Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. Katılımlarınız için müteşekkirim sevgili dostlarım Allah razı olsun.

     

    Gerçekten beni çok etkilemişti. Eminim sizde de meşale vezifesi görmüştür. Leyl sende bu ağlayamama meselesini nasıl aşacağız bilmiyorum :)

    Aslıhan canım, Baran'ı izlemiştim bir garip filmdi ben öyle bir tip görmedim :) Macid macidi içinse uygun vaktimi kollayayım inşallah. Sırada kitap olsun olur mu? :) Bak ablan olarak tavsiye ederim bu ayki Hüküm Dergisini ve haftalık Sancaktar dergisini mutantan olarak takip et olur mu Erzurum'da vardır diye umuyorum. Çok şey katacaktır eminim. Gazete bayilerinde bulunur inşallah. Aldıktan sonra bana haber et. :)

     

    Leyl sen de tavsiye eder misin izlediklerinden, ben bir dahaki seyretmeye değerlendireyim.

     

    Sanat da bir Müslümanın alakası dahilinde olmalı değil mi ama:) Hepiniz sevgiyle kalın.

    • Like 1

  2. Koca bir yazık çekiyorum eyvah diyorum düştüğümüz şu manzaraya. Hüküm Dergisi'nin bu ayki sayısını okudum da bir ara dergiyi bıraktım acz içinde ağladım. Bir kadın olmanın olmanın vermiş olduğu hassasiyet gereği sanırım artık elimden sanki sadece o geliyor.

     

    Aile efradının gözü önünde Nusayri (af buyurun) itler tarafından tecavüze uğrayan ve gayri meşru veledlerini karınlarında taşıyan ve şimdilerde tedavi gören o genç kızlar, bacılarımız..

     

    O kadar çok yara var ki, o kadar çok dert var ki.. Göz yaşlarına boğulup dahasını anlatamayan Şamlı alimler.. Bizim düştüğümüz halin adı nedir Alah aşkına? Sen koca bir camia (ki artık cemaat olmadıklarını beyan eden bizzat Dumanlı'dır) senin bankan var, senin üniversiten var, senin kolejlerin var, milyar dolar kaldırdığın dersanelerin var, dergin var, gazeten var, STK'ların var, kodaman iş adamlarını tarafına çekmişsin yağın var balın var. Var oğlu var.. Yaptığın gavur illerde katedrallerde elhi küfre iftar vermek. Hadi bir nebze husnu zan bulundurup mullefe-i kulubu misal alıp kalbi islama ısındırma gayreti desem kı "biz islami bir hareket değiliz" diyen yine sen. Ben anlamadım arkadaşlar nasıl bir fitne.

     

    Sen bilmem nerelerde okul açma derdine düştüğün kadar Filistinle ilgilendin mi, Gazze'de aç kalan çocuklara el uzatmaya tek dert edindin mi? Suriye2de kedi öpek yeme fetvası veren ulemaya destek sağladın mı, Başbakan'a Firavun, Yazid, Diktatör benzetmesi yaparken Netanyahu'ya Sisi'ye kafir zalimin tekisin dedin mi? Demedin niye diyemedin, adam senin Müslümanlarının canını bir gece baskınıyla aldı sen otoriteye itaat dedin. Benim bunlara midemin bulantısı öyle ki domuz etini ehven bıraktı!

     

    Allah bu hareketi İslama döndürsün. Ben gerçekten hakiki abilerin hakiki islam davası ve hizmet maksadı güttüğü o zamanları özledim. Bu kadar maddi rant peşinde koşan bir islami oluşum olamaz. Diyorlar ki Gülen siyasete giriyor hata ediyor, ben de derim ki ne zaman çıktı ki yeni müdahil oluyor olsun.

     

    Allah soracak her bir mazlumun ahını. her bir tevacüze uğrayan genç kadının çığlığını bizden soracak.Cüzdanı kabarık biri değilim, öyle ki kitaba vereceği parayı kesip İHH'dan canım kardeşlerime bir şeyler uzatma derdini güder bunun için çevremi örgütlerim ki Müslüman olmam bunu gerektirir. Unutulmasın ki sadece yaptıklarımızdan ötürü değil yapmadıklarımızdan da hesaba çekileceğiz. Mesele ne cevşen okumakla hallolur ne de bıyık bırakmakla. Neredeyse tekfire kadar giden bu hoşgörü abidesi hoşgörüsüz cemiyeti Allah ya ıslah etsin ya da izalesini mümkün kılsın. Ergenekon ayağını kesen cemaatin ayağını onun izine koyduğu görülüyor.

     

    Allah başbakanımızın ve tüm İslam neferlerinin yardımcısı olsun. Ki Allah'ın da vaadi haktır bu sabun köpüğü misalinden batıl elbet kahrolacaktır.

     

    Mülkü olanın dünyevi sevdaya tutulduğu, gönlü ise İslam ateşi ile yanıp elinin mülk görmediği bu uğurda elbet verenin, koşanın, gayret gösterenin yaptığı ufak hayrat da Uhud Dağı kabilindendir.

     

    Ben artık bu arap saçına dönmüş fitne yuvasını dilimizden düşürelim derim. Bizim meselemiz ilim olmalı, bilim olmalı, hak dava uğruna ne yapmalıyız onu konuşalım. Allah bunları ıslah etsin. Daha nice Türkçe olimpiyatlarına diyelim ne diyelim.

     

    not:okumakta olduğum ve yine ruhumda derin yaralar açan İsmail Faruki'nin "Bilginin İslamileştirilmesi" eserini şiddetle tavsiye ederim. Filistinli münevver bir şahsiyet ve Yahudiler tarafından hanımıyla suikasta uğruyor ve öldürülüyorlar. Çünkü düşünüyorlardı, çünkü uyandırıyorlardı çünkü mücahid Müslümanlardı..

     

    Bu heyecanımızı, düşünce dünyamızı gereksizce meşgul eden konudan da sıyralalım gitsin. Yüzlerdeki boyayı kaldıran Allah'a hamd olsun.

     

    Vesselam


  3. 948_7055_enbuyuk.gif

    Yönetmen: Bahman Ghobadi
    Oyuncular
    :
    Tür: Savaş, Drama
    Yapım Yılı: 2004 (98 dk)
    Vizyon Tarihi: 6 Mayıs 2005 Cuma

    Filmin Özeti
    Amerika'nın Irak'a saldırısına birkaç gün kala Irak-Türkiye sınırında bir Kürt mülteci kampı... Boş kovanların, yakılmış tankların ve bomba çukurlarının orta yerindeki köyde ailesini yitirmiş Satellite (Uydu) lakaplı bir çocuk yaşar. Satellite günlerini televizyon antenlerini tamir ederek ve üç beş kelime bildiği İngilizcesiyle uydu kanallarındaki savaş haberlerini meraklı ve tedirgin köylülere tercüme ederek geçirir. Genç adam ve köyün ona hayran diğer çocuklarının bir de gelir kaynağı vardır: Mayın toplamak... Toprak altından hayatları pahasına çıkardıkları mayınları Birleşmiş Milletler?e geri satarlar. Kaza sonucu birçoğu kollarını ve bacaklarını kaybedip sakat kalmıştır...

  4. Selamun aleykum, bir fikrim var.

     

    Vaktimi henüz esnetebildim ve uzun zamandır izlemek istediğim ama ertelediğim filmi sonunda izledim. Hangisi mi;

     

    "Kaplumbağalar da Uçar"

     

    Ruhum sarsıldı desem mübalağa etmiş olmam. Irak'a Amerika'nın girmesi, sosyal hayatta uyandırdığı etki ve bu savaş coğrafyasına en fazla da çocuk tarafını görüyorsunuz. Gözyaşlarımı tutamadım. Harika bir İran filmi.

     

    Düşümdüm ki bence sizler de izlemelisiniz hatta beraber kritiğini yapacağımız bir film listesi oluşturalım. Fikirlerinizi, değerlendirmelerinizi önemsiyorum. Bu hususta bayağı istifade edebileceğimi düşünüyorum.

     

    Pek film kültürüm yoktur ama İran filmlerinin sosyal içerikli mesajları duygu dünyamı sarsar elime verir. Açıkçası sizler de sevin, haberdar olun isterim.

     

    Bence fazla vakit almadan azami 2 saati bulacak muhtevası bizim alaka ve fikir seviyemize uyacak filmler saptayalım ve bence bu faaliyetimize başlayalım. Keyifli olur hem.

     

    Sizlerde kabul ederseniz, yani eder misiniz?

     

    İlk filmimiz bu olsun. Boş vaktini değerlendirmek isteyene güzel bir kılavuz çıkarabiliriz, bu film kritiklerimizle..

     

    Düşüncelerinizi bekliyorum olacağım.

     

    sevgiler


  5. Ben bu adamı da pek severim, nurettin topçu kadar. Cemil meriç cinsinden cahit abi gibi hoyrat. Bu adamlar benim fikir dünyamın yağız delikanlilari. Üstad karakoç da unutulur mu hiç unutulmaz. Böyle gezinip dururum çantamda kitap. Alakasız kurmadim cümleleri kabul etmiyorum. Sadece sizinle konuşmak istiyordum bu saatinde sabahın. Hoşça kalın

    • Like 1

  6. Uzun uzun yazmak mümkün yanlız kelime israfi olacak gibi. Benim cemaate bakışım bellidir. Tamamen dini vizyondan çıkıp rant ve şova dönüşen bu güruhun hükümetle açik güç savaşı içine girdiği asikar. Guhınlerdir ulusalci ağzıyla kanalthlarinda ve zamanda çığırından cıkmistir. Hele gulenin cennetin kapılarını da kapatırlar yorumu tam bir zırvadir.sadece eğitim adına bu tepkinin olduğunu düşünmek fazla safdillik olurdu. Erem senturk cemaatten biri olarak diyor ki iktidarda söz sahibi olma hirslarini belli ettiler gitsin parti kursunlar. Ellerini de halkın iradesiyle başa gelmiş olan partiden çeksinler. Twitirda öyle salyalar akitmislar ki sanki din elden gidiyor. Kuran kurşun kapatıldı cit yok, imam hatiplere kilit cit yok olay dersaneye dayanınca eğitime darbe diyecek basbakana firavun atfinda bulunacaksınız. Paböyle dunyevilesen bir dini kuruluş hiç cig yerde yok. Ki bana göre gülen bir numaralı uzman siyasi kişiliktir. Otesi kaftan ibaret hala biyikli şakirtlerimizin itaati de şaşırtıcı. Din değil ama cemaat ve tarikatler bazen afyon oluyor galiba. Allah bunların serrinden hükümeti korusun. Zamanın verdiği eğitime darbe manşetini konuşan iki genç vardı otobüste. Hükümete saydirip duruyorlar yok şöyle ceza yok okuma ve etud odaları şöyle kapanacak falan. Karışmam yakışık almayacaktır ama hayli rahatsız oldum. Elimde akit gazetesi vardı heme nabi avcınin izahinin olduğu sayfayi açıp hafif havaya kaldırdım.mebden zamana yalanlama diyordu. Genclerde suskunluk oldu belli ki okudular. Dedikleri "kime inanaçagimizi şaşırdık lan" bu bir vebaldir. Allah dine gerçekten hizmet eden camialar nasip etsin bu topraklara gerisi hallolur.

    • Like 3

  7. İlim yaymacemiyeti kpsaminda otuz kisilik bir takim ustad eserleri okuyup kritik yapiyorlar.on eser saptandi. İnsallah devam edecek.

    Ayrica adiyaman'da orta okulun turkce derslerine giren arkadasim var, ustad siirlerini ezberletiyormus.o taze beyinlerin bu gayretleri beni cok mutlu ediyor. Ablam da ogrencilerie cile vebir adam yaratmak’i okutuyor. Kosarken ruzgar yutmus gibi genisliyor cigerlerim.. oyle saadet veriyor bu amellerimiz. Bos durmayalim arkadaslar bir ayrac dagitmak da olsa yolda olalim vesselam


  8. Es selamü aleyküm.

     

    Arkadaşlar, uzun bir aradan sonra siteye ziyaret gerçekleştirmek istedim. Bu konu başlığında yazdığım 2008 haziran tarihli mesajımı okuyunca bir kaç satır daha yazmam gerektiğini hissettim.

    Rabbime sonsuzlarca kere hamd-ü senalar olsun ki, hane-i saadetimize 22 Eylül 2010 tarihinde bir kız evladı nasip etti. En başından bu yana yaptığımız dua "Ya Rabbi! Dünyasına ve ahiretine faydası olacak, dünyamıza ve ahiretimize faydalı olacak vücud ve akıl sağlığı yerinde bir SALİHA evlad emanet ver bize" idi. Ve ne mutlu bizlere ki Rabbim bizlere bir kız evlad nasip etti.

    Bizde daha önce burada yazdığım üzere; RÂNA ZEYNEP ismini verdik. Paylaşayım istedim...

    Selametle...

     

    Okuduğumda garip bir şekilde huzurla gülümsedim abicim, derinden..Bir de böyle maziden, uzaktan kadim gönüldaşlar gelince hayli yoğun nostalji yaşıyorum, hâneme gelmiş gibi oluyorlar..

     

    Rabbim hayırlı evlatlar eyler İnşaAllah.. Demek minik minik gönüldaşlarımız var :)

     

    Allah ismiyle müsemma eylesin yavrucaklarınızı..

     

    Hürmetler


  9. Hocam ben metodik benzerlikten bahsediyorum. Elbette demokrasi lafız olarak var olmasaydı şura kavram olarak yine olagelirdi. Benim burada kastım başlarına yönetici seçmede halka seçim hakkı, seçme hürriyeti verildiğidir. Tamam Hz. Osman'ı muayyen bir halka seçti ya Hz. Ebu Bekr.. Bir kişinin biatının alınmaması bile mesele idi. Şimdi ben hususu hilafete kaydırmak istemem ama kitlelerin başlarına amir seçmesi İslamda tecrübe edilmiş vakıalardandır, yani idarede halkın payı yadsınamazdı ve bu 21. yüzyılda metod-yöntem olarak demokrasi ile benzer durumdadır. Bir şeyin cüz'ü tamamen küll'ü olmasa da tamamen de küllünden hali değildir. Bütün olarak asrı saadette seçim-tercih-seçilme (hilafet olayını) ele alıp parça olarak da demokrasi kavramını düşünebiliriz. Şu da var ki hiçbir islam ülkesi artık şura sistemi diye bir şey tanımıyor kaldı ki hiçbir islam beldesi şeriatle yönetilmiyor. Bana kalırsa kutsal topraklar dahil.

     

    Hulasa kavramlara kapılmayalım dediğim elbette elfazı küfür olmayıp, taşıdığı değerler minvalinde kafa yormaktır. Demokrasi kavramına imanın imandan etmeyeceğinı sanırım demem gerekmez. Ama dediğim gibi Batı ne kadar sadık bilemeyiz. Şeriatle yönetim demokrasiden daha efdal olurdu ama daha âlâ olur muydu onu da bilemeyiz. Çünkü artık göründü kü tüm islam ülkelerinde amirlerin başka tebaanın başka islamı var.

     

    Su çok, hamur da öyle.


  10. Elfaza fazla önem veriyoruz gibi. Hz. Osman'ın halife seçilmesini anımsayalım, şura metodu ile olmuştur. Yani bugün gittiğinizde müslüman mücahitler de zalim yönetime karşı demokrasi narası atar. Neden, bu kendi seçimi, iradesi yürülüğe girsin içindir. Ama bunu Batı mantığıyla değil "şura" kabilinden kabil görür. Yani bir kaç kişinin müşterek karar alması. Yönetilenler de yöneticilerini seçmek istiyorlar.

     

    Kelime olarak Batı'dan neşet etmiş olabilir yalnız demokrasi yani işlev itibariyle olması gerekendir. Bugün ayaklanan islam halkı da bunu istiyor. Yani artık kendileri konuşmak ve karar almak arzuluyorlar. Batı kendi ifa ediyor mu tartışılır, ama Batı'dan gelen her şey de 'lanet olası' değildir.


  11. İMAN HEYKELİ ŞİMŞEKLER

     

     

    Yirminci yüzyılın fikir ve dâvâ cephesinde Anadolu çapında bir cüsse; Necip Fazıl. Yüzü Anadolu kadar derin çizgiler barındıran, ruh çırpınmaları içinde cemiyete mâl olmayı evlâdı kadar kutsal bilmiş yanıcı idrak; aksiyoner ve dâhî adam Kısakürek. Soyadına ters nisbetince büyüklük, her sahası ve köşesi ile bünyesine sinmiş bir şahsiyet. Kısakürek şeceresini ters çevirip ?Bütün bunlar, beni hazırlamak için gelmiş geçmişlerdir. diyen Kısakürek-zâde. İddia değil, hakikat beyanı.

     

    Ağaç?tan ?Büyük Doğu?ya doğru bir terakki; dalga dalga, daire daire genişleyen ve okyanusun tamamına yayılan bu ?sıcak yarada kezzap? ustası neye memurdur? ?Sen tarihin malısın, bunu unutma!? ihtarıyla genç yaşta ruhuna ve beynine üflenen o ideal ideanın tabanı altında ruhu ve canı yandıkça kendini cemiyete atan o kahraman, bu derin sancının velûd ismi olmuştur. Siyaset, sanat, din, edebiyat, ilim ve fikir mihraklı, neye malik değil ki kıymet hükmünce bir değere sahip olmasın. Elini attığı her dalda piramidin tepesine, zirveye oynayan ve kalabalıkları hassaten biricik kurtuluş süvarileri gençleri, ruhundan yakalayıp o ilahî haberin kapısına getirmiş bir gonk vurucusudur O. Gençlik; maddî manevî, kalıptan ziyade ruha malik ve kıyamet aşısını tüm kanser hücrelerine aşılayacak kahramanı bulmuştur; Üstad Necip Fazıl Kısakürek.

     

    Kalabalıklar şimdiye kadar duyduklarına meydan okuyan bir nârâ işittiler; biricik Aksiyoncu Allah! Ki bunlar yaşayışları, inanışları ve tefekkür dünyaları hasebiyle itilmiş, hor görülmüş ve gerici yaftası yemiş; ?imanını arayan mustarip insanlık?tı. Aksiyonun, yaşın değil bir diri şuurun ürünü olduğunu bilen Necip Fazıl, sayha sayha tüm Anadolu?yu koşmuş ve bir uyanışın mimarı olmuştur. Zapt u rapt altına almak için gençliğin beynine üflenecek tek afyon, inandırmaktır. Üstad bunu kadın bacağıyla, sinemayla, şehevî güdülere itmekle ve deli gömleği Batı mamulü ?izm?lere inandırmakla yapmadı. Bilakis kaçınız dedi onlardan, uzak durunuz. Anadoluluğunuz biricik mirasınızdır, ona sahip çıktığınız ölçüde siz olacaksınız ve siz kalacaksınız. Bu mukaddes tütsüyü ruhuna çeken gençlik, artık sabahlara kadar salonları tıka basa doldurup sabırlarının duvarlarına hiçbir sıkıntı, yorgunluk çarpmadan o adamı dinliyorlardı ve her yerde de peşine takılacaklardı. Ama Üstad ?Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların ardından koşacağım.? diyordu. İşte böyle doğdu ezelî yakınlık.

     

     

    Biz varız, diyordu gençlik. İnancımla, medeniyetimle, hür fikrimle, yaşayışımla ve değerlerimle ben Mukaddesatçı Türküm! Buna inandıran ve gençliği ruhundan yakalayan bu adam, işportacı sahte şahsiyetleri deşifre etmiş, sömürücü siyaset kazanlarını devirmiş, meccâni kahramanların maskelerini yırtmıştır. Ama kendisi ?Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız.? şeklinde vasiyet ediyor.

     

    Sokrates kendisine at sineği der, rahatsız etmek ender şahsiyetlerin meziyetidir. Budalaların sayısı her zaman nâmütenahi olmuşken tarihe yön veren isimler çoğu zaman yalnızlığın kollarında can çekişmişlerdir. Napolyon?un kalabalık bir ordu önünde gömleğinin düğmelerini sökerek yaptığı kahramanlık bir gövde gösterisiydi evet, ?Hepiniz ayağınızdaki çizmenin çivisine kadar benim malımsınız.? diyordu. Ya göğsü delik deşik edilecek ya o ordunun başına tekrar kumandan olacaktı. Ve ikincisi oldu. Kısmen mukayese edecek olursak, her zaman teşkilat eksikliğinden şikayet eden Üstad biricik şaşmaz ve değişmez güç olarak gençliği arkasında yegâne ordu bildi. Ve ölümüne kadar da bu çizgide gitti.

     

    Bu gençlik, Allah demenin yasak olduğu bir devrin mağduruydu, inancının mazlumuydu, anasının yüzündeki peçeden utanmaya çalıştırılıyordu. Ama birden bire ortaya çıkan bu adam onlara İlâhî vahiy kaynaklı bir fikir aşılıyor ve millî benliklerini unutmamalarını tavsiye ediyordu. Rahatsız olduk evet, gençlik kendilerini sarsan bu çile ustası adama, deli divâne sarıldı. Diğer tarihi sahnede bir rol olarak sergilenen kahramanlık burada gerçek, müşahhas bir kimliğe bürünüyordu. Zira büyük bir cesaret örneği olarak rejime baş kaldırmasını ve Allah?ı hatırlatmasını dört seneye yakın hapiste yatarak ödeyecekti. Vefat etmeseydi yine hapis yatacaktı. Fikirlerini başlarını vererek savunan mütefekkirler tarihte hiçbir zaman sahneden inmemişlerdir. 79 yaşında bir adam hangi potansiyele malikti ki böyle haince susturulmaya çalışılıyordu? Biz şuurumuzla, zihniyetimizle ve cemiyeti kucaklayıcı her adımımızla O?nu idrak etmiş ve kendimizi O?nun mülkünün parçası bilmişiz.. Bunun adı aksiyondur ve tutunduğumuz dâvâların dâvâsıdır.

     

    Hapishane, şüphesiz her haklı fikrin kavgasını güderken uğradığı kaçınılmaz çilehâne. Hakk?a köleliği asıl hürriyet bilen bu dehâ, çocuklarından hanımından ayrı hangi fikre hâdim idi ve ne içindi kavgası? ?Kahrolası hânede evlâd u ıyâl var.? demedi, ?İçindeki evlad u ıyâl ile o hânenin kahrolması vardır.? diyerek fazilet elçiliği yaptı ve nezaretlere düştü. Aslında tek bir şey istiyordu; hürriyet! Sahte fikir ve Batı elbiseli taklitlerden soyunup Hakk?a esareti ve hakikate teslimiyeti arzulayan bu adam, elinde muharrik maden olarak gençliği buldu. Biliyordu ki istikbâl genç nesillerin omuzlarında yükselecektir. Bir nesil bekliyordu, analar ne gün doğuracak ki netice bizim olsun?! Yaşatma sevdasında yaşama zevkinden geçen, düşünmeyi nirengi noktası bilmiş, kendisine öğretilen tarihe inanmamış, eli nasırlı babasından, yüzü yaşmaklı anasından gurur duymuş ve gecesini gündüzüne katmış ideal bir gençlik. Vatan en ücra toprak parçasına değin kaynıyor. Büyük Doğu sütunlarında artık bir ses; Anadolu?nun her köşesinden mektuplar yağıyor: ?Korkun bizden!?

     

     

    Bir kalabalık akıyor; gözleri çakmak çakmak, beyni kazan gibi kaynamış, cebindeki paranın azlığına tezat göğsü Ağrı Dağı gibi inip kalkan, bu bakışlar çekimser değil, bu ideal yeni yetme değil; asırlardır kan hücrelerinde uyuklamaya maruz bırakılmış sürgün kimlik sahibine erişmiştir. İktidarın ?Susturun şu adamı!? buyrukları boşuna değil, çantayla para teklifleri boşuna değil. Ne de güzel cevap veriyor Büyük Doğu; ?Satılık adam arıyorlar!? Bu adam samimi, bu adamın bir iç yangını var, derdi ?Üstad? diye anılsın değil, hele mürşid diye yükselttikleri nidalar hiç değil. Evinde kilimini satacak kadar aciz kalan bir babadır O, çocuğunun üstünde montu var mı, ?Oğlum Mehmed üşüyor musun?? deyip cevap alamayan, hapishanede yatan bir babadır. Ama hepsi bir yana dâvâsına adanmış ne asil bir kavgacıydı O!

     

    Bir yanda kilimini satan bir adam, öbür yanda çantayla gelen bir para. Biraz zaman geçiyor dükkana girip para isteyen bir düşkün, ne kadar var, nedir miktarı hiç bilmeden kalkıp teslim eden o merhamet hastası el. Kalem hangisini yazsın? Serdengeçti?den o zamanın parası 500 kuruş ister. Tabi ki yoktur. Sadece 25 kuruş alıp gitmiştir. Birkaç gün sonra elinde deste banknot ile çıkagelir ve; ?Al sevgilim, buna para derler para! ve masaya şırrak diye yapıştırır. Her hadisesiyle, her edâsı ve sözüyle tam bir artist ve tiyatral zekâ. Ve bu adam hayatını her şeyiyle bir muştuya adamıştı; gençliğe. Biliyordu ki bu tohuma hakkıyla mâlik olduğu zaman her sathiyle vatan kurtarılmış demektir. Buna vazifeli görüyordu kendini ve tek istediği o atomu parçalamak ve kıvılcımlarıyla tüm Anadolu?da koca bir yangın çıkarmak. Bugünün idealist gençleri o zamanki yangının aklı selîm külleridir.

     

     

    Bu uyanışın, ayağa kalkışın ustası, yeri doldurulamaz işler yaptı boşlukları doldurdu gitti.Hayır! İçimi altüst eden şimdi başka bir derdim var. Kürek mahkûmları arasında da kalp ve ruh sahibi bir adam bulunabilir. Orada da insan sevip yaşayabilir. Iztırap çeker. Orada da bir kürek mahkûmunun uyuşuk gönlünü yumuşatabilecek şeylere rastlandığı görülmüştür. Orada ıztırapla, iç ağrılarıyla büyümüş bir ruha yeniden can vererek bir kahraman yaratılabilir. Böyle yüzlerce adam vardır ki, onlara karşı biz suçlu vaziyetindeyiz. Ben ne için rüyamda o çıplak ve aç çocuğu gördüm? Bu bir işaretti. Sürgüne işte o yavru için gideceğim. Evet, bu dünyada herkes herkese karşı suçludur. Herkes yavrudur. Dünya büyük ve küçük çocuklarla doludur. İşte onlar için ben kurban olacağım. Umum namına birinin kurban olması lazım. Anadolu?nun o zamanki talihini, çökmüş miracını en iyi dile getirme olarak kabul edebiliriz Dostoyevski?nin bu paragrafını. Derinine bakıldığında ne kadar da halimize uygunluk seziliyor. Bu, hristiyan bir kalbin feryadı iken, Üstad?da misliyle ruh bulmuştur. O günün Anadolu gençliği, işte bu çocuk kadar aciz ve kimsesiz haldeydi. Mahkumdu doğru, küreğe değil ama sahte bir tarihe, hapse değil ama mukavva bir medeniyet taklitçiliğine. Işığı sönmüş, bakışının feri gitmiş ama iç sancılarını yitirmemiş gençlik bir kurtarıcı el muradındaydı. Ve ruhuna ruh üfleyecek o âteşîn rüzgârı bu adamda buldu. Bu adam, cemiyet adına kendini fedâ etmeye hazırdı, bedenen ufak bir cüsseydi ama duyduğu iman ve fikir öfkesiyle kamyonetin tekerliklerine atılmaya razıydı. Rüzgârı kesilmiş bir coğrafyaya bu kasırga ne de sağlam esiyordu!

     

     

    An geldi yalnızlıktan şikayet etti; ?Cenazeme mi geleceksin be adam!?? Yeri geldi küçücük kesildi, ?Beni çok çabuk kandırabilirler.? Bazen gözyaşları içinde mahzun düştü, ?Hayatımın en güzel hediyesi? diye not düştüğü hapishaneye bir hamalın getirdiği hediye karpuz. Üstadın, günübirlik işgüzâr dostluklardansa her zaman arkasında görmek istediği bu garip kesim, göğsü kurumuş kadının doğurduğu gençlikti. O ki, sadece öğrenci bursuyla geçindiği halde Üstad?ın yazdığı oyunu neşretme sevdasında. ?Çocuklar yapmayın, başaramazsınız.? ama yine de teslim etmişti yazdığı nüshayı. Ve netice dediği gibi çıktı. Bu gençlik bu adama böyle sahip çıktı. ?Sizler benim kanımdan, ailemden bana daha yakınsınız.? diyordu. ?Bana derdi olan adam gelsin.? diyordu. Ne için, bir adam neden yüzündeki çizgileri derinleştirme derdindedir? Çünkü bilen adam susamaz, fikrini dert edinmiş adam harekete geçmeden duramaz. Eylem, aksiyon en güzel kalıbını gençlikte bulunca Üstad ölene kadar ne gençliğe hizmetten geri durdu ne de gençlik O?nun emeklerini karşılıksız bıraktı. Bugün hangi fikir ustasını gösterebilirsiniz ki Büyük Doğu tezgâhından geçmemiş olsun! Büyük Doğu işte böyle bir fikrin, işte böyle bir emeğin ocağıdır.

     

    Peki ya şimdinin gençliği? Anadolu çapındaki dâvânın aklı başında divâneleri nerededirler? Ruhu şimşekler çakan, başını yastığa koyduğunda kafatası fokur fokur kaynayan, fikirsizliği tek fakirlik bilmiş, cemiyetin gidişatından muzdarip gençler, iç sancıları içinde kıvrananlar hani ya?! Yoksa herkes mi fikirsizlikte ittifak halinde? Ne bekliyoruz, yoksa bekliyorlar ki bu inkılâbı kadınlarımız gerçekleştirsin öyle mi? Yeryüzü büyük küçük yavrularla dolu, ağlıyorlar, sahipsizler; maddî değil bu yoksulluk. Nerededir, Anadolu?nun bağrından kopup gelen o sayhaya cevap? Üstadın ömrünü adadığı ideal, 21. yüzyıl genci zamanın çarkında erisin için midir? Aksiyondan anladığımız doktorun reçetesini suya koyup mürekkep karışmış suyu içmek midir? Kuru mukallitler, sönmüş ruhlar, örümcek ağı bağlamış kafatası, bir cenah böyle; bir cenah fildişi kulesine hapis ?Ben anlaşılamıyorum.? derdinde. Gençlik ise, bacak arası ucuz tacirlikte zavallı alıcı. Sokakta köşebaşlarını kesip ?Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak.?diyecekler nerededirler? Analar doğurmuş, çocuk gerçekleştireceği inkılâptan habersiz! Ya kendinin farkına var ya ol ya öl!

     

    Bir şehir düşlenilsin; ?Allah şehri? ki mimarları her duvarın harcına İslam ruhunu katsın, sokaklar öz tarih koksun, evler modern ahır değil has Anadolu yuvaları olsun, yavrular neşe saçsın, parmaklarının dokundukları yer yeşillensin, torun ile eli tesbihli nine anlaşsın, üretsin, sanatkâr edâlı olsun ve hepsinden mühimi okusun. Çünkü tüm mermiler cehâletten geliyor. Bu muştu yarıda kalacak değildir, bu ütopyadan ibaret de değildir. Değil mi ki Allah nurunu tamamlayacak, bu sancağı da yerde koymayan seçilmiş gençler çıkacaktır. Zaman aşkın devrimlere gebe. ?Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir.? İşte o zaman cemiyetin üstüne çıkıp göklere değer başlar. Üstad?ın hasretini duyarak gittiği Büyük Doğu gençliği, özlenen alemin mimarları olmaya namzettir. Kimbilir belki de ideal öz ruh, sağa sola bakmadan kendimizin içinde aranmalıdır. Belki de söylenmesi gereken Üstad?ın öğütlediği gibi; ?Benim olmadığım yerde hiç kimse yoktur.? demektir. İşte mesele bu. Gaye mutlak saadete ve hürriyete ermek ise harcanmak anlayışı hareketin başlayacağı nokta olacaktır.

     

    Ey genç adam, bu düstur sana emanet olsun:

    Ötelerden habersiz nizama lanet olsun!

     

    *Bu çalışma n-f-k.com sitesine aittir

     

    Çoğaltılması kaynak gösterilmesi şartıyla serbesttir.

    • Like 2

  12. عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ رَضِىَ اللهُ عَنْهُ عَنِ النَّبِىِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْه وَسَلَّم قَالَ :« لاَ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى تَأْخُذَ أُمَّتِى بِأَخْذِ الْقُرُونِ قَبْلَهَا ، شِبْرًا بِشِبْرٍ وَذِرَاعًا بِذِرَاع.

    Ebû Hüreyre radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

     

    "Ümmetim kendisinden önceki ümmetlerin gidişatını karış karış, adım adım takip ve taklid etmedikçe Kıyamet kopmaz...[1]

     

    Hadisin devamında isim vererek yöneltilen bir soru üzerine Hz. Peygamber o milletlerin Farslar ve Rumlar olduğunu ifade buyur­muştur. Ebû Said el-Hudrî rivayetinde de karış karış peşinden gidile­cek ümmet­lerin Yahudi ve Hristiyanlar mı olduğu sorulmuş Efendimiz de "Onlardan başka ya kim olacak" buyurmuştur. [2] Millet olarak Fars ve Rumlar, ümmet olarak Yahudi ve Hristiyanlar açıkça zikredilmek suretiyle İslam dışı kültür odaklarının hemen hepsinin Müslümanlara olumsuz etkisi olacağı açıklanmış, onların ve onlara benzer diğer ya­bancı milletlerin gidişatını taklit etmekten Müslümanlar sakındırıl­mışlardır. Öteki milletleri takli­din onların girebilecekleri bir keler deli­ğine girme teşebbüsüne kadar vara­cağı yine Ebû Said rivayetinde yer almaktadır. Hatta hadisin İbn Abbas'tan gelen bir başka rivayetinde [3] "sokakta annesiyle zina etmek" gibi çok çirkin bir ahlâkî zaaf nokta­sına ulaşacağına bile dikkat çekil­mektedir. Bu misal, kör taklidin toplumu götüreceği iflas noktasını çok çarpıcı bir şekilde göstermek­tedir.

     

    Anlaşılmaktadır ki İslam'da sebat etmek, Müslümanlar için zorlu ve fakat soylu bir tavırdır. "Zaman sana uymazsa, sen zamana uy" sözü, tam bir kişiliksizliği ve büyük bir iflası ifade etmektedir. Hayata uymak değil, hayatını hakka uydurmak gibi kutlu bir amacı bulunan Müslümanların bu tür aldatmacalara karşı uyanık olmak ve kararlı davranmak zorunda oldukları açıktır.

    İslam Farkı

    Müslümanların adım adım karış karış eski milletlerin gidişatına ayak uyduracağını hiç bir tereddüde yer bırakmayacak açıklıkta bildi­ren hadis-i şerif, bir yandan zaman içinde Müslümanlarda görülecek kimlik aşınmasını belirlerken, bir yandan da bu erozyonun kimlerin etkisiyle ve nasıl gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Ama aynı zamanda hadisimiz içerdiği ciddi uyarı dolayısıyla Müslümanın gün­demini de tespit etmek­tedir: İslam farkını korumak. Ya da "İslâm'da se­bat etmek". İsterseniz siz buna İslâm dışı hiç bir çizgiyi benimseme­mek, sekülerleşmemek, gayr-i müslimlere hiç bir şekilde prim ver­memek de diyebilirsiniz. Hatta laik­leşmemek de deseniz olur.

     

    Bu anlamda bir sebat, hayatı ve şartları görmezden gelmek değil, her hal ve şartta kendi özellik ve güzelliklerini sürdürebilme cehdi içinde olmak demektir. Bu yönüyle de vazgeçilmez bir kimlik ve kişilik mücadelesidir. Merhum Kamil Miras'ın ifadesiyle söyleyecek olursak, Her dinin ve her içtimaî teşekkülün kendisine has bir medeniyeti ve diğerlerinden ayıran evsaf-ı fârikası vardır ki, milletlerarası varlığını ancak ve muhakkak o hususi vasıflarıyla muhafaza eder. İslam dininin, İslam ümmetinin de hiç bir dini ve hiç bir milleti taklide ihtiyacı olmayan üstün bir medeniyeti vardır. Bu bedihî hakikate mebni Rasûl-i Ekrem (sav) bu yüce varlığımızı muhafaza etmemizi emredip mukallidlik derekesine düşmekten men etmiştir." [4]

     

    Anlaşılmaktadır ki İslam'da sebat etmek, Müslümanlar için zorlu ve fakat soylu bir tavırdır. "Zaman sana uymazsa, sen zamana uy" sözü, tam bir kişiliksizliği ve büyük bir iflası ifade etmektedir. Hayata uymak değil, hayatını hakka uydurmak gibi kutlu bir amacı bulunan Müslümanların bu tür aldatmacalara karşı uyanık olmak ve kararlı davranmak zorunda oldukları açıktır.

     

    Sa'd b. Hişam da Hz. Aişe validemize gelip evlenmemeye niyet ettiğini söyler. Validemiz onu, Öyle yapma! "Sizin için Allah Rasûlünde güzel bir örnek vardır" ayetini okumuyor musun? Rasûlullah (sav) evlenmiş ve çocukları da olmuştur" diye ikaz etmiştir.

    "En güzel örnek"

    Müslümanlar üzerinde her zaman tesiri görülmüş olan ehl-i kitap ve diğer etki odakları karşısında "Sizin için Allah Rasûlünde güzel bir örnek (hayat modeli) vardır" [5] ayeti, pek güçlü bir mukavemet unsurunu hatırlatmak bakımından ayrıca bir önemi haizdir. Nitekim geçmişte Müslümanlar arasında sünnet bilgisini ve örneğini esas alıp kendi düşünce ve davranışını düzeltme eğilimi yaygındı. Bunu ashab-ı kiram ve onları takip eden ilk Müslüman nesiller arasında çok yoğun şekilde ve pek ilgi çekici örnekleriyle görmek mümkündür. Hadis kitaplarımız bize bu tür olay ve davranışlardan birçok örneği ulaştırmış bulunmaktadır. Biz Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimizden bir misal vermek istiyoruz. Ubeyde b. Halef (ra) anlatıyor: Gençliğimde, üzerimde kaliteli bir kumaştan uzun bir elbise olduğu halde bir gün Medine'ye gelmiştim. Eteklerimi ellerimle çekip duruyordum. Arkamdan biri gelip elindeki değnekle bana dokunarak, "Elbiseni kısaltsan daha dayanıklı ve daha temiz olmaz mıydı" dedi. Döndüm, baktım ki sesin sahibi Rasûlullah (sav), "Ey Allah'ın Rasûlü, o dayanıklı ve kaliteli bir kumaştır" dedim. "Öyle de olsa, beni örnek alman gerekmez mi" buyurdu. Dikkat ettim Hz. Peygamber'in eteği, ayak bileklerinin üstünde, baldırlarının altında idi. [6] Sa'd b. Hişam da Hz. Aişe validemize gelip evlenmemeye niyet ettiğini söyler. Validemiz onu, Öyle yapma! "Sizin için Allah Rasûlü'nde güzel bir örnek vardır" ayetini okumuyor musun? Rasûlullah (sav) evlenmiş ve çocukları da olmuştur" [7] diye ikaz etmiştir.

     

    Bu ve benzeri örnekler gösteriyor ki İslâmda sebat etmek, sünnetteki örneği her şeyin önünde tutmakla mümkün olmaktadır. Nitekim Yusuf Kardâvî'nin de işaret ettiği gibi "Sünnet, Müslümanın günlük hayatıyla ilgili olarak fevkalade detaylı edepler ortaya koyar. Müslüman toplumu, diğer toplumlardan farklı kılan Müslümanların ortak adetleri işte bu edeplerden doğar. Müslümana farklı ve bağımsız bir kişiliği bunlar kazandırır. Bu edepler, Müslümanın görünüşte ve tecrübede başkalarının içinde eriyip gitmesini önler." [8]

     

    Günlük hayatta Sünnet

    Burada bir noktaya daha işaret etmekte fayda vardır: Hz. Peygamber'in günlük işlerle ilgili davranışlarının ya da adet sünnetlerinin, "vacibü'l-ittiba" [9] olmadığı söylenir. Ancak günümüzdeki sosyal kargaşa ortamı dikkate alınınca o sünnetlere "saygı göstermek"le yetinilmemesi ve söz konusu hükmün yeniden gözden geçirilmesi gereği ortaya çıkar. Bizce Hz. Peygamberin bir beşer olarak yaptıkları, bizim gibi Batıya açık toplumlarda kimlik ve kişilik gereği olarak vacibü'l-ittiba derecesinde sayılmalıdır. Çünkü her şeyin alt-üst olduğu bir ortamda günlük hayatın her parçası ayrı bir önem kazanır. Böyle olunca dün, o günün şartlarına göre yapılmış değerlendirmeler, bugün yeniden gözden geçirilip günün şartlarına göre öncelik sıraları gibi ehemmiyetleri de yeni baştan hükme bağlanmalıdır.

     

    Ne gariptir ki günümüzde bazılarınca kendi düşünce ve tavırlarının ters düştüğü sünnet verilerine karşı seçmeci ve eleştirel yaklaşım tercih edilmekte, günün anlayışı istikametinde yabancı tesirlere tüm gümrükler açık tutulmak istenmektedir. Geçmişle günümüz arasındaki bu tavır ve tutum değişikliği, hiç kuşkusuz hadisimizde işaret edilen etkilenme sonucu ve keyfilik temeline dayalı bir değişiklik olmaktadır. Başkalarına benzemeyi çağdaşlık zannetmek, her şeyden önce bir anlayış ve kavrama kusurudur. Neticesi ise, öz değerler çizgisinden uzaklaşmak ve -malesef- toplumsal bir çöküntüyü paylaşmaktır.

     

    Bugün Sünnet, gerek günlük ve beşeri işlerle ilgili yönleriyle gerekse doğrudan dini amellerle ilgili uygulama örnekleriyle tam bir bütünlük içinde İslam'da sebat edebilmenin en güvenli ortamını oluşturmaktadır. Çünkü, başka millet ve ümmetlerin olumsuz etkilerinden ancak kendi inanç dünyamızın değerlerine ve uygulamalarına uyarak uzak kalabiliriz. İmam Malik'in; dediği gibi, "Sünnet, Nuh (as)'ın gemisi gibidir. Ona binen tufandan kurtulur, binmeyen azgın sularda boğulur." [10]

     

    Nitekim hadisimizde İslam ümmeti için kıyametin, önceki ümmetleri en olmadık konularda bile taklide kalkışmaları halinde kopacağı bildirilmektedir. Yani İslam dışına yönelik hayranlık ve taklit bu raddeye gelince Kıyamet kopmuş demektir. Ne pahasına olursa olsun, İslam'da sebat etmek için çaba sarf edenler bu anlamdaki Kıyametin kopmasını geciktirmiş olmaktadırlar. O halde sünnetteki yorumuyla İslam'ı yaşamaya çalışmak Müslümanlara ve daha ötede tüm dünyalılara -ki bazıları Müslümanların varlığını ve İslam'ı yaşama isteklerini kendi emelleri açısından tehlike saysalar bile- aslında büyük bir iyilik yapmak demektir.

     

     

    İslam'da sebat etmek, ümmeti böyle bir ayıptan kurtaracak ilk fikrî ve fiilî adım olacaktır. Çağlar, İslam toplum yapısını tanıma imkânını bulduğu ölçüde ondan etkilenecektir.

    Canlı Örnek İhtiyacı

    Öte yandan Hz. Peygamber'in müminler için güzel bir hayat örneği olduğunu bildiren ayet ve konu aldığımız hadis-i şerif, canlı örneklerin insanlar üzerindeki etkisini tespit etmektedir. İşe bu noktadan baktığımız zaman, günümüz Müslümanları için canlı hayat örneği teşkil edecek bir toplumun bulunmaması çok acıdır. Tarihi örnekleri hatırlatmak, her zaman beklenen etkiyi yapamamaktadır. Bu sebeple, günün getirdiği anlayışı paylaşıp zamana uymakta kendilerini mazur gören dirençsiz Müslümanlar bu davranışlarıyla, bir büyük kayba rıza göstermiş olmanın vebalini üstleniyorlar. Çünkü canlı bir İslami toplum düzenini çağa arz edememe neticede bütün Müslümanların sorumluluğu olmaktadır.

     

    İslam'da sebat etmek, ümmeti böyle bir ayıptan kurtaracak ilk fikrî ve fiilî adım olacaktır. Çağlar, İslam toplum yapısını tanıma imkânını bulduğu ölçüde ondan etkilenecektir. Aksi halde, Müslümanlara günün yaşayış biçimini meşru göstermekten başka teselli veya avunma yolu kalmamaktadır. Her avunmanın sonunda mutlak bir pişmanlığın bulunduğu da herkes tarafından bilinmektedir.

     

    Netice olarak diyebiliriz ki, İslâmda sebat etmekten başka çaresi olmayan Müslümanların, kendi özellikleri ve güzellikleriyle fert ve toplum yaşayışlarını gerçekleştirip sündürebilmelerinin en kestirme yolu, güçleri ölçüsünde Sünnete uymaya çalışmaktır. Çünkü İslam ümmetinin bütün ayrıcalıkları, sünnet tarafından hayata geçirilmiştir. O halde ülkemiz Müslümanlarının gündemi Sünnet'e uygun bir günlük yaşayışı başarmaktır. Yoksa günlerin getirdiği anlayış ve uygulamaların peşine takılıp diğer milletleri şuursuzca taklit ederek yuvarlanıp gitmek değildir. Yorumlarda da ehl-i kitabı esas almamak gerektiği bu hadisten anlaşılmaktadır. Seçmeci ve eleştirel bir yaklaşımı müsteşrik yorumlarına karşı sergilemek daha doğru olur. Sözü Peygamber Efendimizin sık sık yaptığı bir dua ile bitirelim: "Ey kalpleri halden hale değiştiren Allahım! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl!"[11]

     

     

     

    [1] Buhârî, İtisâm 14

     

    [2] Buhârî, Enbiya 50, İtisâm 14; Müslim, İlim 6; İbni Mace, Fiten 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325, 327, 336, 337, 450, 511, 527; III, 84,89, 94

     

    [3] Bk. Hakim, Müstedrek, IV, 455

     

    [4] Tecrid Tercemesi, XII, 409

     

    [5] el-Ahzab (33), 31

     

    [6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 364

     

    [7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 91, 112

     

    [8] Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, s. 89

     

    [9] vâcibul-ittibâ: uyulması gerekli, bağlayıcı

     

    [10] Bk. Suyûtî, Miftâhu'l-cenne, s. 53-54

     

    [11] Tirmizî, Daavat 89, Kader 7; İbni Mâce, Mukaddime 13

     

    İsmail Lütfü Çakan


  13. Fatıma ismi, Peygamber soyunun nesilden nesile naklolan bir zenginliği idi aynı zamanda. Öyle ki Rasûlullah (sav) Ben Fatımaların evlâdıyım buyurmuştur, Zira Cenab-ı Peygamber'in büyük annesi ile Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali'nin annelerinin adları da Fatıma'dır. Bu söyleyiş şekli Ehl-i beyt arasında devam edecek, Hazret-i Hasan ve Hüseyin de Fatımaların çocuğu olarak anılacaktır.

    Evlad, babasının sırrıdır buyuruyor Peygamber Efendimiz. Şüphesiz Fatıma Anamız'da da Babasının sırrı zuhur etmiştir. Bu sır onu, Allah'ın tertemiz kılmayı murat ettiği Ehl-i beyt'in bir ferdi eylemiştir. Zira Nübüvvet hanesinin evladı olmak dernek kıyamete dek sürecek siyadetin bir rüknü olmak demektir. Fatıma Hazretleri, Muhammed Âl'inin validesi olan bir soy-anasıdır. Ümmetin şehadeti ile malumdur ki, Rasûl-i Ekrem Efendimiz, hem Fatıma Hazretlerini hem de torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i cennetin ehlinin seyyidleri olarak nitelemiştir. Dolayısıyla bu ilan da göstermektedir ki Rasûlullah (sav)'ın Ehl-i beyti, iki cihanın da seyyidleridir. İşte bu siyadet, Fatıma Hazretleri ile varlığa bürünmüş bir nebevi al sırrıdır.

     

    Fatıma Hazretleri'nin veladeti, risaletin başlangıcına yakın bir tarihti. Kureyş'in Kâbeyi yeniden inşa ettiği sene dünyayı teşrif etmiş olduğu söylenir. Müşrikler, bu inşa sırasında Hacerü'l-Esved'i yerine yerleştirme vazifesini, gönül huzuru ile Hz. Muhammed'e teslim ederken, O'nu Emin olarak vasıflandırmışlardı. Bu vasıf Hz. Peygamber'in yüce ahlakının ayrılmaz bir parçasıdır ve bu vasfın bir numunesi Fatıma Hazretleridir. O, babasının eminidir. Babası onu, ilk olarak ateşten emin kıldı; cehennem azabından uzak anlamında ona Fatıma ismini verdi. Hazret-i Peygamber, Kızımı, Fatıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allahın onu ve onu sevenleri Cehennemden uzak tutacağı hakikatidir ifadesiyle, bu manayı açıklar. Bu isimle Fâtıma, tertemiz bir ahlaka erdi; yüz aydınlığının kuvveti sebebiyle zehra ve Allaha kurbiyetine, iffetine binaen de betül idi.

     

    Fatıma ismi, Peygamber soyunun nesilden nesile naklolan bir zenginliği idi aynı zamanda. Öyle ki Rasûlullah (sav) Ben Fatımaların evlâdıyım buyurmuştur, Zira Cenab-ı Peygamber'in büyük annesi ile Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali'nin annelerinin adları da Fatıma'dır. Bu söyleyiş şekli Ehl-i beyt arasında devam edecek, Hazret-i Hasan ve Hüseyin de Fatımaların çocuğu olarak anılacaktır.

     

    Oğullarına nispetle 'Ümmü'l-Haseneyn (Hasan ve Hüseyin'in annesi) künyesi ile hitap edilen Fatıma Validemiz'in, şeref payesi niteliğindeki diğer künye si ise 'Ümmü Ebiha (babasının annesi)'dır. Hazret-i Fatıma, Hazret-i Peygamber'e en çok benzeyen kişi olması hasebiyle bu künye ile tavsif edilmiştir. Fatımaların çocuğu ifadesinde zikredildiği gibi, annesi yerinde olup Rasûlullah (sav)'ı büyütüp yetiştiren amcası Ebu Talib'in hanımı ve Hz. Ali'nin de annesi Fatıma bint Esed'in hatırası ile özdeşleştirilerek bu künyenin vücut bulduğu düşünülebilir. Ancak şu husus bir gerçektir ki ömrü, nübüvvet yılları ile yaşıt olan Fatıma Hazretleri bir an bile Babasından ayrı hayat sürmemiştir ve bu müşfik birliktelik ve babası nezdindeki mümtaz mevkii, Rasûlullah (sav)'ın kızı Fatıma'ya bu latif hitabı bahşetmiştir.

     

    Fatıma Validemiz dürüst ve güvenilir bir şahsiyetti. Hazret-i Aişe, onun Hazret-i Peygamber'den sonraki en doğru sözlü kişi olduğunu söylemektedir. Bu sebeple kimi zaman Ezvac-i Tahirat'ın bazı meselelerini Râsul-i Ekreme iletmek üzere elçi tayin edilirdi.

    Şecaat Sırrı

     

    Fatıma Hazretleri, tebliğ sürecini birebir yaşayarak tecrübe etmiştir, Bu safha içerisinde, sarsılmaz bir iman neşvesiyle hakiki bir mümini şahsında temsil etmiştir. Mekke döneminin acımasız sosyal ortamının baskıcı, alaycı ve tahrikkâr işkence uygulamalarını bizzat tatmıştır. Küçük yaşına ve kız çocuğu olmasına rağmen, Cenab-ı Peygambere yönelen müşrik sataşmaların karşısında fiili ve sözü ile korkusuzca kendisini siper etmiştir.

     

    Söz konusu hadiselerden birisi Kâbede meydana gelmişti. Hazret-i Peygamber tek başına namaz kılıyordu. Müşrikler ise oturdukları yerden müstehzi bir tavırla Onu izliyorlardı. O sırada Ebu Cehil'in teklifi üzerine Ukbe b. Ebu Muayt, ölmüş bir devenin yavru yatağını getirip secdede bulunan Hazret-i Muhammed (sav)in omuzlarının arasına yerleştirdi. Müşrikler alay ederek eğlenirken olayı görenlerden birisi Hazret-i Fatımaya haber verdi. Bunun üzerine derhal Kâbe'ye koşup gelen Hazret-i Fatıma, sevgili babasının sırtındaki necaseti temizlemiş ve bu hakaret karşısında duyduğu üzüntü ile ağlayarak oradaki müşriklere beddua etmiştir.

     

    Mekke döneminde Hazret-i Fatımanın yaşadığı diğer talihsiz hadise ise Ebu Cehil ile arasında geçmiştir. İslam'ın günden güne canlanarak intişar etmesi karşısında duyduğu öfkeyi dizginleyemez hale gelen Ebu Cehil, yolda karşısına çıkan çocuğu yaşındaki Hazret-i Fatımanın yanına gelerek Hazret-i Rasûl (sav)e hakaret etmişti. Nazenin bir kız olmakla birlikte Hazret-i Fatıma, bu fütursuz sözler karşısında susmamış, azılı müşrikten korkmamış gerekli cevabı vermiştir. Bunun üzerine daha da kızan Ebu Cehil, Hazret-i Peygamberin yavrusuna bir tokat vurma cür'etini göstermiştir. Orada hazır bulunan Ebu Süfyan, kendisi de İslamın önde giden düşmanlarından olmakla birlikte bu kadarını hazmedememiş olsa gerek, Hazret-i Fatımaya arka çıkarak yandaşı Ebu Cehil'i sert bir dille kınamış ve kısasen Hazret-i Fatımanın da ona bir tokat akşetmesini temin etmiştir. Ebü Süfyanın bu davranışı Mekkenin fethinde Hazret-i Peygamberin ona göstereceği hüsn-i muamele ile karşılığını bulacaktır.

     

    Risaletin Hicret sonrası Medine döneminde ise, İslamiyeti tebliğ basamaklarında müşriklerle ve ehl-i kitabla mücadelenin ikinci safhasına geçilmiştir. Bu mücadelede Fatıma Hazretleri tebliğin öncüsü olarak, Nebiyy-i Ekrem'in beraberinde yine ön safta yerini almıştır. Her zaman Rasûlullah (sav)'ın yanı başında bulunan Hazret-i Fatıma, Uhud Gazvesi'ne de iştirak etmiş, burada gazilere yiyecek ve su taşımış, yaralıları tedavi etmişti. Bu savaş esnasında Hazret-i Peygamber'in yan dişlerinden birisinin kırılması, yüzünün yaralanması üzerine Hazret-i Fatıma babasının yüzündeki kanları temizlemeye çalıştı. Kanın dinmediğini görünce bir hasır parçasını yakıp küllerini yüzündeki yaraya bastırmak suretiyle akan kanı durdurmuştu.

     

    Fatıma Validemiz dürüst ve güvenilir bir şahsiyetti. Hazret-i Aişe, onun Hazret-i Peygamber'den sonraki en doğru sözlü kişi olduğunu söylemektedir. Bu sebeple kimi zaman Ezvac-i Tahirat'ın bazı meselelerini Râsul-i Ekreme iletmek üzere elçi tayin edilirdi. Benzer bir örnek de Mekke'nin fethi öncesinde yaşanır. Kureyş, Hudeybiye muahedesinin şartlarını ihlal edince Ebu Süfyan Medineye gelerek Hazret-i Peygamber'le aralarını bulması için Hazret-i Fatımadan yardım istemişti; ancak Rasûlullah (sav)ın kızı bu talebi, dirençli tutumu, asil duruşu ile sert bir dille reddetmiştir.

     

    Hazret-i Fatıma ve ailesi Rasûlullah (sav)ın tevhid mücadelesine halel getirmeyecek vasıflarla mücehhezdi ve bu yolda Onun sarsılmaz dayanaklarıydı. Nitekim hicretin dokuzuncu senesinde Medine'ye gelen Necranlı Hıristiyanlar ile Hazret-i Peygamber arasındaki müzakereler sırasında mübâhele ayeti (Al-i İmran 3/61)1 nazil olmuş ve görüşmelerin tıkandığı noktada Râsul-i Ekrem Eğer size söylediklerimi inkâr ederseniz, geliniz sizinle mübâhele edeceğim diyerek kızını, damadını ve iki torununu yanına alarak onlara meydan okumuştur. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber, koyduğu kuralların uygulanmasında kendi ailesine hiçbir şekilde ayrıcalık tanımamıştır.

     

    Aba Sırrı

     

    Kızı Fatıma Hazretlerinin her haliyle hem-dem olan Peygamber Efendimiz, onu emanet edeceği, birlikte yuva kurmasını onaylayacağı kişi hakkında da son derece hassas davranmıştır. Zira kızını emanet edeceği damadı, bu nikâh ile Rasûlullah (sav)ın neseb sırrına iştirak edecek ve aynı beytin ehli olmakla ayrıca bu vahdet sırrına agâh olacaktı.

     

    O'nun damadı olma şerefini kazanmak sâikiyle önce Hazret-i Ebu Bekir, sonra Hazret-i Ömer Hazret-i Fatıma'ya talip olmuşlar, ancak Hazret-i Peygamber bu teklifleri kabul etmemişti. Sonunda İ1aıu işaret gelmiş, Nebiyy-i Zişan, kızını emanet edebileceği yegâne kişi olarak tanıttığı Hazret-i Ali'nin bu konudaki talebine müsbet cevap vermiştir. Ki Ali kerramallahu vechehü, hicret yolculuğuna çıkan Resul-i Ekrem'in emanetlerini sahiplerine teslim ettiği gibi, Hazret-i Fatıma ile birlikte aile efradını da emanet olarak Medine'ye getirerek Cenab-ı Peygamber'e kavuşturmuştu.

     

    Hazret-i Fatıma ve Ali'nin düğünleri. 2. yılın Zilhicce ayın- da (Haziran 624) o günün geleneklerine uygun, fakat mütevazı imkânlarla yapıldı. Hazret-i Ali, Bedir Harbi'nde ganimetten payına düşen zırhı, bazı rivayetlere göre de devesini ve bir kısım eşyasını satarak yaklaşık 450 dirhem mehir verdi. Hazret-i Fatıma'nın çeyizi ise kadife bir örtü, içine hurma lifi doldurulmuş bir deri yastık, iki el değirmeni ve deriden yapılma iki su kabından müteşekkildi. Nikâhları Rasûlullah (sav)'ın Allahım sen onları ve soylarını kutlu kıl duasıyla kıyıldı. Düğün yemeklerini Hazret-i Peygamber kendi elleriyle hazırladı. Sahabi Harise b. Nu'man'ın, Mescid-i Nebevi'ye çok yakın olan bir evini genç evlilere hediye etmesi ise ayrıca sevinç yarattı; böylece Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Ali, baba ocağından ayrılmamış oldular.

     

    Hazret-i Fatıma, Hazret-i Ali'nin tek eşi olmuştur. Hazret-i Ali, Mekkenin fethinden sonra Ebu Cehilin kızı Cüveyriyye ile evlendirilmek istendiğinde, Peygamber Efendimiz bu duruma razı olmamış, kızının üzülmesini istemediğini söylemiş ve damadının, ancak Hazret-i Fatıma'dan boşanırsa bir başka hanımla evlenebileceğini beyan etmiştir.

     

    Cenab-ı Peygamber'in alakası, sürekli Hazret-i Fatıma ve ailesinin üzerinde olmuştur. Bir peygamber soyuna mensup olmanın gereklerini yerine getirmeleri, asalet ve faziletlerini muhafaza etmeleri, ibadetlerini yerine getirmeleri için titizlik göstermiştir. Hazret-i Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyinin üzerine hırkasını örtüp Ey Ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri/kusuru giderip tertemiz yapmak ister (el-Ahzab 33/33) ayetini okuyarak, Allahım! Bunlar benim Ehl-i beytimdir; onları kötülüklerden koru ve kendilerini tertemiz kıl diye dua buyurmuştur. Böylece Ehl-i beyt sırrı, Al-i aba sırrı olarak kendisini ifşa etmiştir.

     

    Kanaat Sırrı

     

    Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Ali'nin mes'ûd bir aile hayatları olmuştur. Ufak tefek anlaşmazlıkları ise kısa sürede tatlıya bağlarlardı. Hazret-i Ali, Fatıma Anamız'a kırıldığı zaman ona bir şey söylemez, onunla hoşnut olmayacağı tarzda konuşmazdı; sadece bir parça toprak alarak başının üstüne koyardı. Hazret-i Peygamber bu toprak parçasını gördüğünde, Hazret-i Fatımaya dargın olduğunu anlar, Neyin var ya Eba Türab! Ne olduğunu Allah bilir buyururdu.

     

    Hazret-i Peygamber ve Ezvac-i Tahirat'ın sade ve mütevazı hayat şartları, Hazret-i Fatıma ve Ali'nin hanelerinde de geçerli idi. Bu durum yokluktan değil, ihtiyaçtan fazlasına sahip olmamak, olanı bağışlamak itiyadından kaynaklanıyordu.

     

    Hazret-i Peygamber, beytülmaldeki şahsına ait hesabından belli miktarda kızına da hisse ayırırdı. O günün imkânlarında evlerinde hizmetli çalıştırabilecek konumda olmalarına rağmen Peygamberimiz bu hususta kendi ailesine ve kızına ruhsat vermemiştir. Hazret-i Fatıma, tek başına ev işlerinin üstesinden gelmekte zorlandığını söylediğinde Nebiyy-i Zişan kızına otuz üçer kere Subhanallah, Elhamdülillah ve Allahü Ekber diyerek tespih etmesini ve sonunda da La ilahe illallahu vahdehü la şerike leh, lehü'l-mülk ve lehii'l-hamd ve hüve ala külli şey'in kadir şeklinde dua etmesini tavsiye ve tenbih etmiş, bu sözlerin istediği hizmetliden daha hayırlı olduğunu buyurmuştur. Böylece Resul-i Ekrem'in yüce ahlakının bir parçası olan kanaat özelliği de, Fatıma aynasının sırrı olmuştur.

     

    Hazret-i Fatıma, zahiren ve bâtınen babasına benzetildiği güzel vasıflara sahip bir evlattı. Rasûlullah (sav) onu görünce sevinir, ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper, iltifat edip yanına veya kendi yerine oturturdu. Babası kendi evine gelince Hazret-i Fatıma da onu aynı şekilde karşılar ve ağırlardı.

    Muhabbet Sırrı

     

    Hazret-i Peygamber, kızı Fatıma'ya derin bir muhabbet besler ve her vesile ile sevgisini izhar ederdi. Fatıma'yı gözünden sakınır, kimsenin onu üzmesine müsaade etmezdi. Âlemlerin Efendisi sık sık Fatıma benden bir parçadır. Onu hoşnut eden her şey beni memnun eder. Onu üzen her şey de beni üzer düsturunu hatırlatırdı.

     

    Hazret-i Fatıma, zahiren ve bâtınen babasına benzetildiği güzel vasıflara sahip bir evlattı. Rasûlullah (sav) onu görünce sevinir, ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper, iltifat edip yanına veya kendi yerine oturturdu. Babası kendi evine gelince Hazret-i Fatıma da onu aynı şekilde karşılar ve ağırlardı. Hazret-i Peygamber sefere giderken aile efradından en son Fatıma ile vedalaşır, seferden dönünce de ilk olarak onunla görüşürdü. Hazret-i Fatıma, güzel ahlakı, zühd ve takvası sebebiyle Resul-i Ekrem'in teveccühüne mazhar oldu. Bana melek gelerek Fatıma'nın cennet hanımlarının efendisi olduğunu müjdeledi ifadesinde olduğu gibi, İnsanlık âlemine şeref olarak şu dört kadın yeter: İsâ'nın annesi Meryem, Firavun'un iman eden karısı Asiye, benim eşim Hatice ve benim kızım Fatıma beyanı da, Hazret-i Fatıma'nın rüchâniyetini ilan etmektedir.

     

    Risalet vazifesinin tamamlandığını bilen ve son günlerini idrak etmekte olduğunu anlayan Hazret-i Peygamber, baba şefkatiyle kızını bu ayrılığa hazırlamıştı. Rahatsızlığı esnasında Hazret-i Fatıma'nın kulağına eğilerek, o sene Cebrail Aleyhisselam'ın Kur'ân-ı Kerîm'i mukabele etmek üzere iki kere geldiğini ve bunun, vefatının yaklaştığına bir işaret olduğunu fısıldadı. Kızının son derece kederlendiğini ve ağladığını görünce de ailesinden ilk olarak onunla kavuşacaklarını haber verdi. Bu haberi bir müjde kabul eden Hazret-i Fatıma'nın hüznü yerini sevince bırakmıştır. İrtihal-i Nebevi üzerine Hazret-i Fatıma Ey Tanrısının emr ü fermanı kendisine erişen babacığım! Senin mevt haberini Cibril Aleyhisselam'a duyuralım diye nida eder. Hazret-i Fatıma'nın bundan sonraki günleri babasına duyduğu tahassür ile geçmiştir.

     

    Nebiyy-i Ekrem'in âlem-i bekaya irtihalinden bir müddet sonra Hazret-i Fatıma rahatsızlandı. Belli bir süre tedavi gördü. Hazret-i Peygamber'in müjdelediği gibi O'na kavuşacak olmanın süruruyla 3 Ramazan 11 (22 Kasım 632) tarihinde Salı günü, 29 yaşlarında ebedi âleme göçtü. Nübüvveti karşıladığı gibi Nebi'yi uğurlamış ve tez vakitte ona kavuşmuştur. Mübarek naşını Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekir'in hanımı Esma bint Umeys ve Selma gaslettiler. Cenazesi kendi vasiyeti uyarınca, o zaman ilk defa tatbik edilen bir usulle üst kısmı kapalı bir şekilde tabut içinde taşındı. Cenaze namazını Hazret-i Ali (veya Abbas b. Abdülmuttalib) kıldırdı. Vasiyeti üzerine gece, Hazret-i Ali, Abbas ve oğlu Fazl tarafından Cennetü'l-Baki' da sırlandı.

     

    Fatıma'nın ömrü asr-ı saadettir. Ahlaki nübüvvetin aynasıdır. Hazret-i Fatıma'nın vazgeçilmez bir parçası olduğu Ehl-i beyti sevmek, Peygamberimiz'in bizlere vasiyetidir. Bu vasiyet, Rasûlullah (sav)'ın aşıladığı meveddet/muhabbet sırrıdır.

     

    ---Doç. Dr. Gülgün Uyar


  14. Öleceğim deyip duruyor, sus diyorum, sus Mustafa. Ölmeyeceksin. Yaşlı bir moruk olarak da göreceksin bu sokakları. Aksi bir ihtiyar olur senden, evin önünü kirletiyorlar diye çocukları kovalar durursun.

     

    Bu sokaklarda mı? Hangi bina? Şu mahalleye bak, tamamı yıkılmış bu binaların. Hiç çocuk var mı şu sokaklarda?

     

    Susuyorum.

     

    Biraz topalasın diye seni İstanbula götüreyim diyorum, kabul etmiyor.

     

    Hayır, devrim tamamlanana kadar Suriyeden ayrılmayacağım.

     

    Mustafa çok hızlı araba kullanıyor. Ölümüne sürüyor. Ölümüne yaşıyor çünkü. Ölmek için yaşıyor. Tüm arkadaşları ölmüş. Bari beni düşün Mustafa diyorum, böyle ölüp gitmek istemiyorum, biraz yavaşla

     

    Beni seviyor Mustafa, Batılı gazetecilerle çalışmıyor. Nefret ediyor onlardan, bir füze düştüğünde sen üzülüyorsun, onlar ise seviniyor diyor.

     

    Hava sıcak ki ne sıcak. Sanki cehennem bize doğru yaklaşıyor. Tüm Araplar istisnasız doğaya boyun eğiyor ve gölgeye çekiliyor. Sadece Mustafa araçtan inmemize müsaade etmiyor. Öleceksek sıcak bir günde ölelim ha diyor, kahkahayla gülerken.

     

    İşe gidiyoruz. Fotoğraf çekmeye. Mustafa susmak bilmiyor.

     

    Sus diyorum, sus artık Mustafa. Yoksa boğazını sıkacağım senin. Ölmek için yalvaracaksın. Gözlerin yuvalarından fırlayacak ve cesedin korkunç olacak diyorum. Bak, sen bile benim ölümümü istiyorsun diye, basıyor kahkahayı yeniden.

     

    Karakuru ve oldukça zayıf biri Mustafa. Günde üç paket sigara içiyor. Kazandığını sigaraya veriyor. Siyah saçlarını hep geriye doğru tarıyor.

     

    Mustafanın orta parmağı ve yüzük parmağı kopmuş. Vücudunda mermi izleri var. Mustafa bir tankla kaşı karşıya gelmiş, tankın makinelisi taramış Mustafayı ve iki arkadaşını. Üç arkadaşı bowling kuklaları gibi yıkmış oracığa. İkisi ölmüş, Mustafa parmaklarını ve ruhunu kaybetmiş. Korkmuş Mustafa, iki ceset üzerine yıkıldığında.

     

    A Palestinian carries a wounded man intMustafa anlatırken kanım donuyor. Arkadaşlarımın kanında boğulacaktım, üzerimden kaldıramadım, çünkü hareket edemezdim, tank bana bakıyordu, beni de öldü sanıyordu, hareket etsem yeniden ateş edecekti, ağzımın içi arkadaşlarımın kanıyla doldu, canım nasıl sigara istedi o an.

     

    İkinci sınıf fotoğraf makinesini çıkartıyor, bir gün kim bilir, diyor, kim bilir ben de senin gibi bir ajansta çalışırım ve elindeki makineden alırım. Sadece fotoğraf için beni görmeye tahammül ediyorlar, ölsem kimse duymayacak, biliyorsun, kimsenin umurunda değilim. Yirmi dolar. Hepsi hepsi yirmi dolar için ölüme gidiyorum.

     

    Mustafa hiç susmuyor.

     

    Kafamı karıştırma Mustafa, senin yüzünden olağanüstü bir anı kaçırdım, diye kızıyorum, patlamış bir füzenin kıçındaki yuvarlak parçayla top gibi oynayan çocuklar uzaklaşırken.

     

    Küsüyor hemen. Çalışmıyorum diyor, istediğini yap, zaten mermi gelmese, kimyasal gaz atacaklar ve geberip gideceğiz.

     

    Elimdeki makineyi uzatıyorum, al diyorum, senin olsun. Kabul etmiyor. Gururlu çocuk Mustafa.

     

    Yirmi bir yaşında. Halep Üniversitesi Güzel Sanatlarda birinci sınıf okurken olaylar başlamış ve doğal bir şekilde savaş fotoğrafçısı olmuş. Yetenekli çocuk. Mustafa iyi fotoğraf çekiyor ama biliyorum ki bir gün ölecek, çünkü benim sürünerek geçtiğim yerlerden güle eğlene geçiyor Mustafa.

     

    Hiçbir şeyi umursamıyor, birlikte çatışma bölgesine gittiğimizde şans eseri kurtuluyoruz keskin nişancılardan, çünkü Mustafa her zaman yalan söylüyor, bildiği halde keskin nişancı menziline sokuyor bizi. Korkutmak istiyor, acıyı daha fazla duymamı, onun gibi hissetmemi istiyor. Ölümle dans ediyor.

     

    Mustafa ölmesin de kim ölsün?

     

    Rüyalarını kaybetmiş, genç yaşında bir kızdan kazık yemiş. Parmaklarını kaybedip vücudu yara bere içinde kalınca, gidip bir zengin Suudluyla evlenmiş nişanlısı. Bahtsız bir çocuk Mustafa. Çok seviyordum kahpeyi diyor. Hayatımı mahvetti.

     

    Ne diyebilirim ki? Zaten ölmüş Mustafa. Yemek yerken, neşelenirken, kahkaha atarken, araba kullanırken, fotoğraf çekerken, küsüp giderken saydam bir çocukmuş gibi görünüyor gözüme. Sanki bu dünyaya ait değil. Çoktan ölmüş.

     

    Belki etrafımda yüzlerce Mustafa var ama ben sadece onu tanıyorum. Onun hikâyesini biliyorum.

     

    Şimdi saat sabahın yedisi. Hemen önümdeki karşı yatakta uyuyor. İstanbula döndüğünde beni unutursan gelir seni öldürürüm deyişi geliyor aklıma, gülüyorum.

     

    Hikâyesini yazarken bile onu izliyorum. Üzerine titriyorum.

     

    Kardeşim gibi seviyorum Mustafayı.

    Samet Doğan


  15. FETHİ GEMUĞLU OĞLU K.S.'NİN MEB BAKANIMIZ NABİ AVCI'YA MEKTUBU:

    15 Ekim 1972

    “Nabi kardeş, Nabi Can,
    Mektubunu aldım, içim ışıdı. Mutluluk duydum. Belgeleri tamamlamakta acele davranmanı isterim. Şiiri bırakma. O senin ibadetindir. Herkesi ‘usta’ bil, o senin edebindir. Ama ‘sen kendin ol’ ve Usta sensin. Gerçeği ifade ediyorum. Meslekim ve meşrebim ‘medih ve senada ileri gitmek’ değildir.
    Benim için Ankara Hacı Bayram şehridir. Huzur’a git, yalvar, ağla ve cemale hizmete talib ol. ‘Hadim olmayan, mahdum olmaz’
    Sükut da tevhiddir. Onu da bil. Benim için Ankara biraz da Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, ve Akif demektir. Onlara sevgimi ilet.

    Oruç ayınız kutlu olsun........
    Çalışkan birer öğrenci misiniz? Acele yazınız.
    Selam ve selam.

     


  16. Ölümü ile binbir öldügümüz merhum sehit Menderes basbakanımızın asılmasının vuku bulduğu gundeyiz. Kabri nur olsun, Efendimiz'e komsu olsun insallah. Hala yureğımizde sızısıni duydugumuz tarihimizın elim vakasi. Birer fatiha ihlas ırsal edelim dostlar. Ve neler yapmamiz gerektiğini vatanimiz ve milletimiz namina bir kere daha mulahaza edelim. Vesselam


  17. artık ilim adamıyla bilim adamıyla konusmamiz gereken tek konu. Kudüs ısrail askerleri tarafından isgale uğrarken,ıran suriye'nin katillerinden biriyken, mısır'da insanlar mekke medine krali eliyle desteklenırken evet bu konu çokca konusulmalıdır. Umidim var, vakit alır ama imkansız olduğu fikrinde degilim

×
×
  • Create New...