Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. Uzadıya izahları okumadım, ama kazası olan nafile namaz kılabilir. Ahmaklık diye de vasıflandırılamaz. Zaten nafile ibadetler mahşerde eksik olan ibadetleri tamamlamak içindir. Usulen mesela akşam namazı vakit namazını eda ettikten sonra varsa kazasını eder akşamın farzını ama evvabin kılmak istiyorsa da kılabilir. Kazayı etmeden de kılar. Boşa gitmek olarak addetmek kör bir yorum. Allah yapılan hiçbir hayrı boşa çıkarmezken..


  2. "Bedenimize dokunma" diye Taksim meydanında seslerini yükselten merdiven altı cemiyetini yine duyarlılığa davet ediyorum.

     

    İğrenç bir manzara. Havsalam almıyor. Bu insandan çıkmış varlıkların insafını, vicdanını sorgulamak fuzuli zaman. Şimdi düşünüyor musun "recm" nedir lazımdır, "kısasta neden hayat" buyurmuş Mevlam. Damarlarında azgınlığın kıl gezdiği bu mankurt nesli bu denli zıvanadan çıkartan basını-medyayı da kutluyorum. Şuur altına yıllardır tesir edemeyen mütefekkirler, yaşasaydılar da görseydiler başaran nasıl başarıyor.(!) Bugünun mermer bilinç altına dinden, imandan ve ahlaktan başka her şey sızar olmuş, sadece iyiye güzele yer yok. Bacak arası tacirliğin ucuz acılısı. Acınacak haldeyiz.

     

    Geçen Anadolu Gençlik'in Suriye resim sergisi vardı. Parçalandım. Baasçıların kollarına girip götürdüğü cellabe içinde filiz gibi bir kadın. Akıbet malum.

     

    Bir kadın televizyona haykırıyor; "Ey Müslümanlar, madem silah gönderemiyorsunuz bari doğum kontrol hapları gönderin!"

     

    Gözlerim doldu. İnsanlığımdan iğrendim. Tamam mutlak adalet tecelli edecek ve son mahkeme gerçekleşecek ama bu kadar da tevekkül fazla değil mi?! Marx'ın dediği "din afyondur" bence tam anlamıyla bu.

     

     

     


  3. Seks Pisliklerini, Ahlaksızlık ve İffetsizliği Niçin Protesto Etmiyoruz?
    Mehmet Şevket Eygi
    19 Nisan 2013

     

    Öncelikle Sünnî Müslümanların sorumlularını protesto ediyorum. Ehl-i Sünnet Müslümanları bu ülkenin çoğunluğunu oluşturmaktadır. Onlar iyi olursa ülke de iyi olur, onlar iyi olamazlar ve vazifelerini yapmazlarsa ülke kötü olur.

    Sünnî halktan çok, onların başını çeken muhteremlere hitap ediyorum ve soruyorum: Bugünkü ahlaksızlık, faziletsizlik, iffetsizlik, müstehcenlik, şehvet yangınları, fuhşiyyat karşısında niçin susuyoruz?

    Türkiyemizde ahlaksızlık lağımları patladı; büyük sayıda çocuğumuz, gencimiz, insanımız pislikler ve pis kokular içinde yaşıyor.

    Marmara bölgesindeki önemli bir şehrimizde 13 yaşındaki öğrenci bir kıza 29 kişi tecavüz etti, kız durumu aylarca gizledi, sonra okulda ağzından kaçırdı.

    Daha önce Mardinde 12 yaşında bir kızın başına böyle toplu bir tecavüz felaketi gelmişti.

    Hindistanda toplu tecavüzler oluyor, yer yerinden oynuyor, yüz milyonlarca insan protesto ediyor ama Müslüman Türkiyede yeterli protesto, kınama ve lanetleme yok.

    Birtakım gazetelerden, tv ekranlarından şehvet, fuhuş ve seks pislikleri akıyor milyonlarca Müslüman evinin içine.

    Müslümanların bütün bu pislikleri yeteri ve gereği kadar protesto ettiğine inanıyor musunuz?

    Feministlerin topuna Müslümanına, Kemalistine, dindarına, ateistine, sağcısına, solcusuna, hepsine birden soruyorum: Devlet TC’li fahişelik vesikalarıyla yasal seks köleliği yapılmasına izin veriyor. Yasal seksten KDV ve gelir vergisi alıyor, bu haram paraları bütçesine koyuyor. Yasal seks köleliği evlerinin önünde resmî polisler güvenliği sağlıyor. Pek yakın bir tarihte Türkiye genelevler imparatoriçesi Madama resmî törenlerle vergi ödülleri verildi. Bu rezaletler, bu iğrenç kölelikler karşısında niçin susuyorsunuz? Bunları niçin güçlü ve etkili şekilde protesto etmiyorsunuz?

    En başta sayın Diyanet İşleri Başkanlığına soruyorum:

    İslam, devletin resmî vesikalarıyla yasal seks köleliği yapılmasına izin verir mi? Bu sorunun cevabını vermek için elbette din alimi, fakih olmak gerekmez. İslam böyle bir rezalete, böyle bir köleliğe asla yeşil ışık yakmaz. Öyleyse bu utanç verici hali Diyanet niçin münasip, fakat enerjik şekilde protesto etmiyor?

    Bırakın şu veya bu köşedeki yasal, vergili, korumalı, hijyenik (!) fuhuş evlerini; ülkenin büyük bir kısmı fuhuş yuvasına dönmüştür. Geçen sene Bursa Emniyet müdürü, elimizden hiçbir şey gelmiyor, gece karanlık basınca Kültür Parkı bir açık hava fuhuş yuvası haline geliyor diye feryat etmedi mi?

    M. Kemal Paşa, İsmet Paşa, Celal Bayar, 27 Mayıs, 12 Eylül devirlerinde bile suç olan zina şimdi niçin serbesttir?

    Bir İslam ülkesinde çocuklar, eskiden 12 yaşındayken buluğa ererken şimdi 9 yaşında eriyorsa orada anormal bir gidişat var demektir.

    1960’a kadar Türkiyenin otellerinde, beraber gelip tek bir oda isteyen çiftlere evlilik cüzdanı soruluyordu.

    Halka haber vermekle yükümlü gazetelerdeki bu müstehcen resimler, bu seks furyası normal midir?

    Bunca zengin, güçlü, imkanlı, fırsatlı Müslüman bugünkü ahlaksızlık ve iffetsizlik ile niçin mücadele etmiyor?

    Diyanet niçin mücadele etmiyor?

    Cuma hutbelerinde niçin ahlaksızlık, iffetsizlik, seks azgınlığı, fuhşiyyat aleyhinde zehir zemberek hutbeler okunmuyor.

    13 yaşındaki bir kız öğrenciye 29 kişinin tecavüz etmesi skandalı patlayınca niçin bütün memleket ayağa kalkmıyor?

    Bazı tv kanallarından Müslüman evlerinin içine fuhuş, şehvet, müstehcenlik, âdilik lağımları akıyor. Bu pisliklere karşı niçin sessiz kalıyoruz?

    Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan bütün hocaların, şeyhlerin, kanaat önderlerinin, yazarların ellerinden öperim ama marufu emr, münkeri nehy farzını tatil edenleri doğrusu kınıyorum.

    Bu ahlaksızlık, bu faziletsizlik, bu iffetsizlik, bu yaygın ve yoğun fuhşiyyat, bu seks lağımlarının patlaması, bu müstehcen neşriyat furyası, bu yasal seks köleliği, bu 13 yaşındaki kıza 29 azgının tecavüz etmesi olayları, ülkeyi modern Sodom ve Gomoreye çeviren bunca rezillik, bu zinanın suç sayılmaması böyle sürer giderse (haber veriyor ve uyarıyorum) başımıza afetler ve felaketler gelir. Azap gelince sadece günahkarların üzerine gelmez, toptan gelir, kurunun yanında yaş da yanar.

    Hürriyet var, niçin protesto etmiyoruz?

    Niçin Hint Mecusileri kadar bile olamıyoruz.


  4. Necip Fazıl Kısakürek; Dasitani bir hayat, anne karnını andırır bir idrâk fırtınası içerisinde doğumdan ölüme efendisinin ‘Ol’ emrine muhatap olan köle gibi ‘Ol’ ma istidat ve aksiyonu üzere ömrünü feda eden zat… Öncülerden, diriltici nefesi muştulayanlardan, aşkın ve sadakatin üstüne örtülen perdeyi bir celsede silkip attıktan sonra ferhat misali, mermerden dağa kazma vurmanın imkânsızlığı ve ümitsizliği üzerinden edebiyat ve davam adamlığı yapanlara karşın hohlaya hohlaya buz dağını eriten, iğneyle dahi olsa mermerden kayaları paramparça eden, ululaması da tenkit edilmesi de ehline ait olan zat…

     

    Tarih, 26 Mayıs 1905 ve İstanbul… Bir Perşembe günü yeryüzüne doğuş… Dedesi İstanbul’un meşhur kadılardan Maraşlı Kısakürekzâde Mehmet Hilmi Efendi, babası Abdülbaki Fazıl Bey… Abdülbaki Fazıl Bey Mekteb-i Hukuk mezunu olup Bursa'da âzâ mülazımlığı, Gebze savcılığı ve ömrünün son yıllarında Kadıköy hâkimliği görevlerinde bulunmuş annesi Girit muhacirlerinden Mediha Hanım Girit muhacirlerinden, soyu Maraş'taki Dulkadiroğulları'na bağlı Kısakürekler soyuna mensup Mevlâna Bektut'a kadar…

     

    Necip Fazıl Kısakürek; şiir, fikirde ilk belirişler… Şiirle olgunlaşan ruh, ilk şiirlerde anne teşvikleri ve adından Yeni Mecmua'da yayımlanış, bir nevi şair olarak ilk meşruiyet duruşu. Sonrası Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergileri, ardından Paris dönüşü yayımlanan Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları… Şiir çevrelerinden muhteşem zuhur ve meşhur edebiyatçılardan yüksek ilgi, ‘Bu sesi nereden yakaladın çocuk’… Ben ve Ötesi (1932) ile fikrin içteki sancılarla beynini parçalamaya başladığı dönemler…

     

    Felsefe eğitimi, Batı tefekkürü üzere ciddi araştırma ve ihtisaslar… Sancılar, sancılar, ruh acıkınca doymak için bir mecra arar. Doyurulacak ruh Necip Fazıl’ın olunca, işler en ince noktada, keskin kılıç misali en yüksek tecridde… Tarih 1933-34’ler zifiri karanlığa güneş aydınlığının imsakla başlayan aydınlatması misali doğum hali… O ve Ben ile dile getirdiği muhteşem karşılaşma, 1920’lerden itibaren bütün hayatı ve ruhları ele geçiren karanlığa nisbeten; ruhları ferahlatan, fikirleri yeniden nizam edici aşkı üfleyen Abdülhakim Arvasi… Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi ile fikirde ve aksiyonda birlikte olması Arvasi Hazretlerinin vefatına kadar devam eder.

     

    İlk dergi Ağaç, Yeni Dünya Düzeni ve Beklenen Dünya İnkılâbının fikirde belirişleri, Anadolu’ya fikirde inşayı tedai eden Söğütten mülhem Ağaç çıkışı… İlerleyen dönem ve çağa vurulacak mührün adı; Büyük Doğu Dergisi, İlk nüveler ilk eserler… Artık tehditlerin bini bin para. Her bir yazı, rejim muhalefeti gerekçesiyle mahkûmiyet almakta… Zindanlar artık Necip Fazıla nikâhlıdır… Büyük Doğu Dergisi çıktığı gün, toplatılma rekoru ile yayınını ve rejimle olan hesaplaşmasını en yüksek dozda sürdürmeye başlar… Medeniyete nizam verecek, fikre ve yitik anlayışa yeniden hak ettiği mana ve değeri kazandıracak olan idealin üstünde ki tozları, perdeleri, karmaşıklığı andıran süslü püslü parçacıkları tek tek bu dergi vasıtası ile Necip Fazıl silkeleyip atacaktır. Öyle ki kaba softa ve ham yobazın elinde manasını kaybetmiş hakikatler bir bir aslı yerine yeniden oturacak ve bu Büyük Doğu ideali olarak şekillenecektir.

     

    Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazıların Yeni İstanbul, Son Posta, Babıâli’de Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlanışı… Her biri tarihi vesika hükmünde Büyük Doğu dergileri ile fikirde, ahlakta, şuurda olgunlaşma ve cemiyet ruhu üzerinde hâkim tavra eriş… En üst seviyeden telkinler, Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear adlarla dergiyi zirveye taşıyış… Sonrası aç olan ruhlara ilaç misali ve doktorun hastanın ayağına ‘şifa niyetine’ gitmesi denk bir örneklikle Anadolu konferansları… Fikirde ve ruhta şahlanış, iman ve aksiyon bahsinde yenileniş…

     

    1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı(1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) alış ve beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanış… Lakin onun gözü hep büyük sanatkârlıkta… O’nun ifadesiyle “Ver cüceye onun olsun şairlik-Benim gözüm büyük sanatkârlıkta”

     

    Necip Fazıl Kısakürek; “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun “oluş” ıstırabını, İslâm’ın hakikatine nispetle heykelleştiren adam!..”(S.M) Mütefekkir açlığının çekildiği, iyi insanların iyi atlara binip gittiği, çağın düştüğü-düşürüldüğü buhran içerisinde çarenin İslâm olduğunu haykıran, İslâm denilince derme çatma fukara kulübelerden başka bir şey gösterilmeyen bir dünyada ‘İslâm’a Muhatap Anlayış Davasını’ yenileyerek İslâm davasının yerli yerine oturtan adam… O’nun diliyle mana şu;

     

    “ *İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.

     

    * Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek...

     

    * Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.

     

    * İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi... Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik...”(N.F.K)

     

    Bu mana çerçevesinde; başta İdeolocya Örgüsü (1959) olmak üzere fikir eserleriyle inanç-kültür-dava hayatımıza verdiği büyük hizmet, diğer tüm yönlerini bile geride bırakacak üstünlüktedir. Nitekim onu sadece şair diye öve öve bitiremeyenler, aslında içlerinde ki ihaneti, samimiyetsizliği ve Necip Fazıla karşı nefretlerini açığa çıkarmaktadırlar ki gayeleri onun dünya çapında inkılâba yol açacak Büyük Doğu Fikrini âdeme mahkûm etmek ve Necip Fazılı şiir yazmaktan başka bir şey yapmayan şiirlerden başka bir eseri olmayan yazar seviyesinde tutmaktır. Oysa Üstadın bir adet şiir kitabı mevcutken fikri eserleri 100’ün üzerindedir. Hal böyle olunca Necip Fazıl Kısakürek’in ‘içte yobazı dışta küfrü’ imha edici keramet çapında tecrid terleri dökmesi ve “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! /Heybem hayat dolu, deste ve yumak. /Sen, bütün dalların birleştiği kök; / Biricik meselem, Sonsuza varmak...” dizleriyle memuriyetini ifade etmesi kaçınılmaz olur.

     

    Gizlenen veya gizlenmek istenen onun dünya çapında bir inkılâbın rüyasına yatmış olması ve varlığını bu çapta bir inkılâba adamış olmasıdır. “Dünyanın beklediği bu inkılâp, üç daire halinde... Dış daire dünya, içindeki daire İslâm Âlemi, onunda içinde Türkiye... Asıl Türkiye... Merkez Türkiye... Şimdi İnkılâp kelimesini ele alalım! Bu kelimenin yeni uydurukçacılara göre mukabili devrim… Hâlbuki nerede devrim, nerede inkılâp? Devrim, -isminden de belli- bir şeyi devirmek mânâsına geliyor. Hâlbuki inkılâp devirmek değil, dikmektir. Yüz bin beygir gücünde bir tankı sürerseniz her şeyi devire devire geçer... Ama düzeni kurmuş olmaz. İnkılâp düzeni kurmaktır, devirmek değil... Ve bir bina yapmak için eskisi devrilir, yenisi uğrunda... Bizde son zamanlarda, son yarım asır içinde, bütün hakikatlerle beraber mefhumlar da gürültüye gitmiştir. Kelimede bile gerçek inkılâbı kaybetmiş bulunuyoruz. Evet; asıl İslâm Âlemi ve asıl Türkiye; beşeriyete gerçek eczahaneyi getirecek, vitrinlerinde gerçek devayı belirtecek büyük inkılâba memur... Tek mesele, varlık hikmetinde... Niçin varım? Mes'elelerin mes'elesi...”(Dünya Bir İnkılâp Bekliyor)

     

    Necip Fazıl Kısakürek; Cinnet Müstatili. Davasının çile ve ızdırabına katlanıcı iman zevki ve aksiyon idrakine sahip olma neticesi; hapis hayatları, tek parti zindanları, demokrat parti zindanları, Kemalist tahammülsüzlüğün baskıları, batıcı mana dolandırıcılarının âdeme mahkûm etme tavırları, ham yobaz kaba softanın ipe sapa gelmez hezeyanları, gıybetleri, hasetlikleri… Onca hal içerisinde Büyük Doğu idealini lif lif işlemeler… Eserine, mücerred fikri en titiz sanatkârlara has nakış nakış döşemeler… Batı ve Batıcıların zihni iğdiş eden program ve projelerine karşı zihni inşa ve ibda eden bir anlayışla meydan yerine dikiliş… Rejimin tahammülsüzlüğü ayyuka çıkacak derecede kindar ve öcü çapında… Bu merhalede Sultan Abdulhamid Han’dan Vahiduddin Han’a, İttihat ve Terakki’den CHP’ye yakın tarihin yalanlarının deşifre edilişi ve sahte kahramanların sorgulanışı. Zaman zaman hakiki kahramana dair gençlik hareketlerini yoklayış… Maraş’tan Kars’a, Rize’den Kastamonu’ya İstanbul’dan İzmir’e yeni bir ruhi hamle peşinde, Büyük Doğu İdeolocyası ile Batı tefekkürünün ve tarihinin hesaba çekilişi… Rejimde panikler, ilk tepki aşağılama ve yok etme, ikincisi sahtesini üretme ve sulandırma, üçüncüsü Büyük Doğu Davasının savunucularını mahkûmiyetlerle etkisizleştirme… Dava taşını yerli yerine oturtma işi ise Necip Fazıla Memuriyet… Bayrağı aldığı yerden ve yere düşürmeden, daha yükseğe en yükseğe yükseltmeye memur ve yine bayrağı kendisinin yolunu gözlediği-kendisinin yolunu gözleyen gence teslim etmeye mecbur bir vazife… Müjdelerin Müjdesi Necip Fazılın diliyle şu; Dava taşını yerli yerine oturtma işi ise Necip Fazıla Memuriyet… Bayrağı aldığı yerden ve yere düşürmeden, daha yükseğe en yükseğe yükseltmeye memur ve yine bayrağı kendisinin yolunu gözlediği-kendisinin yolunu gözleyen gence teslim etmeye mecbur bir vazife… “Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım” Müjdelerin Müjdesi ile karşılanan bu genç-gençlerin hikayesi Necip Fazılın diliyle şu;

     

    “Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan ışık fışkırdı... Daima böyledir. İlâhî tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir. Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramızdaki ezelî yakınlığa şahit olduğum gençlerden...”

     

    Necip Fazıl Kısakürek; Yağmurcu misali iz peşinde, bir genç arar gençliğe köprübaşı ve gençliği peşinden sürükleyen genç pusuda… Çile ve ızdırab, her şeyin kuytulaştığı, karanlığa doğru istikamet aldığı bir dem, 1972’ler. Bir genç pişmekten beter ızdırablara gark olmuş halde, çile şiirini yaşayan tanık gibi, ideolocyanın şekillendirdiği ‘derin müslüman’ şemail ve ruhuna tekne olur gibi, bir akşam O’nun kapısında… O, dar bir vakit, ‘sen beni mahvettin’ öfke ve duygu seline uğramış olmanın şaşkınlığı ile yıllar sonra Cahit Zarifoğlu’nda hatırlar bu hitabı… Lakin Cahit Zarifoğlu bahsi geçen kişinin kendisinin olmadığını Mavera’dan ilan eder…

     

    Kuru sıkı pohpohtan ziyade, mücerret fikir istidadı ve aksiyoner mizacı ile Necip Fazıl Kısakürek’i peşinden sürükleyen genç 1975’ler itibarı ile hem cemiyet meydanında hem de Necip Fazıl’ın göz önündedir. 1979 sırlar sırrına muhatap bir yıl, o sırrın bir tezahürü 1989 Akdoğuş iken diğer tezahürü 1999 yılıdır… Her bir sahne farklı farklı cereyan eder ve sırlar sırrı 2009’da 2010’da halen muazzam oluş tezahürleri ile sürmektedir. O genç Salih Mirzabeyoğlu’dur ve bir başka sır, bu isim üzerinden yeryüzünü kuşatıcı haliyle vuku bulur. Necip Fazıl Mayıs 1983’te vefat eder ve Salih Mirzabeyoğlu o yıl 33 yaşındadır ve doğum ayı tıpkı Necip Fazıl gibi Mayıs ayıdır.

     

    Necip Fazıl Kısakürek; İslâm aşkıyla, Resul aşkıyla, Ümmetin devletsizlikten gelen sıkıntılarıyla kavrulmaktan “Bir fikir ki sıcak yarada kezzap” şuuruyla gençliğin peşinde… "Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" şuurunda bir gençlik... Ruh avcısı Necip Fazıl o gençlikte aradıklarını şöyle sıralar; “Ruhu, maddesi, diyalektiği, nefret ve aşk hedefleriyle kuşatılacak ve teçhizatlandırılacak bu gençliğin, ilk (aksiyon) farikası da, gayet hareketli, seyyar, seyyal, çevik, gözükara ve hudutsuz fedakâr olması...”(İhtilal)

     

    Hicri 1400 yılına denk gelen buluşma, dünya sahte bir İslâm İnkılâbı ile çalkalanmakta… İran’da Farisiler, Ehl’i Sünnet Ve’l Cemaat yolundan ayrılmış olmanın şekillendirdiği ‘Şiilik’ merkezli bir rejim değişikliği gerçekleştirirler. Bütün ülkelerde yükselen İslâm heyecanı bu sahte İslâm inkılâbı vasıtasıyla bir daha açığa çıkar. Sahtesinin bile ruhlarda açığa çıkardığı bu heyacan, bu İslâma ve adalete susamışlık; asılı ortaya koyacak kadroyu, gerçek İslâm inkılâbını gerçekleştirecek kadroyu daha bir perçinler ve 1976’lardan başlayan organize hareketlilik ‘devlet’ mantığı çerçevesinde Akıncı adlandırması ile AK-GÜÇ, AKINCI GÜÇ, Raporlar şeklinde iyice su yüzüne çıkar…

     

    Sonrası; ‘Onlar benim ardımdan gelmeyecek ben onların ardından gideceğim’ övgüsünde istikamet bulan bu gençler Necip Fazıl’ın vefatından sonra, 1984 yılında İBDA’yı kurar ve en son İBDA adıyla şekillenirler. Davalarını özetleyen şu ifadeler o gençlere ait “Güya İslâm adına çırpıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak «Ehl-i Sünnet» itikadıyla mümkündür; Büyük Doğu-İbda, bu davanın hem tespitçisi ve hem de dünyada “İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik” mevzuundaki tek «sistem» terkibidir!..” (S.M)

     

    Üç ışık; İman-Fikir-Aksiyon, Abdulhâkim Arvasi-Necip Fazıl Kısakürek-Salih Mirzabeyoğlu… Bir ve aynı, birbiriyle içice… Ahir zaman sahneleri; Mü’min’in peşinde türlü musibet, zillet, illet ve kıllet… Üç ışık-Üç nur; üç otuz-1920-2010… “İnkılâba dayanmış saatler döne döne”

     

    Sezai Kırlangıç

     

    MÜJDE

     

     

    O gün bir kanlı şafak, gökten üflenen ateş;

    Birden, dağın sırtında atlılar belirecek.

    Atlılar put şehrine gediklerden girecek;

    Bir şehir ki, orada insan ayaküstü leş.

     

    Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş;

    Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek.

    Ve bir devrim, evvelâ devrimi devirecek.

    Her şey birbirine denk, her şey birbirine eş.

     

    Fertle toplum arası kalkacak artık güreş;

    Herkes tek tek sırtına toplumu bindirecek.

    Gökler iki şak olmuş haberi bildirecek.

    Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş!

     


  5. Ramazan Dikmen telefon ediyor

     

    _Cahit abi nasılsın?

     

    Her zamanki yeri, Akabe'de.

     

    _Ne olsun Ahmet Sağlam'la oturmuş karşılıklı konuşuyoruz. (Ahmet Sağlam Zarifoğlu'nun müstear adı.)

     

    Ağaçtan düşmüş çocuğa döndüm diyor merhum Dikmen ve telefonu kapatır kapatmaz Cahit abinin yanına gidiyor. Yalnızlık çok zor Aleaddin abi.

     

    Oturduk konuştuk diyor uzun vakit.

     

    "Unutulmuşluklar", neyi nasıl ve ne güzel unuttuğumuzu çok acı bir şekilde yer yer sesli gülmeme sebep olacak tarzda bam tellerimi sökerek okuttu kendini.

     

    Yukarıda alıntıladığım o ufak diyalog..Cahit abinin ne de derin izleri ve garip mizacını gösteriyor. Ahmet Sağlam'la oturduk konuşuyoruz. Bir insan kendine bu kadar yakışır.


  6. Murat TÜRKER



    Sünnet’le problem yaşamak ve Sünnet’i –korunup korunmadığını speküle ederek- hayatın dışına itmek âdiyattan bir arıza oldu zaten ama şimdi bir de ‘nurtopu’ (!) gibi bir tarihselcilik meselemiz var! Tabi yeni bir mesele-gündem değil bu ama her geçen gün görünür-görünmez etkileriyle müessiriyetini daha fazla hissettiriyor.


    Ehline mâlûmdur ama biz yine de kısaca zikredelim; ‘tarihselcilik’ derken, Kur’an’ın hükümlerinin yerel-bölgesel ve nazil olduğu dönemle sınırlı olduğu görüşünü savunan, dolayısıyla vahyin zaman-mekân üstü olduğu hakikatini nefyedip inkâr eden bir yaklaşımdan söz etmiş oluyoruz.


    Bunlar elbette -tıpkı diğer bid’at ehlinde de gözlendiği gibi- yekpare bir bütün değiller. Aralarında mahiyet farkı olmasa da derece farkı var. İçlerinde Kur’an’ın Allah kelamı mı, yoksa Allah kelamının yansıması mı olduğu son derece tartışmalı olduğundan Kur’an’ı kutsal kitap olarak nitelendirmek daima sorunludur. Modernizm kendi kural ve değerlerini yerleştirerek her şeyi tersine çevirdi. Müslümanların ek olarak Kur’an’la alakalı değişim ve yenilik fenomeni üzerinde düşünmeleri gerekti. Çünkü Kur’an vahyi hayatın hiçbir alanında güne uymuyordu. Kur’an ne güncel kavramlarla konuşmakta ne de güncel sorunları irdelemekte. Bu nedenle Kur’an’ın vahyi ile güncel dış dünya arasında birebir bağlantı bulunmamakta…” diyecek kadar ‘uçmuş olanlar’ bulunduğu gibi, nisbeten daha mutedil yaklaşım sergileyenler de mevcut.


    Bu düşünceyi ve savunucularını konuşmak değil amacımız. Başka bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Tarihselcilik meselesini, tamamen ilim camiasına has teknik bir mesele olarak görmek, bu doktrinin ‘sokağa inmediği’ düşüncesini benimsemek çok doğru bir tahlil olarak görünmüyor. Değişik türevleriyle bugünün ‘muhafazakâr’ları da bu tezden payına düşeni ne yazık ki almış durumdadır.


    Elbette teknik olarak bu tezin ana çerçevesi savunulmuyor; hatta gündeme geldiğinde şiddetle reddediliyor ama önemli soru şudur: Acaba bilinçaltımız da dilimiz kadar net ve keskin bir şekilde bu ‘nevzuhur’ yaklaşıma muhalefet edebiliyor mu? Yoksa modern çağın üzerimizdeki arızalı tezahürlerinden biri de, farkında olmadan hadiselere bir tarihselci yordamıyla yaklaşıyor olmak mıdır!?


    İslâm’ın siyaset teorisinden tutunuz da, Din’in ahkâm boyutunun güncelliğine kadar; Sünnet’le sabit olmuş hükümlerden alınız, Din’in hayatın işleyişine müdahale ettiği tüm ünitelere kadar, kaçımız eşya ve hadiseleri serapa müslümanca okuyabiliyor?


    Din’in hükümleri –özellikle zihin konforumuza müdahale eden hükümleri- söz konusu olduğunda, “Bu devirde de bu olur muymuş canım!” bayağılığı, kaç Müslüman zihinde karşılık buluyor!?


    Kaç Müslüman, kafasında ‘siyasetsiz bir Din’ anlayışı yaşatıyor?


    Kaç Müslüman, ‘kalemle cihad’ daraltmacılığına sahip çıkıyor?


    Kaç mü’min, İslâm’ın emirlerini modern ezberine ilişmemesi şartıyla benimsiyor?


    Muamelatsız bir Din algısını ‘sorun’ olarak görmeyen kaç ‘dinî cemaatimiz’ var?


    “Dinin devlet talebi olmadığı” dolmasını kaçımız yutmuş bulunuyoruz?


    Kaçımızın ruh dünyasında, İslâm’ın bir ‘tapınak dini’ne çevrilmiş bulunması herhangi bir ‘huzursuzluk’ meydana getirmiyor?


    Yoksa bu konuları ‘netameli’, zihin konforumuza ilişen ve güncelliğini yitirmiş konular olarak mı görüyoruz!?


    Ne o “Bunlar geçmişte kaldı!” iddiası bize de cazip mi geliyor!?


    Öyleyse mezkûr ‘tarihselcilik’ virüsünden az da olsa kapmışız demektir!


    İşte tam da bu yüzden: Tarihselcilik içimizde!



    Darul Hikme



  7. Bir cümlemi alıp mayoz bölünme gibi nasıl fikirler türüyor hayret. Kimse kimseyi fikrinden ötürü infaz edemez. Saygı duymak zorundasınız. İçselleştirmişim ya da adam asarmışım.Hıhı.

     

    Ben müslüman Türk'üm.Bu ne kafa tasçılık ne de ırkını yüceltmedir. Osmanlıca da görürüm okurum, yeri geldi mi şeriatı da en alasından savunurum. Şurada iki cümleden nerdeyse Türkan Saylan'ın varisçisi ilan edileceğim. Fikirlerinizi mübalağa etmeden savunmasını biliniz. Sert, köşeli konuşmak marifet değil. Dersim de olmuştur Mamak da.Evet hatalar oldu yadsımam bunu, Osmanlım benim gayet ideal bir devlet de yürütmüştür. Ve evet islami esas onun için yegane kıstastı. Tebaa ırkıyla değil diniyle ayrı-gayrı tutulurdu.

     

    21. yüzyıl her ne kadar kabul etmesniz de bu devletin rejimi cumhuriyet ve ırkı Türklük'ür.

     

    Osmanoğulları'nın kökeni neydi araştırır mısınız? Bu adamlar nereden nasıl geldiler? Talas savaşı diye bir tarih var.

     

    Meselelere duygusal bakıyorsunuz. Bu halk tepkisinde haklıdır. Koca devletin milyonlarca nufusunun hepsi muhafazakar değil. Daha cumhuriyet eden gitti teraneleri soğumadan adamın elinden kimliğini alıyorsun. Ve bunu İmralı istiyor diye bir pazarlık gereği yapıyorsun. Benim gidip geldiğim nokta PKK ile diyalog sonrası gelinen-alınan bu aşama. Benim gard aldığım mecra belli.

     

    Malcom X asla ne asılacak ne sürülecek adamdır.O dininin savasını verdi. Bugün bu coğrafyada yapılmaya çalışılan başka, etnik kökenimi benim yok etmeye çalışıyorlar. Ben mukeddasatçı Türk'üm. Bunu sizin kafanız ırkçılık olarak algılayacaksa hiç de değiştirme çabası içinde olmayacağım.

     

    Demek birilerinin mücerred fikrine müşahhas bir mümessil teşkil ettim. Tongaya geldim ha.

     

    Saygılar arkadaşım saygılar


  8. Ne sanıyorsunuz T.C kalkınca islam yahud şeriat devleti mi olacağız? Mısır'a ziyaretinde laikliği tavsiye eden, laiklikten korkmayın diyen bir lderimiz var. Kaç dönemdir hükümet başta böyle bir yaptırım şimdiye kadar neden olmadı? Bu söylem biz islam dinine tabi olalım şeriatle anılalım diye değil. Perde arkasında gizli anlaşmalar var, sen ödün ver ben çekileyim mantığı var. Bana öyle geliyor ki sadece T.C ile de kalmayacak.

     

    Ben Anadolu'mda dağda Ne Mutlu Türküm Diyene yazısını okumaktan mesudum, Türk vasfından mesudum. Osmanlı zamanında fetihler sonrası insanlar islama girdiğinde müslüman oldum değil Türk oldum diyorlardı. Bu kimlik böyle birbirini özümsemiştir. Allah bizi islam kimliğimizle yargılayacak o ayrı. Ama düşünsenize Türkiye Cumhuriyeti kalktı ya hu senin devletinin rejimi ne sen ne devletisin? Yok ortada etiket yok. Hem Türkiye demesiyle sadece bu toprak türklere has kılınmamış ki, senin ta ilk Anadolu'ya giriş tarihine bak myle bir güzel yaşanmış ki.. Bunu çizgiden çıkaran kürtler oldu.Daha ilerlemiş hali PKK. Belki de bir düşünürün dediği gibi devletin tek hatası kürtleri asimile etmemesş oldu.

     

    Nevruz kutlamalarında o haller neydi? Ben kesinlikle bu hususta musamahalı düşünmüyorum. Siyasi bir ataktır ve kesinlikle İmralı ile görüşmelerinin neticesi alınan bir karar. Ve halk tepkisinde haklıdır bu halk kendini bildi bileli Türk'tü. Cumhuriyet yeni yetme gayr-ı meşru..Savunmam ona değil umarım anlıyorsunuz.


  9. Bahsi bayramlar dolayısıyla ele almayacağım ama hükümetin İmralı ile arayı bulma sürecinde bir takım bizi biz yapan değerlerden ödün verme şartı koşulmuş gibime geliyor. Muharrem İnce'nin Abbas Güçlü programında dediği gibi sanki onlar bize cumhuriyeti sil yok et biz de bu terörü durduralım demişler. Elbette cumhuriyet rejiminin savunmuyorum. Yasada değişmez maddeler vardır, ben muhafazakar milliyetçi olarak ne dilim, ne bayrağım ne de T.C lafına zeval gelsin istemem. Türklük'te gelen zaaf diğerlerini sıraya dizecektir. Kürt çözümünde bu denli tavizi hiç hoş karşılamıyorum. Putçuluk değil bence bizi biz yapan değerler iki üç kansızın lafıyla kitabın dışında kalmamalı.


  10. Sıcacık, samimi, içleri ısıtan bir yazı. Okurken düşündüm de sevilmekten ziyade sevmekmiş asıl ihtiyaç. Yani bana göre. Bu ilahi hasse ve insan olmanın gereği olan gönlün biricik aşı. Allah'dan gelim Allah'a gidiş. Varlık muhabbet uğruna yaratıldıysa pek de başka hasis hislere yer vermemeli. Size hediyem olsun gönüldaşlarım..
    Bütün sevgilerin, dostlukların söylenmesi gerektiğini -çok önemli bir vecize halinde- ilk olarak Fethi Gemuhluoğlu’ndan duymuş ve benimsemiştim. O yüzden de yazı hayatımda tenkidi değil, daha çok tebliği ve sevdiklerimi öne çıkarmayı tercih etmişimdir. Yoksa tenkit edilecek o kadar çok şey var ki dünyada, bunları saymak ve onlarla baş etmek imkânsız gibidir. Bu yüzden rahmetli Ekrem Ocaklı da şairi meçhul şu beyti sık tekrar ederdi:
    “Biz muhibb-i kameriz, devri kamerden söyle”...
    Kim neyin dostuysa ondan söz eder elbette; dervişin fikri neyse zikri odur derler ya...
    Dostlukları kurmak kadar korumak ve sürdürmek de önemlidir. Bunun için zaman ister, emek ister. Dostlukların sözden öze geçmesi için ruh akrabalığı ve gönül beraberliği lazım. Bunlar da kolay bulunmuyor. O yüzden dostlukların bir kısmı kısa ömürlü oluyor...
    Yazarlarla okuyucularının buluşma yerleri eskiden kabul evleri, kitabevleri, yayın ve üniversi-te çevresindeki kahve ve kıraathanelerdi. Çok daha eskiden semai kahvelerinde âşıklar bulu-şur, karşılıklı şiirler söyleyip saz eşliğinde yeni ezgilerini dile getirirlermiş… Tabii bir de tekke ve zâviyelerde toplanarak zikir yapanlar, zikir öncesinde veya sonrasında şiirler, ilâhiler okuyanlar da varmış… Bütün bunlar artık kültür tarihimize ait hatıralar olarak kaldı.
    MARMARA KIRAATHANESİ DOSTLUKLARI
    Bugün okur-yazarların buluşma yerleri haline gelen fuarlarla konferans salonları, bulunmaz sohbet mekânları gibidir. Televizyon kanalları yüzünden misafirliklerin bile anlamı kalmayan evlerde ne kadar kitap okunduğu şüpheli. Bu ortamda okur-yazarların böyle imkân ve fırsatların kadrini bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü 28 Şubat’tan sonra kışlaya dön-dürülen üniversitelerin çok azında fikir hürriyetinden söz edilebilir. Farklı görüşlerin taham-mülün kalmadığı, fikir hürriyetinin yok edildiği yerlerde ilmî çalışmaların da içi boşaltılmış olur. Bugün üniversite hocalarının pek çoğu eski lise hocalarından daha rahatsız.
    Böyle dönemlerde “üçüncü mekân” denilen ev ve iş yerleri dışındaki dernek ve sohbet imkânı olan kıraathanelerin çok büyük önemi var. Buralarda sözü sohbeti dinlenecek insanlar olmaz-sa, konuşmalar vakit kaybından öteye bir anlam ifade etmez. O yüzden bir devrin Küllük, Me-serret ve Marmara Kıraathanesi gibi akademisyenlerle gazetecilerin devam ettiği mekânların özlemini çekenler çok. Buralarda buluşan insanların hasbî sohbetleri unutulamaz. Özellikle o dönemde Necip Fazıl, Ziya Nur, Sezai Karakoç ve Erol Güngör’ün sohbetleri...
    27 Mayıs’tan sonraki fikir hareketlerinin canlandığı bir dönemde, her fikirden insanın İstanbul Üniversitesi’nin karşısındaki Marmara Kıraathanesi’nde buluşup konuşmaları gerçekten önemlidir. Bugün bir iş hanına dönüşen kıraathanede, pek çok akademisyen ile fikir ve sanat adamının memleketin sosyal ve aktüel meselelerini farklı açılardan tartışmaları, pek çok aydınla öğrencinin resmi ideoloji dışında farklı bir perspektif kazanmasına yol açmıştır.
    Mehmed Niyazi, yukarıda adını andığımız şahsiyetlerin 1970’li yıllarda Marmara’da yaptığı sohbetleri, 1980’den sonra başka mekânlarda sürdürmektedir. Politikadan arındırılmış genç-liğin sohbet ve tartışmaları hasretle beklediği bir dönemde Mehmed Niyazi’nin babacan tavırlarla millî değerlere vurgu yapan vefalı konuşmaları birden çok nesli besledi. Özellikle 27 Mayıs sonrasında Kemalist Sola karşı dinî ve milli değerleri savunan şahsiyetlerin hepsini ortak yönleriyle benimseyip anlatışı, ona karşı geniş bir sempati topladı; bu da güzel oldu...
    Yalnız büyük şahsiyetleri değil, Filozof Cemal ve Hilmi Oflaz gibi hayatlarını Marmara çev-resinde geçirdiği için unutamadığımız insanları da önemseyen bir vefa duygusuyla anmaya çalışan Mehmed Niyazi, herkesin çeşitli bahanelerle ihmal ettiği dostluğu yaşatıyor. O yüzden de hepimiz için tek tek vazife olan işleri yalnız başına üstlenip sürdürdüğü için herkesin takdi-rini kazanıyor. Bu yıllarda Dinî Yayınlar Fuarı’nı gezmeye giderken en çok onu aradım.
    Marmara Kıraathanesi kapatıldıktan sonra onun havasını belli çevrelerde sürdürmeye çalışan, üniversiteli gençlere yön vermeye çalışan Mehmed Niyazi’nin kadrini iyi bilmeliyiz. Tiyatro sahneleyemediğinde Marmara’da oturan Hasan Nail Canat’ı da rahmetle analım... Çünkü son yıllarda Anadolu yollarına düşerek gençlerimizle yüz yüze ilgilenen bunlar oldu.
    Pek çok bakımdan Marmara, nostaljik anılarla kadri bilinmiş dostlukları hatırlatıyor…
    SEVGİ VE DOSTLUKLARIN ÖLÇÜSÜ
    Sevginin anlamını çok zaman düşünmüşümdür. İnsanoğlu kendisinden başkasını niçin sever? Bu sevgi çoğu zaman neden bir ihtiyaç halindedir? Sevginin iyimserliğin, fedâkârlığın belirtisi olurken; sevgisizliğin, kötümserliğin, bencilliğin sebebi olduğunu nasıl açıklayabilirsiniz?
    Sevginin de hayatımızla ilgili birçok şey gibi mutlaka bir anlamı olmalı. Bu anlam, akılla açıklanamazsa da mutlaka yaratılış hikmetimize bağlı bir espri taşımalıdır. Bunu “Allah için seviniz, Allah için buğz ediniz!” ölçüsü çok iyi ifade eder. Yani sevmek, insanda yaratılıştan vardır da bu sevginin Allah rızasını ölçü alan biçimde yönlendirilmiş olması makbûldür.
    Bütün güzel sanatlar bu sevginin çeşitli varlıklarda yansımasından başka bir şey midir? Şiir neden en çok sevilenin ifadesi olduğu zaman güzeldir? Niçin herkes birbirinden başka türlü sevdiği halde değişik sevgileri anlatan aşk şiirlerinden hoşlanırız? Bütün ihtiraslar aşırılığından ötürü kötülendiği halde sevginin ihtiras haline gelmiş, yani aşırılaşmış şekil olan “aşk”a bunca övgü nedendir? Biz bile şu anda aşka övgü yazmakta değil miyiz?
    Varlığı cezbeye tutulmuş, yaratıcısına doğru sürüklenmekte gören kimi mutasavvıflara hak vermemek mümkün değildir. Bütün büyük oluşların kaynağında coşkun sevgileri, taşkın has-sasiyetleri, incelmiş duyguları buluyorsak elbet bir sebebi vardır. Hazret-i Adem’le Havva’nın yaratılışında da aşk vardı. Onların Cennet’ten çıkarılıp ayrı yerlere bırakıldıktan sonra, birbir-lerini buluncaya kadar geçen zaman içinde hangi duyguları yaşadıkları, birbirlerine kavuşmadan önce Allah’a nasıl yalvardıkları anlatılabilseydi, belki de dünyanın en büyük aşk hikâyesi ortaya çıkmış olurdu. Fakat onu Allah kelâmının ifade ettiği çerçeve dışında kim anlatabilir?
    Sevginin bizi getirdiği ikinci çerçeve dostluktur. Bunu hiç bir menfaat ilişkisiyle kirlenmemiş bir insanî ilişki olarak düşünmek ve Âdem’le Havva’nın Cennet’teki yakınlıklarından bize gelen miras olarak değerlendiren bazı mutasavvıfların haklılığını belirtmek gerekir. Allah için dostluk menfaat ilişkisine bağlı değildir ve dostluğa böylesi bir koku sinmişse, bir gün mutlaka ortaya çıkacak sürtüşme ile kırgınlık başlar.
    Dostluğun sevgiyle oluştuğunu, saf tutmak gerektiğini söyleyen kişilerin hep Allah rızasını hedef edindiklerini gözden uzak tutmamalı. Allah için sevmekle Allah için buğz etmek, elden geldiğince gerçekleştirilebilirse, nice dostlukların kaynağı olur. Yarı batılılaşmış, sanayileşmenin nimetlerinden çok zilletlerine mahkâm olmuş toplumumuzda en çok ihtiyacı hissedilen şey budur. Çöküntünün eşiğinde elimizden ancak o tutar.
    Evet, sevgi ve dostlukların kadrini bilmek için en temel ölçü, tamamıyla Allah rızasıdır.
    07 Nisan 2013
    Mustafa Miyasoğlu
×
×
  • Create New...