en güçlü muhaliflerinden biri, Bodrumlu Yahudi bir aileye mensup Dil Bilimi Profesörü Avram Galanti. 1915-33 arasında İstanbul Darülfünun’unda hocalık yapan Galanti, Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçmesinin ardından 1927’de ‘Arabî Harfler Terakkimize Mani Değildir’ ismiyle uzunca bir makale/kitap yazıyor. Mevzunun sadece siyasi yönden ele alındığından yakınıyor Galanti. Zira ilmî açıdan baktığında bu arzuya gerekçe bulamıyor.

    Gazi susuyor...

    Adi bir elif ba meselesinden ziyade memleketin irfanı mevzu bahis Galanti’ye göre. Adeta yakarıyor itiraz gerekçelerini sıralarken: “Bu karar, eslâfın müellefatını (geçmiş nesillerin eserlerini) unutturur. Maziyle olan her türlü revâtıbı (ilişkiyi) keser. Kendi yetiştireceği Latin harfi neslini kitapsız bırakır. Yeni nesil, bin 300 senelik edebiyatından, tarihinden, ilmî ve fikrî mazisinden haberdar olmayacaktır. (…) Mazisini gaib eden millet kendini tanıyamaz ve başkalarına da tanıttıramaz. Muarızlarımız ve düşmanlarımız ‘Medeniyete hizmetiniz nedir?’ sordukları vakit ne diyeceğiz? Bir milletin medeniyeti, âsârının ve vesaikinin (eser ve belgelerinin) şehadetiyle tespit edilir. Arap harfleri ortadan kalktığı gün mazimiz ortadan kalkar ve biz Fuat Bey’in (Köprülü) dediği gibi zengin harsımıza (kültürümüze) rağmen harssız bir millet haline geliriz.”

    Defalarca tartışmaya çekilmek istense de Mustafa Kemal 1928’e kadar bozmuyor sessizliğini. Fikri sorulduğunda geçiştirmeyi tercih ediyor ancak niyetini açık etmiyor. Vaktin geldiğine kanaat getirmiş olacak ki 9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda ilan ediyor kararını: “Asırlardan beri kafamızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz.” Nitekim o dönem halk arasındaki yaygın ismiyle ‘Gazi Elifbası’ 3 ay sonra, 1 Kasım 1928’de Resmî Gazete’de yayımlanan kanunla yürürlüğe giriyor.

    Gazete ve kitap sayfalarından takip ettiğimiz tartışmada kimin haklı olduğu, daha ilk yıllarda çıkıyor ortaya. Tıpkı Galanti’nin tahmin ettiği gibi geçmişle bugün, hocayla talebe, Türkiye ile İslam devletleri arasına kapanması zor mesafeler giriyor.

    Tarih Profesörü Mehmet Ali Ünal, Türk tarihindeki iki büyük kırılmaya işaret ediyor söz bu kültürel kopuşa geldiğinde. Birincisi, İslamiyet’i seçtikten sonra yaşanan kesinti. Müslüman olunca Orta Asya’daki bütün kültür unsurlarına sırtını dönüyor Türkler. Din değiştirmek, medeniyet değiştirmek demek çünkü. Bu kırılmanın bir benzeri; 1000 yıl sonra, 1920’lerde tekrarlanıyor.

    Bu kez din değişmediğine göre bu keskin kopuşu nasıl izah etmek gerek peki? “Belki ellerinden gelse yaparlardı onu da.” diyor Ünal. “Tartışılmış bunlar. Camilere sıra koyalım, kiliselerdeki gibi müzik eşliğinde dua edelim falan. Evet din değiştirilmiyor ama daha şiddetli bir kesinti yaşanıyor. Millet bütün geçmişine, ilmî birikimine, kültürel ve manevi değerlerine arkasını dönüyor bir günde. Yeni bir insan tipi oluşturulacak. Bunun için geçmişte var olanların reddedilmesi, değersizleştirilmesi gerekiyor.” Kılık / kıyafet değişmiş, kanun / nizam değişmiş. Hilafet gitmiş, ölçü tartı, muvazene gitmiş. Kelimeye / harfe gelmiş sıra...

    Geçmişte inkâr edilse de bugün hemen herkes devrimlerin muasırlaşmadan ziyade geçmişten kopmak niyetiyle yapıldığında hemfikir. 1923’te Cumhuriyet’in kurucu meclisini dağıtan Tek Parti fikriyatının 1924’ten itibaren attığı adımlar zımpara gibi geçiyor toplumun üzerinden. Son ve en etkili darbe Harf Devrimi ile vuruluyor. Sadece bizim değil, pek çok diğer isim gibi Prof. Mete Tunçay’ın da fikri bu: “Cumhuriyet devrimleri 1925 yazında başlamıştı, Harf Devrimi 28’de yapıldı. Aşama aşama gerekli adımlar atıldı ve şartlar olgunlaştığında Harf Devrimi yapıldı.” Alfabe değişikliğini Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakmasına benzetiyor Tunçay. Ve asıl amacın geçmişle gelecek arasındaki bağı koparmak olduğuna geliyor buradan.

    Aslına bakarsanız yeni devletin mimarları da inkâr etmiyor bu niyeti. Daha yumuşak ifadeler kullanıyorlar, hepsi o. İsmet İnönü 1930’larda, “Harf inkılâbının en büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. Türk milletini bir kültür âleminden bir başkasına nakletmiştir.” itirafını dile getiriyor mesela. Nihat Erim’se 9 Ağustos 1953’te, Yeni Türk Harflerinin Kabulü yıldönümü vesilesiyle Ulus Gazetesi’ne konuşuyor: “Türk milletinin kültür alanında son çeyrek yüzyılda aldığı mesafeyi en başta Arap harflerinden kurtulabilmiş olmak sayesinde geride bırakabildiğimize şüphe yoktur. Eğer yeni Türk harfleri olmasaydı, Batı kültürüne bu denli çabuk yaklaşamazdık.”

    Topraklarıyla beraber itibarını da kaybetmiş, yeni kurulan dünyada tasavvur ve tefekkür dünyası kıymetsizleşmiş bir geçmişi sırtında taşımak istemiyor genç Cumhuriyet. Unutur ve unutturursa Zümrüdüanka gibi küllerinden doğabilecek. Siyasiler de aydınlar da buna gerçekten inanıyor.

    Prof. Dr. Raşit Küçük, devrimin arkasındaki ‘vazgeçme’ düşüncesinin bilahare çok bariz anlaşıldığını düşünüyor. Nasıl mı? Diyanete, imam hatip mekteplerine yapılan muameleden, Darülfünun’dan önce ilahiyat fakültesinin kapatılmasından, ezanın ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesinden, namazda Kur’an meâlinin okunması teşebbüslerinden… Meseleyi Harf Devrimi’nden ibaret görmek, genel manzarayı anlamaya mani oluyor. Bu yaşananlar dinden bağımsız konuşulamaz Küçük’e göre: “Bir medeniyet havzasının 900 yıllık birikimi ortadan kalkıyor. Medreseler, tekkeler, zaviyeler kapanıyor. Bütün bu kurumlarda birtakım ıslahata gerek duyulduğu çok önceden fark edilmiş. Ama toptan kapatılıyor.” Musikiye, diğer sanatlara kadar toplumun tüm kültürü reddediliyor. Ruh dünyasına vurulan bu ağır darbe zamanla Kur’an-ı Kerim’e duyulan saygıyı bile ortadan kaldırıyor.

    Harf Devrimi’nin Kütüphanelere Yansıması kitabının yazarı Prof. Dr. Meral Alpay, bu adımın etki bakımından diğerleri ile mukayese edilemeyeceğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor sözlerine: “Okuryazarlığı olsun olmasın hemen her evde bir Kur’an bulunur. Bu kutsal kitap çoğu zaman özenerek süslenmiş bezden bir muhafaza içinde, genellikle yatak odasında duvarda asılı dururdu. (…) Yeni harflerle basılmış bir kitabı ilk defa eline alan bir kimsenin bir şaşkınlık geçirmesi kaçınılmazdı. Yön değişikliği olmuş, yeni kitap eski kitabın altını üstüne geçirmişti. Doğru tutmak, kapağını açmak, sayfalarını çevirmek zıt yöne dönmüş, yazı tamamen değişmişti.” Her şey altüst olmuştu yani.

    Din zayıflamadan olmaz

    Detaylar arttıkça asıl mücadelenin ‘din’le olduğunu düşünenlerin haklılığı çıkıyor ortaya. Osmanlı milletler topluluğunun enkazından bir Türk Cumhuriyeti kurulacak. Dinin sunduğu ümmet reçetesi, ulus harcının halkı birleştirmesine mani oluyor. Tek çare öncelikle dinî duyguların zayıflatılması. Yorumlarımıza tarihten şahitler bulmak sarsıyor ancak şaşırtmıyor artık bizi… “… Birçok mütefekkirler, sonra vekâyi bize gösteriyor ki dini hissiyat zayıflamadıkça milliyet hissi kuvvetlenememiştir.” sözleri, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat kitabının yazarı Mehmet İzzet’e ait. Bu yüzden yeni harflerle bile olsa dinî neşriyata tahammülü yok Tek Parti rejiminin. “Bizler ne şekilde ve surette olursa olsun, memleket dâhilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.” Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, 1934

    Ne yapıldığı, neden yapıldığı kadar nasıl yapıldığı da tartışmalı. Değişimin bir kısmı gerekli belki de. Kimsenin itirazı yok buna. Ancak bir çırpıda ve böylesine sert mi olmalıydı?

    “Toplumun inancı ve psikolojisi hiç hesap edilmiyor. Hakir görülüyor. Medeni olmanın yolu İslam dairesinden çıkmaktır gibi bir anlayış benimseniyor. Bunlar yazılıp çiziliyor, aksinin yazılması yasaklanıyor. Bunlar bize iyi niyetli insanların bu işi yürütmediği kanaatini veriyor.” diyor Raşit Küçük. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu içinde bu yöntemin çok taraftarı var, desteklemeyenlerse tasfiye ediliyor.

    Adeta dünyaları altüst olurken halkın nasıl büyük, kitlesel tepkiler vermediği de merak konusu. Camiler kapalı, Kur’an okumak, öğrenmek yasak. Şapka takmadan sokağa çıkmalarına izin yok. Ezan Türkçeye dönmüş. Yer yer ayet mealleriyle namaz kıldıran imamlar türemiş. Kaymakamlar, valiler, sair devlet memurları hafiyeliğe soyunmuş, halkın elindeki eski yazılı kitapları toplatıp meydanlarda yakıyor… Çok rencide oluyorlar Raşit Bey’e göre. Ancak Sünni toplumların karakterinde isyan anlayışı yok. Bu devir de geçer, her şey yoluna girer diye bekliyorlar. “Yine de çok can yanıyor, kan dökülüyor. Kitleler halinde ülkeyi terk edenler oluyor.”

    kapak-ayse--(8).jpg

    1925’te ilan edilen Şapka Kanunu’ndan sonra bir cami girişi. Cemaat, fötr şapkalarını ayakkabılık yanına kurulmuş ‘şapkalık’a bırakıp namaza geçiyor.

    Halkın sessizliğinde idarenin tepkileri bastırma yönteminin de payı büyük şüphesiz. Harf Devrimi’nden önce tepki çekebilecek en önemli adım Kıyafet İnkılâbı. 1925’te ‘Şapka Kanunu’ çıkınca ortalık karışıyor. İstiklal Mahkemeleri eliyle duruma derhal müdahale ediliyor. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun süresi 1928’e kadar uzatılıyor. Mustafa Kemal de farkında sertliklerinin. Ama bu gerekli ona göre: “İşte biz Takrir-i Sükûn Kanunu’nun mer’iyyetinden istifade ettik ise bu tarihi hatayı pak göstermek için, milletimizin nâsiyesini olduğu gibi açık ve pak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve Kurun-u Vustai zihniyette olmadığını ispat etmek için istifade ettik.”

    Kendileri ifade etmese, geçmişten utandıklarını söylemek iftira olurdu belki. Ama inkâr etmiyorlar bu ağır bedellerin ‘sizin gibi muasırız, Ortaçağ zihniyetinde değiliz!’ diyebilmek için ödetildiğini…

    Sanki Hülagu devri...

    Geçmişin birikimi, aks değiştiren medeniyetin değerlerini doğrulamıyor. Bu sebepten olacak, Cumhuriyet dönemi kütüphaneleri ile ilgili araştırmaların neredeyse hiçbirinde; asırlık kütüphanelere, binlerce yıllık el yazmalarına ne oldu, sorusu sorulmuyor. Hepsinde aynı istatistikler; 1928’den sonra kaç kitap basıldı? Nerelere halk kütüphanesi kuruldu? Okur yazar oranı ne kadar arttı?.. Oysa 19. asır sonlarında Osmanlı topraklarında, kayıtlı 350 kütüphane bulunuyor. Büyük kısmı şahıslar ya da vakıflar tarafından tesis edilen bu kütüphaneler de sistemin sarsıntısından payını alıyor. İhtiva ettikleri ilmî birikime duyulan şüphe, kitapların kaderine terk edilmesini beraberinde getiriyor. 1908’de Sadrazam Hilmi Paşa’ya verilen raporda İstanbul’daki 40’tan fazla umumi kütüphanenin durumu özetleniyor: “Bu kütüphaneler bir birinden uzak olduğu gibi kıymetli kitapları da perakende (dağınık) bulunduğundan, bunlardan faydalanmak için herhalde hayli zamanı ve birçok çalışmayı ziyan etmek icab eder. (…) Kitaplara gelince bunlar kütüphanelerin ihmal köşelerinde telef olmaya veya kaybolmaya maruzdur. Kütüphanelerde muhafaza edilebilmiş olan kitaplar da mahva mahkûmdur. Çünkü bunlar hiçbir usul, makul bir tertip içinde bulunmayıp birbiri üstüne yığılıp atılmıştır. Kitap yığınları altında kalmış eser, bütün üstündeki kitapların tazyikine maruz bulunduğundan mürekkep birbirine yapışarak yapraklar bozulur.”

    kapak-ayse--(4).jpg1920’ler ve 30’larda bu yara da iyice derinleşiyor. Neredeyse ömrünün tamamını ilmî araştırmalarla geçiren Muallim Cevdet’in hatıraları, başka şahide mahal bırakmayacak açıklıkta tasvir ediyor manzarayı: “Ayasofya’nın orta tabakasında kapalı, kilitli iki mahzen-i evrak vardır. Fazla olarak koridorda açıkta evrak ve birçok vesikalarla defterlerle dolu olan sekiz-on sandık mevcuttur, bunlar kapalıdır. (…) Mahzendekiler kilitlidir, sandıktakiler kapalı. Fakat… Kimsenin muhafaza ve tetkikine lüzum görmediği, fırlatıp yerlere attığı tahmin-i acizaneme göre lâakal yüzbini mütecaviz vesaik vardır ki bunlar mahzen şöyle dursun adi sandıklara bile konulmamış, lüzumsuz addedilmiştir.”

    Cevdet Bey’in hassasiyeti onu tanıyanlarca yakından biliniyor. Elinden bir şey gelmese arşivleri dolaşıp gördüklerini teker teker kayda geçiyor. Kuyûd-ı Vakfiye Müdürü İzzeddin Bey’in ricasıyla gidiyor Ayasofya’ya da. Tam bir talan meydanı çıkıyor karşısına: “Büyük ve kilitli mahzen-i evrakın yanında onar metre tûluunda (uzunluğunda) ve birer metre sıhanında (genişliğinde) tam dört merdivenin üzerinden yuvarlanan ve senede bir defa, Kadir gecelerinde tabaka-yı ulya süpürülünce bütün molozları iş bu onbinlerce metrûk fermanlar, berâtlar, defterler, tezkereler ve donanma, tophane, yeniçeri, enderûn, maliye, evkâf vesikalarının üstüne dökülen süprüntülüğü gösterdiler. Kayyum ile beraber bu bî-misil evrakı çiğneye çiğneye tam kırk metre yol gittim. (…) Bu hali Hulagu’nun Dicle Nehri’ne attırdığı on binlerce kitap ve evrak zıyaı ile mukayeseye mecbur oldum.”

    Artık bu milletin ihtiyacı olmayacaktır diye düşünülen eski evrak ve kitaplara ne tür muamelelerin reva görüldüğünü en açık takip edebildiğimiz kaynak Muallim Cevdet’in hatıraları. Nerede ne var bir bir sıralayıp tarihin vicdanına havale ediyor:

    “-Harbiye Nezareti’nin daha eski birçok vesaiki Meşrutiyet’i müteakip yaktırdığını, bir kısmını da toptan kâğıt tüccarları ile bakkallara sattığını bilen çoktur.

    -Askerî sıhhiye teşkilatı ile Kırım ve 93 seneleri harp vesikalarını aramakla meşgul tarihçileri mustarip edecek ne hazin hal…

    -1000 tarihinden evvelki Bahriye Vesikaları mahvolmuştur.

    -Eski Maarif Dairesi altındaki mahzende duran mühim evrak ve vesaikin pek çoğu meşrutiyeti müteakip güya Donanma Cemiyeti kârına okkası 20 paradan satılmıştır.

    -Adliye vesikaları yangında baştan başa yanmıştır…”

    Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve tekkelerin, zaviyelerin kapatılması üzerine medrese ve tekkelerde bulunan yazma eserlerin bir kütüphanede toplanması gündeme geliyor. Yazmalar en yakın kütüphaneye ya da Süleymaniye’ye naklediliyor. Aynı tarihlerde Anadolu’dan da yazma eserler toplanıyor. Ancak ne kadarının kütüphanelere ulaştığını takip etmek imkânsız. Halveti Şeyhi Fahreddin Efendi’nin müridlerine anlattıkları artık kimseyi şaşırtmasa gerek... İstanbul’da bir bakkala giren Şeyh Efendi, satıcının üzerinde ‘eski yazı’ olan bir kâğıtla paket yaptığını görüyor. Geri kalanını duvarda bir çengele tutturmuş. ‘Nedir o? Bakabilir miyim?’ diye müsaade istediğinde neredeyse bayılacak. Şeyh Sadık Efendi risalesinin bir nüshasını tutuyor elinde. “Parası ne kadarsa vereyim bu kâğıtları sat bana! Günaha giriyorsun.” deyip paket kâğıdı olmaktan kurtarıyor risaleyi…

    Aradan 80 küsur yıl geçmiş, o günleri yaşayanlar göçmüş, anılar küllenmişken bir Kur’an sayfası mecbur kılıyor geçmişle yüzleşmeyi. Toplumlar da insanlar gibi travma yaşayabiliyor. Ve yaşananları düşmanlık vesilesi kılmak gibi yok saymak da işe yaramıyor. Geri dönmek, bir alfabe devrimi daha yapmak değil kimsenin kastı. Ancak atılacak başka adımlar olmalı. Geçmiş ancak o zaman çekilecek belli ki yolumuzdan…

    Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun / 1 Kasım 1928

    Madde 1-Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösterilen harfler ‘Türk Harfleri’ unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.

    Madde 2-Bu kanunun neşri tarihinden itibaren Devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.

    Madde 3-Devlet dairelerinin her birinde Türk Harflerinin devlet muamelatına tatbiki tarihi 1929 Ocak ayının birinci gününü geçemez. …

    Madde 4-… Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan ve sinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi, resmi bilcümle gayr-ı mevkut gazete, risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.

    Madde 5-1929 Ocak ayının başından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.

    Madde 9- … Eski harflerle matbu kitaplarda tedrisat icrası memnudur.

    1924 – 35 arasında yapılan önemli değişiklikler

    1924Hilafet ilga ediliyor.

    1925Medrese, tekke ve zaviyeler kapatılıyor.

    1925Şapka ve Kıyafet İnkılâbı yapılıyor.

    1926Toplum hayatını düzenleyen Medenî Kanun ve onu tamamlayan kanunlar çıkarılıyor.

    1928Latin alfabesi kabul ediliyor.

    1929Okullarda Arapça ve Farsça dersler yasaklanıyor. Yerine İngilizce ve Almanca dersi başlatılıyor.

    1931Türk Tarih Kurumu çalışmalarına başlıyor.

    1932Türk Dil Kurumu kuruluyor.

    1932Türkçe ezan uygulaması başlıyor.

    1933Darülfünun reformunun ardından İstanbul Üniversitesi açılıyor.

    1935Ayasofya Camii müzeye dönüştürülüyor.

    Aynı dönemde cami sayıları azaltılıyor. Cami dışında cemaatle namaz kılmak, Kur’an ve din eğitimi yasaklanıyor. Türkçe ibadet ve Türkçe Kur’an tartışmaları başlıyor. Kur’an-ı Kerim basımı hükümet tarafından çok sıkı bir denetim altına alınıyor. Pek çok yayın hükümet kararı ile toplatılıyor. Divan edebiyatı eğitimi sona eriyor. Sadece Tanzimat sonrası dönem okutuluyor. Klasik Batı Edebiyatı eserleri tercüme edilmeye başlanıyor. Kullanımı uygunsuz bulunan Farsça ve Arapça kelimelerin dilden çıkarılması gündeme geliyor.

    kapak-ayse--(11).jpg Matbaanın varlık sebebi Kur’an basmak

    Terhis olan askerler yıllarca Anadolu’ya hediye mushaflar taşıyarak Osman Bey’i duygulandıran yokluğa son veriyor. Matbaanın atık suları özel bir hatla lağıma karışmadan denize ulaşıyor.

    kapak-ayse--(1).jpgSultan Abdülaziz, şehzade Abdülhamid için hoca aradığında Hakkakzâde Mustafa Hilmi Efendi’nin oğlu Osman Zeki tavsiye ediliyor padişaha. Osman Bey böylelikle çok genç yaşta giriyor tarihin kayıtları arasına. Abdülhamid’in en yakınındaki isimler arasında anılıyor hep. Her ne oluyorsa 1860’ların ilk yıllarında dedikodu sebebiyle bir süreliğine saraydan uzaklaştırılıyor. Evli, çoluk çocuk sahibi artık.

    Yeni bir iş tutmadan önce hac yolculuğuna çıkıyor. Hayli meşakkati göze almak gerekiyor mübarek topraklara yüz sürmek için. Asrın meşhur hattatlarından Mustafa Hilmi Efendi’nin oğlu Osman Zeki, görmek bir yana taşrada hayatın hangi şartlarda idame ettirildiğinden haberdar değil muhtemelen. Ne tarafa dönseniz yokluk. Şahit olduğu her şeyden müteessir oluyor. En fazla da çalınmasın diye zincire vurulmuş el yazması Kur’an-ı Kerim’ler elem veriyor ona. Torunu Nezhun Tevgil’in naklettiğine göre bu mahrumiyet sebep oluyor matbaa kurmasına. Kur’an-ı Kerim neşredecek bir matbaa kuracak ve Anadolu’ya göndereceği Mushaf-ı Şerif’ler bir nebze olsun hafifletecek halkın yoksunluğunu…

    Döndüğünde büyük oğlu Cevat Bey’le Babıâli’de bir oda kiralayıp işe koyuluyor. Matbaa-i Osman Zeki imzasını taşıyan ilk kitaplar; 1869’da geçici bir mekânda, Matbaa-i Âmire’nin boşa çıkan huruf tezgâhıyla basılıyor. Yayın yelpazesi ve çalışan sayısı hızla genişliyor. Çemberlitaş’a; bugün altında sinema, üzerinde Fırat Kültür Merkezi’nin bulunduğu yerdeki kendi binasına taşındığında, devrin en donanımlı ve itibarlı müessesesi olarak anılıyor artık Osmanbey Matbaası.

    Matbaanın mührünü taşıyan ilk eserler; Osman Zeki Bey’in kendi talik hattıyla yazıp taşbaskı usulüyle bastığı Enderûnî Vasıf’ın divanı, Tuhfe-i Vehbi’nin nesih yazı ile yapılmış taşbaskısı ve İsmail Niyazi’nin şerh ettiği Birgivî şerhi. Ahmet Cevdet Paşa’nın tertib-i cedid namıyla maruf Tarih-i Cevdet’inin en meşhur ve kıymetli baskısı da burada yapılıyor. Ancak Osmanbey Matbaası denince o devirde de bugün de nadide Kur’an-ı Kerim’ler geliyor akla. Matbaanın öncelikli mesaisi, her biri neredeyse el yazması eserler kadar titizlikle hazırlanan Mushaf ve cüz neşretmek.

    Kur’an-ı Kerim basmak hataya tahammülü olmayan bir alan. İstanbul’da çeşitli teşebbüsler olmakla birlikte matbu Mushaf’larda en büyük kalem, İran’dan ithal kitaplardan oluşuyor o devirde. Tetkiklerde pek çok hata tespit edilince mukaddes kitabın ithali de izinsiz neşri de yasaklanıyor. Dersaadet çareyi bir matbaaya yetki vermekte buluyor. 1882’de bu imtiyazı kazanan Osmanbey Matbaası, uzatmalarla 30 sene boyunca Kur’an-ı Kerim neşreden tek matbaa oluyor.

    Her köye bir Kur’an

    En meşhur Türk hattatların kaleme aldığı Kur’an-ı Kerim’ler, foto-litograf usulüyle sanat eseri sayılabilecek nefasette basılıyor ve tashihi bizzat Osman Zeki Bey tarafından yapılıyor. Osman Bey sözünü unutmuyor elbette. Her sene, memleketine dönen askerlere birer Mushaf-ı Şerif hediye ediyor götürmeleri için. Bu âdet onun vefatından sonra da evlatları tarafından devam ettiriliyor. Ayrıca imkân oldukça gönderildikleri yerde dağıtılmak üzere gemilere sandık sandık kitap yükletiyor merhum. Anadolu halkının evine ilk o zaman Kur’an girmeye başlıyor. Tarihçi Mustafa Armağan’ın son devrin hezarfenlerinden Necmettin Okyay’dan naklettiğine göre Sultan Abdülhamid Kur’an bastığı için matbaanın atık sularına özel ayrı bir lağım tertibatı yaptırıyor.

    1876’da İkinci Abdülhamid’in yakınında görev yapmak üzere kurena sıfatıyla tekrar Saray’a dönüyor Osman Bey. 1890’da, serkurena iken vefat ediyor. Babasının saraya gitmesi üzerine matbaanın yönetimi büyük oğlu Ali Cevad Bey’e geçiyor. Başmabeynciliği esnasında Osman Bey ve ailesi Nişantaşı’nda bir konakta yaşıyor. Bugün Osmanbey ismini taşıyan muhite o zamanlarda veriliyor bu isim.

    Ali Cevad Bey’in vefatı üzerine işin başına en küçük oğul Mehmed Saim (İlkbasan) Bey geçiyor. Saim Bey, 1898’de Matbaa-i Amire Müdürlüğü’ne tayin ediliyor. Vefatına kadar matbaa ile ilgilenen Mehmed Saim Bey ve kardeşi Nudiye Hanım vefatlarına yakın matbaayı Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlıyor. 10 Ekim 1935’te bu vesileyle Darüşşafaka Vakfı’nda iki kardeş için mevlid-i şerif okutuluyor. Küçülerek varlığını koruyan matbaa, 1956’ya kadar kitap basmaya devam ediyor

    .

    (Bilgiler Prof. Dr. Ali Birinci’nin Müteferrika Dergisi’nde yayımlanan makalesinden alınmıştır.)

     

    http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_getNewsById.action?newsId=34402

    • Like 1

  12. 3 asrın hikâyesi bir kese kâğıdında

    kuran-manset.jpg
    24 Aralık 2012 / AYŞE ADLI
    Geçmişi ‘basit’ bir kese kâğıdından okuyoruz bu defa. Harf Devrim’inden sonra kese kâğıdı yapılan Kur’an-ı Kerim sayfaları, bir devrin perdesini araladı. Yaralar kabuk bağlasa, gözyaşları dinse de çekilen sızı hâlâ hissediliyor.

    Cumhuriyetin kese kâğıdı o!’ diyor, kitap yığınları arasından seçmeye çalıştığımız tabloyu kastederek. Anlamadığımızı fark edince içeri davet ediyor: “Geçin, yakından bakın!” Ne olduğunu idrak etmemiz vakit alıyor. Manavlarda görmeye alışık olduğumuz cinsten bir kese kâğıdı, çerçevelenip duvara asılan. Tek farkla; gazete kâğıdından değil, Kur’an-ı Kerim sayfasından yapılmış. Yerinden indiriyor, önüne, arkasına bakıyoruz. Hayır! Yanlışlık yok.

    kapak-ayse--(5).jpgKenarlarında tefsiri de olan bir Kur’an-ı Kerim sayfası. Tutkallanıp kapatılmaya çalışılsa da okunuyor üzeri. Anne babaya itaati öğütleyen İsra suresi 23. ayetin ortalarından başlıyor sayfa: “Şayet onlardan biri ya da ikisi yaşlılıklarında yanınızda bulunursa sakın ‘öff’ (bile) demeyin. Onları azarlamayın ve çok nazik söz söyleyin!” Ve sonuna doğru: “Rabbiniz, içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz O, çok tevbe edenleri bağışlayıcıdır…” Söz söylemek zor. Öylece susup kalıyoruz… Sahaf Lütfü Bayer’in “Cumhuriyet’in kese kâğıdı.” demesi de o yüzden. Nereden başlayıp ne söyleyeceksiniz ayaküstü? Karşımızdaki tek bir yaprağı yorumlamak için, Cumhuriyet’i mümkün kılan şartlarla, 3 asırlık geçmişle yüzleşmek gerekiyor…

    Dedelerimizin acıyla anlattığı yılların şahidi bu sayfa. ‘Eski yazı’ kitapların, ne yazdığına bakılmaksızın yakıldığı, ayaklar altına alındığı zor yıllar 1930’lar. İmkân bulanlar, aynı akıbeti yaşamamak için görünmez kılmış elinde ne var ne yoksa. Kimi gömmüş, kimi kuyuya, nehre dökmüş. Bir zihniyet, hayat tarzı, tasavvur dünyası; köhne, kıymetsiz ilan edilmiş kısacık zamanda. Ve ‘kitap’, milletin kaderine ortaklık etmiş o günlerde…

    Lütfü Bayer’in eline birkaç yıl önce geçen evraktan takip edebildiğimiz kadarıyla ‘kese kâğıdı’nın hikâyesi; 1937’de, İstanbul Suriçi’nde başlıyor. Şehzade Abdülhamid’in hocalarından Osman Zeki Bey’in kurduğu Osmanbey Matbaası’nda basılıyor. Baskı tarihini bilmesek de Harf Devrimi’nden kısa süre önce olduğunu tahmin etmek zor değil. Zira 1 Kasım 1928’de kabul edilen devrim kanununa göre ‘eski harflerle’ kitap basmak ve satmak, daha önce basılmış eserleri piyasaya sürmek yasak. İstisnası yok, aynı dayatma Kur’an-ı Kerim için de geçerli.

    kapak-ayse--(7).jpg

    1923’e kadar halkla Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında bariz bir ayrışma yok. Yollar, İkinci Meclis döneminde ayrılıyor.

    ‘Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un hükümsüz kıldığı kitaplar, uzun yıllar depolarda öylece bekletiliyor. Anlaşılan o ki Osmanbey Matbaası’nın sahibi Darüşşafaka Cemiyeti, 1937’de bu evrakın hiç olmazsa bir kısmını elden çıkarma kararı almış.

    Esnafın İstanbul Müftülüğü’ne şikâyeti olmasa, diğer binlercesi gibi haberdar olmayacaktık muhtemelen. Ancak Kur’an’a reva görülen muameleye şahit olan halk, artık susmak, sineye çekmek istemiyor belli ki.

    kapak-ayse--(2).jpgMüftülük, şikâyet üzerine 17 Aralık 1937’de İstanbul Müftüsü F. Ülgener (Prof. Dr. Sabri Ülgener’in babası Mehmet Fehmi Ülgener) imzasıyla Türk Okutma Kurumu’na başvuruyor: “Darüşşafaka’ya vakfedilmiş olan Osman Bey matbaasının öteden beri dini eserleri yapan ve basan bir matbaa olduğu cihetle Müslümanlar arasında bir mevkii hürmette görülen mezkûr matbaanın bu kere ambarlarında mevcut tonlarca Kuran-ı Kerim sahifelerini kise kâğıdı yapılmak üzere ufak bir bedel mukabilinde piyasaya satmış olması, birçok vatandaşlar tarafından esefle görülüp ve karşılanan bu kise kâğıtlarından bir numunesi ilişik olarak takdim kılınmıştır.”

    Bahsi geçen numune, İstanbul esnafından Azakzâde Tevfik’in kese kâğıtçı Mihran’dan aldığı kâğıtlardan. Azınlık mensubu olduğu kaydedilen Mihran, Kur’an sayfalarını ambalaj yapıp Beyazıt’ta piyasaya sürüyor. Bölge esnafından Tevfik Efendi de Mihran’ın müşterileri arasında. Muhtemelen parası ancak o kadarına yeten Azakzâde, kâğıtlardan 15 çuval alıyor. Bir tanesini, şikâyet dilekçesiyle birlikte resmî makamlara teslim ediyor. Gerisine ne yaptığı bizce meçhul.

    Mesele, İstanbul Müftülüğü’nün Türk Okutma Kurumu’na başvurmadan önce yaptırdığı tahkikatla kısmen aydınlanıyor. Öğrenildiği kadarıyla matbaa, Kur’an-ı Kerim sayfalarını Galata’da bir komisyoncuya satıyor. Mihran, piyasaya sürdüğü kâğıtları komisyoncu Kerope’den alıyor. İstanbul Müftüsü Ülgener, elde ettikleri malumatı aktardıktan sonra Türk Okutma Kurumu’ndan, “Bu gibi hallere meydan verilmemesine delalet olunmasını...” talep ediyor.

    Başbakanlığa bağlı Türk Okutma Kurumu; dilekçeyi, altına el yazısıyla ‘Ehemmiyetle Osman Bey Matbaasına’ yazarak Darüşşafaka’ya iletiyor. Cevabî savunma, 3 Ocak 1938’de ulaşıyor müftülüğe. “… ambarlarda parça hâlinde bulunan ve çürümeğe yüz tutan dinî ve gayrı dinî Arapça formaların imhası arzu edildiğinden bunların Avrupa kağıt fabrikalarında kağıt hamuru haline konulmak ve İstanbul vesair mahal piyasalarında kullanılmamak ve aksi takdirde her türlü mes’uliyet kendisine ait olmak şartiyle ve sureti ilişik bir taahhütname mukabilinde (…) Kerope’ye satıldığı (…) yarım asırdan beri temiz ve dürüst olarak tanınmış olan Osman Bey Matbaası’nın bu gibi hasis menafi yüzünden kesri itibarına mahal bırakılmayacağı…”

    kapak-ayse--(3).jpgKomisyoncu, kâğıtları kilosu 4 kuruş mukabilinde hamur yaptıracağına 5 katı fiyata Mihran’a satmayı tercih ediyor kısacası. Osman Bey Matbaası, muhataplarına ‘itibarını küçük menfaatlere değişmeyeceği’ cevabını veriyor... Sorumlular hakkında işlem yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz ne yazık ki. Tıpkı Sahaf Lütfü Bayer’de mahfuz teftiş raporuna göre 31 Mayıs 1940’ta matbaanın depolarında bulunan ciltlenmemiş 2 bin adet yaldızlı Kur’an sayfasının akıbetini bilemediğimiz gibi…

    Buhran 2 asır önce başlıyor

    Cumhuriyet’e geçişte yaşanan kırılmanın küçük, sembolik ancak çok önemli bir göstergesi bu belge. Eski dönemin birikimini; istisna tanımadan elinin tersiyle iten Cumhuriyet’in kurucu eliti ve siyasileri, vebali birlikte omuzluyor. Önce eserlerin ifade ettiği mânâ, ardından metin kıymetsizleştiriliyor.

    Konudan haberdar sahaf müdavimlerinden biri, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük. O bizim kadar şaşkın değil. Zira dedesinin kitaplarından başlayarak pek çok vak’a görmüş, dinlemiş bugüne dek. Yorum yapmadan önce kendi hatırasını paylaşıyor bizimle: “Adını aldığım dedem Çanakkale şehidi. Medreseyi bitirdikten sonra evlenmiş. Eşi hamileyken savaşa çağrılmış. Nenem, Harf İnkılâbı’ndan sonra çevrede oluşturulan korkudan etkilenerek dedemin kitaplarını iki-üç merkebe yüklemiş, götürüp tarlaya dökmüş. Kitaplar orada senelerce yağmur altında kalarak çürümüş.” Antalya Aksekili Raşit Hoca, iki medresesi olan, okuyanı fazla, Menteşbey köyünden. Halkın, Harf Devrimi’nden sonra ‘ayak altında kalmasın!’ diye mağaraya attığı içleri erimiş onlarca kitabın cildini çıkarmış gençlik yıllarında. Zihninde canlanan manzaralar mani oluyor şaşırmasına.

    O yılların vebalini bir tek Cumhuriyet’e yıkmak haksızlık elbette. 20’lerde hükme bağlanan her icraat, nereden baksanız 200 senelik buhranın izlerini taşıyor. Asırlarca cihana hükmeden Osmanlı, 1774’te mağluplar safında buluyor kendini. Küçük Kaynarca Anlaşması sonrasında Osmanlı münevveri ilk kez kendinden şüphe duymaya başlıyor. ‘Neden?’ sorusuna cevap arıyor herkes. İslam ümmetinin Hıristiyanlar karşısında yenik düşmesine sebep ne? Kültür, sanat, inanç, sistem, hatta kılık-kıyafet ve alfabe ta o zamandan tartışılmaya başlanıyor. Kaybedilen zamanı kazanmak istiyor Osmanlı. “Mağluplar galipleri her şeyiyle taklit eder!” diyor İbn-i Haldun. Aynen öyle oluyor. Kurtuluş reçetesine ‘Batılılaşma’ yazılıyor.

    Tanzimat aydınlarının devam ettirdiği muhasebe, Cumhuriyet’te kavgaya dönüşüyor. Tanzimatçılar reform ve tekâmülü esas alırken Cumhuriyet, devrim yolunu tutuyor. “Mustafa Kemal Bonapartist bir adam. Gerçekleştirmek istediklerini demokrasiyle yapamazdı, bunu bekleyemezdi. Bizim aydınlarımız çok etkilenmişti Fransız İhtilali’nden. Onun gibi yapmak istediler.” Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal’a ait bu yorum. Evet, tartışma 2 asırdır sürüyor fakat 1900’lerin başına kadar dava, devleti ıslah etmek çerçevesinde değerlendiriliyor. Tanzimatçılar devleti dönüştürmek istiyor, topluma dokunmuyorlar. Mesela memurlara kıyafet zorunluluğu geliyor ama halka müdahale edilmiyor. Cumhuriyet’se doğrudan halkı dönüştürmek çabasında: “Çünkü kaybedilen zamanı telafi etmek istiyorlar.”

    kapak-ayse--(9).jpg

    Ünal, Cumhuriyet’in kuruluş mantığını çap küçültme olarak yorumluyor. Osmanlı’nın cihanşümul iddiaları var. Fakat 1900’lerin başında devlet ve toplum iddialarını gerçekleştirecek maddi manevi imkândan mahrum. Balkan ve dünya savaşları, ardı arkası kesilmeyen mağlubiyetler… Kimse imparatorluğun ayakta kalabileceğine inanmıyor artık. Tek çare sıfırdan başlamak. Geçmişin hafızasına ve hatırasına saygılı bir toplumla hedefe ulaşmak mümkün değil. Yeni devletin ‘yeni’ insanlara ihtiyacı var. “Yepyeni bir insan tipi, homo cumhuriyetikus yetiştirme telaşına düşüyorlar. Bu insanın tarihle teması olmamalı. Ve kimliğin en önemli unsuru, dinle bağı kopmalı. Bu ikisinin yok edilmesi isteniyor ki Harf Devrimi’nin temel amacı da bu!” diyor Ünal. ‘Mevcut alfabe Türkçeyi ifade etmekte yetersiz kalıyordu. Öğrenilmesi zordu!’ iddialarının gerçekle alakası yok ona göre. “Hiçbir millet zor öğreniliyor diye alfabe değiştirmez. Öyle olsa Japonların, Çinlilerin değiştirmesi gerekirdi.”

     

    • Like 1

  13. BÜTÜN KAPILAR KAPANSIN; YALNIZ...

    Üzerlerinde ağır bir halsizlik, yine en yakınlarından iki sahabinin kolunda, Mescide girdiler, minbere çıktılar:

    « - Allah, kullarından birini, dünya ile kendi yakınlığı arasında serbest bıraktı; kul da Allah'ı seçti. »

    Ebû Bekr ağlıyor:

    - Anam, babam, her şeyim Sana feda olsun, ey Allah'ın Rasûlü...

    Sahabiler, haşyet ve dehşetle birbirine bakışırken, Allah'ın Sevgilisi devam ettiler:

    « Sohbetiyle, sevgisiyle, malıyla, canıyla Bana insanlar içinde en büyük yardımcı Ebû Bekr oldu. Eğer dünyadan bir dost seçmek gerekseydi, Ebû Bekr'den başkasını bulamazdım. Fakat onunla aramdaki, sadece İslam kardeşliğidir. »

    Ve heybetler içinde ilave buyurdular:

    « Bugünden sonra Mescide açılan kapıların hepsi kapansın, yalnız Ebû Bekr'inki açık kalsın! »

    Son emanet de Ebû Bekr'e verilmiş oluyordu.

    « Ey Nâs! Kimin arkasına vurdumsa, işte arkam, gelip vursun! Kimin benden alacağı varsa işte malım, gelip alsın! »

    Öğle namazı kılındıktan sonra yine minbere çıkıp aynı sözü tekrarladılar:

    « İşte arkam, işte malım.»

    Üç dirhem alacak iddia eden biri çıktı. Hemen ödediler.

    Arap Yarımadasında tek Müşrik bırakılmamasını ve elçilere saygı gösterilmesini emir buyurdular.

    « Allah'a ısmarladık...»

    Ve Hazret-i Aişe'nin hücresine döndüler.

    Çöle İnen Nur'dan

    (Hz. Peygamber'in son günlerinin anlatıldığı bölümden...)

     

     

     

    Onun kaleminde Hz. Muhammed (sav) yerine Peygamber, Allah Rasûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Rasûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber’e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur’da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi “Muhammed” yerine “M……..” şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl’ın Hz. Peygamber’e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır.

    Başta şiir olmak üzere edebiyatın birçok türünde verdiği eserlerle ve fikrî mücadelesiyle 20. yüzyıl Türk edebiyatında ve fikir hayatında oldukça önemli ve etkin bir konuma sahip olan Necip Fazıl'ın belki gözden kaçan, belki de hayatının ve siyasî mücadelesinin gölgesinde kalan bir hususiyeti de onun son asır edebiyatımızda Hz. Peygamber'i konu alan önemli kalemlerden biri oluşudur.

    kutu_necip_fazil_son.jpgMüslüman bir hayat görüşünü benimsediği 1930'lu yılların ortalarından vefat ettiği tarih olan 1983'e kadar geçen yarım asırlık bir dönemde altmışın üzerinde edebî ve fikrî eser kaleme alan ve bu eserlerinin büyük çoğunluğunda İslam düşüncesini konu edinen Necip Fazıl'da Allah Rasûlü'ne olan sevgi ve bağlılık da üst seviyededir. Şairin, şiirlerini topladığı Çile adlı eserinde Peygamber, Allah'ın Sevgilisi, Ölçü, O, Rütbe gibi Hz. Peygamber'e yazılmış müstakil şiirler mevcuttur. Bunun yanı sıra bazı şiirlerinde de tematik bağlamda olmasa da Hz. Peygamber ismen yer almakta veya O'na atıflar yapılmaktadır.

    Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'den bahseden bu şiirlerini iki temel planda değerlendirmek mümkündür: Hz. Peygamber'in vasıflarını ve kişiliğini övenler ve şairin Peygamber'e olan sevgisini ve bağlılığını ifade edenler. Fakat bu yaklaşımın bu şiirleri kategorize etmek maksadı gütmediğinin ve zaten şiirlerin de böylesi bir kategorizasyona müsade etmediğinin de altını çizmek gerekmektedir. Çünkü bazı şiirlerde bu iki anlam katmanının bir arada yer aldığı da görülmektedir. Mesela Rütbe şiirinde şair;

    "Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutkuluyum!

    Çünkü O'nun kulunun kölesinin kuluyum!"

    derken hem Hz. Peygamber'in şahsına övgüde bulunmakta hem de kendisiyle O'nun arasındaki irtibatı (yani O'na olan bağlılığını) ve bu bağın kendisine kazandırdığı payenin büyüklüğünü dile getirmektedir. Yine Peygamber'i konu alan Ölçü şiirinin ilk mısraında Allah Rasûlü'nü "Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;" hitabıyla anan şair, ikinci mısrada "Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim." diyerek O'na olan sadakatinin derecesini ifade etmektedir.

    Çile'deki bu şiirlerin dışında Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'in hayatını konu edinen ve müstakil bir kitap olarak basılan manzum bir eseri daha vardır. "Esselâm" adını taşıyan ve bir "mevlid denemesi" şeklinde değerlendirilebilecek olan bu eserinde Necip Fazıl, Hz. Peygamber'in dünyevi ömrünün 63 yıllık bir süreyi kapsamasından ilhamla 63 manzumede O'nun hayatının belli başlı noktalarını anlatmaktadır. Kitaba yazdığı Takdim yazısında eserini

    "Umulur ki; bir gün Türk edebiyatı, bu eseri, yeni zamanların İslami tahassüste ilk temel kitabı saysın... Ve destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demek olduğu bu vesileyle görülsün..."

    şeklindeki ifadelerle tanıtan şair diğer taraftan eserinin Mevlid gibi kutsiyet atfedilerek okunması ihtimalinden de ürkmektedir. Ayrıca bu eser 1973 yılında kurulan Büyük Doğu Yayınlarının da birinci kitabı olarak yayınlanmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığı kadarıyla Necip Fazıl, Esselâm'a çok büyük önem vermektedir. Zira kendi ifadesiyle "bu eser, hasret derecesini termometrelere ifade ettirmekten aciz olduğu bir ruh çilesi içinde yazılmaya başlan[mış]" ve "belki daha yakıcı bir çile dürtüşüyle tamamlan[mıştır]."

    Esselâm’ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen Nur’un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm’ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl’ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır.

    Necip Fazıl'ın çok ses getireceğini umduğu bu eseri ne yazık ki şairin beklediği ilgiyi görmemiş ve Necip Fazıl külliyatı arasında en az basılan kitaplardan biri olarak kalmıştır. Hatta şair vefatından kısa bir süre önce kendisiyle yapılan bir söyleşide bu ilgisizliğe şu cümlelerle feryad etmiştir;

    "Benim bir eserim var, Esselâm diye. 63 parçadan ibaret. Rasûlullah'ı anlatıyor. Zaten hayatı da 63 sene. Nerde bu Müslüman nesiller, tahassüsü seven nesiller..."

    Esselâm'ın yaşadığı bu talihsizliğe karşın Necip Fazıl'ın Peygamber'in hayatını konu edinen diğer bir kitabı "Çöle İnen Nur" ise ciddi bir okur ilgisine mazhar olmuş ve edebiyatımızda bu konuda yazılan eserler içinde zamanla kendine önemli bir yer edinmiştir. Esselâm'ın aksine mensur olarak kaleme alınan Çöle İnen Nur'da da Allah Rasûlü'nün hayatı nûr-ı Muhammedî'nin yaratılışından Hz. Peygamber'in vefatına kadar bir bütünlük içerisinde anlatılmaya çalışılmıştır. Eserini bir sanat eseri olarak kurgulayıp kaynak göstermek, vaka atlamamak, kronolojiye tam riayet etmek gibi ilmî kaygılardan uzak bir biçimde yazan Necip Fazıl'ın yöneldiği okur kitlesi de "müminler veya iman istidadında olanlar"dır. Dolayısıyla eser, ispat veya ikna gayesi gütmemekte ve akılcı bir anlayışa hitap etmemektedir. Bu yaklaşımın Necip Fazıl'ın kalemine sanatsal bir serbestlik kazandırdığı ve eserin etki gücünü de arttırdığı görülmektedir.

    Esselâm'ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen Nur'un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm'ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl'ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır. Esselâm'da zaman zaman görülen anlatım kusurları, anlam kopuklukları, sınırlanmışlık ve zorlama kafiyeler gibi problemlere karşın Çöle İnen Nur'da ciddi bir anlatım zenginliği, eserin akışına uygun bir biçimde yol alan bir lirizm ve okuru tatmin edecek bir vaka yoğunluğu görülmektedir. Adeta Necip Fazıl, Esselâm'da anlatmak isteyip de şiirin kalıplarının sebep olduğu çeşitli tasarruflarla özetleyerek veya yoğunlaştırarak geçtiği şeyleri Çöle İnen Nur'da kendini sınırlamadan ifade etmiş gibidir.

    Bu eserlerinin yanı sıra Hz. Peygamber'e hasredilmiş müstakil bir kitap olmasa da İhtilal adlı kitabının da 30 sayfalık bir bölümünde Hz. Peygamber'in inkılaplarını anlatan Necip Fazıl'ın ayrıca Nur Harmanı adlı bir de hadis derlemesi vardır. Bunlardan başka başta Dört Halife olmak üzere, Ezvâc- Tâhirât'tan Hz. Hatice ve Hz. Aişe, Peygamber'in kızı Hz. Fatıma ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'le Aşere-i Mübeşşere'yi oluşturan diğer altı sahabi olmak üzere 80 kadar sahabinin hayatlarından karelerin yer aldığı Peygamber Halkası adlı eser ile Hz. Ali'ye hasredilmiş İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali adlı eser de dolaylı da olsa Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'le ilişkili eserleri arasında sayılabilir.

    Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'i konu edindiği eserlerin dökümünü ve tanıtımını bu şekilde yaptıktan sonra şairin, bu eserlerinde takındığı dikkat çekici birkaç tavır üzerinde durmanın da onun Hz. Peygamber'e yaklaşımını veya O'nu anlatma tarzını açıklamada katkısının olması muhtemeldir. Öncelikle Necip Fazıl'ın, bu eserlerinde Peygamber'e asla adıyla hitap etmeyişi, yalnızca Allah Rasûlü'nün çevresinde bulunan diğer kişilerin ağızlarından aktardığı bazı monolog veya diyaloglarda ve O'nun doğumunu ele aldığı bahislerin isim verme kısmında "Muhammed" lafzını kullanışı dikkat çekicidir. Onun kaleminde Hz. Muhammed yerine Peygamber, Allah Rasûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Rasûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber'e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur'da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi "Muhammed" yerine "M........" şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır.

    Necip Fazıl'ın Peygamber'i anlatma noktasında takındığı diğer bir tavır da O'nu "Müslümanların örnek alması gereken bir rehber veya prototip" olarak tasvir etme çabasıdır. Bu bağlamda Necip Fazıl'ı bu eserleri yazmaya iten sebebin yalnızca Peygamber sevgisi olmadığı, şairin Peygamber'e olan sevgisinin ve bağlılığının yanı sıra okurlarına bir rehber portresi çizme misyonunu da kendisine yükleyerek bu eserleri kaleme aldığı söylenebilir. Hatta bu durum yalnızca Peygamber'e dair anlatılarda değil, sahabilerin hayatlarından alınan karelerde de kendisini göstermektedir. Kısacası Necip Fazıl'ın, yüzyıllardır anlatılagelen vakaların yeni bir tekrarını yapmaktan ötede Peygamber'in yaşantısına dair önemli unsurları çağının insanına ulaştırmayı amaçlayarak bu eserleri kaleme aldığı görülmektedir.

    Son olarak modern edebiyatımızda sayısı ve niteliği gittikçe azalan Hz. Peygamber konulu eserlerin içerisinde Necip Fazıl'ın eserlerinin ciddi bir önem arz ettiği ve Peygamber'in çağrısının ve bundan ziyade örnek şahsiyetinin 20. yüzyıl insanına ulaştırılması noktasında bu eserlerin -Necip Fazıl'ın kitleler üzerindeki etkileyici kişiliğinin de tesiriyle- önemli bir açığı kapattığı söylenebilir.

    Çile'den

    PEYGAMBER

    Sen, fikir kadar güzel;

    Ve tek, birden daha tek!

    Itrını süzmüş ezel;

    Bal sensin, varlık petek...


    Sensin ölüme hisar;

    Bâkisi hep inkisar..

    Sar bizi, çepçevre sar,

    Rahmet rüzgârı etek!..

    (1958)

    Esselâm'dan

    NUR

    Yok bile yokken O vardı;

    O bir nur... Ki mutlak saffet.

    Âdem, Allah'a yalvardı;

    O nur için beni affet!


    Âdem'in alnında bir nur;

    Derken öbür Peygamberde.

    Âyet ki, çıplak okunur;

    Ne bir harf, ne zarf, ne perde.


    Geçti bilmem kaç nesilden,

    O nur, İlâhi daire...

    İbrahim'den İsmail'den,

    Vesaire vesaire...


    O nur, o nur, elde sancak;

    Aktarılır, nebî nebî.

    Bir beklenen var ki, ancak,

    Nurun ezelden sahibi...


    Nur sırdır, ışık üstü sır;

    Vurduğu eşya gölgesiz.

    Onsuz insan kör ve sağır;

    Ülkeler onsuz, ülkesiz.


    Son Peygamber, son Peygamber!

    İlk olunca sona geldi.

    Nur, fezayı tutan çember,

    Ondan gelip O'na geldi.

     

    Kaynaklar
    - Cemile Sümeyra, "Çöle İnen Nur: Önder ve Peygamber", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004
    - M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, Şule Yayınları, Nisan 2000
    - Mustafa Aydoğan, "Şiirin Ufku: Esselâm", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004
    - Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, Aralık 1999
    - Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2006
    - Necip Fazıl Kısakürek, Esselâm, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2005

     

    Fatih Demir

×
×
  • Create New...