Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. islam-img3.jpg

    Zeytinburnu'nda Türkiye'de İslamcılık sempozyumu

    İslamcılık Düşüncesi'nin tarihsel gelişimi ve bu gelişimde rol oynamış kişilikler, onların İslamcılık merkezli temel görüşleri İslamcılık sempozyumunda ele alınacak

    Dünya Bülteni/ Haber Merkezi

     

    Türkiye'nin İslamcılık Düşüncesi Zeytinburnu'nda düzenlenecek sempozyumla her yönüyle inceleniyor.

    Zeytinburnu belediyesi tarafından düzenlenen ve 3 gün boyunca sekiz oturumdan oluşacak sempozyum, Prof.Dr. İsmail Kara'nın açılış konferansı ile 17 Mayıs Cuma günü saat 14.00'da başlayacak.

    Çok sayıda yazar, akademisyen, gazeteci ve düşünürün tebliğ sunacağı programda İslamcılık Düşüncesi'nin tarihsel gelişimi ve bu gelişimde rol oynamış kişilikler, onların İslamcılık merkezli temel görüşleri anlatılacak.

    17–18–19 Mayıs tarihlerinde Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde gerçekleşecek sempozyumda ayrıca İslamcılık Düşüncesi'nin yaşadığı değişim ve dönüşüm, İslamcılık Düşüncesi'nin Türkiye'de tarihe, kültüre, sosyal hayata, edebiyata, sanata, siyasete etkileri konuşulacak.

    İslamcılık Düşüncesi'nin sağcılık, muhafazakârlık, milliyetçilik ile etkileşimi konuları da 3 gün boyunca bildirilerde yer bulacak.

     

     


  2. Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan

     

    عَنْ اِبْنِ عَمرِو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : لا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى يَكُونَ هَوَاهُ تَبَعًا لِمَا جِئْتُ بِهِ

    Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallahu anhumâ, "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu" demiştir:

    "Arzuları (hevâsı) benim getirdiğim (İslâm gerçeğin)e uymadıkça hiç biriniz (ol­gun) mü'min olamaz."[1]

    Hevâ, sadece kuru bir meyil demek değildir. Her yönelişin teme­linde bir sevgi ve istek bulunduğu gibi hevâ da muhabbetle meyletmek demektir. Bu sebeple de hakkın hilâfına (zıddına), istekle ve sevgiyle meyletmek asıl hevâyı anlatmaktadır.

    Hevâ ve heves

    Nefs engelini aşmakta fevkalâde yönlendirici ve yol gösterici nitelik taşıyan hadisimizi açıklamaya, öncelikle “hevâ” kavramı üzerinde durarak başlayalım. Hevâ, genel olarak ifade edildiği zaman, “hakkın zıddına meyletmek” demektir. Dilimizde, nefsin arzuları anlamında "hevâ ve heves" kullanımıyla yer alır. Dinî bir terim olarak hevâ; nefsin, şer'i şerifin muktezası hilâfına meyletmesi demektir. Bunun en büyük zararı, "Hevâya uyma, seni Allah yolundan saptırır"[2] mealindeki ayet-i kerimede beyan edilmiştir.

    Hevâ, sadece kuru bir meyil demek değildir. Her yönelişin teme­linde bir sevgi ve istek bulunduğu gibi hevâ da muhabbetle meyletmek demektir. Bu sebeple de hakkın hilâfına (zıddına), istekle ve sevgiyle meyletmek asıl hevâyı anlatmaktadır. Ayette işaret edilen sapıklık tehlikesi de bu sevgi ve muhabbete dayalı meylin sonucu olmaktadır.

    Hisler ve hevesler, başıboş, serbest kayıtlardan uzak ve duygusal hareketleri öngörürler. Bağlılık, disiplin, düzen, ölçü ve denetimden hoşlanmazlar. Oysa insan, başıboş bir hayatın değil, her yönüyle hesabı verilecek bir ömrün sahibidir. Bu sebeple de kayıtsızlık isteklerinin, en esaslı kayda, "vahy"e bağlı kılınması, hayatın tadını çıkarmanın yolu olduğu kadar, ahireti kazanmanın da tek çaresidir. Nitekim bir ayette bu husus şöyle açıklanmıştır; "Kim rabbinin azametinden korkup nefsini, heves­lerin sevk ettiği kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer elbette cennettir."[3]

    Mâverdî'nin haber verdiğine göre Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Hakkınızda iki şeyden endişe ederim: Heveslere uymak ve tûl-ı emel... Heveslere uymak, hakkı görmeyi, hakka uymayı önler; tûl-i emel (uzun emeller beslemek) de ahireti unutturur.”[4]

    Peygamberin tebliğatına uymak

    Hadisimizin asıl mesajı, olgun mü'min olabilmek için hislerin ve he­veslerin Hz. Peygamber’in getirdiklerine tâbî kılınmasıdır. Bu da aklın vahiy aydınlığından yeterince ve serbestçe yararlanabilmesiyle mümkün olacaktır. Ne var ki, hisler ve hevesler, aklı bu noktada serbest bırak­mazlar. Yoksa aklın vahye uyması pek tabiidir. Eğer aksi oluyorsa orada aklın değil, hisler ve heveslerin hâkimiyeti söz konusudur.. Bu konudaki Kur’ân-ı Kerîm'in tespiti şudur: "Eğer sana cevap vermezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil."[5]

    "Hevâ ve hevesini kendisine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar gerçekten davarlar gibidir, belki daha da sapık yolludurlar."[6]

    İman bütünlük ister

    İman bütünlük ister. Yüce Rabbimiz; "Ey iman edenler, İslâm'a topyekûn ve tam olarak giriniz, şeytanın adımlarına tâbi olmayınız!"[7] buyur­maktadır. Hadisimizi şerh eden Aliyyu'l-Kaarî de, hadisteki "mü'min olmaz" ifadesini, imanın aslını nefyeden (ortadan kaldıran) bir ifade olarak anlamanın mümkün olduğunu söylemektedir. Zira Hz. Peygamber’in getirip tebliğ ettiği inanç esaslarını benimseyememiş kişi mü'min değildir. Nitekim biz, dinin inanç esaslarını kabul ettiği halde hükümlerine uymayanlara fâsık, hükümlerine uyar göründüğü halde aslını kabul etmemiş olanlara da münafık diyoruz.

    Yine Aliyy'ül-Kaarî, "mü'min olmaz" ifadesini, imanda kemâli orta­dan kaldırma (nefy) anlamında yorumlayarak, Hz. Peygamberin tebligatı içinde yer alan emirler ve nehiylere uymayı his ve heveslerine kabul etti­rememiş olanların “olgun mü'min” olamayacağı sonucunu çıkarmanın da mümkün olduğuna işaret etmektedir.[8] Biz de bu ikinci manayı tercih ettik.

    Hayatın her döneminde ve her meselede Hz. Peygamber'in tebligatına bağlı ve tâbi olmak, Müslüman için gerçek kurtuluş ve mut­luluk iken, inançlı insanları heveslerine bağlı, hislerine tâbî görmek, iman noktasında ciddî rahatsızlıkların varlığına işarettir.

    "Bana göre" yanılgısı

    Hayatın her döneminde ve her meselede Hz. Peygamber'in tebligatına bağlı ve tâbi olmak, Müslüman için gerçek kurtuluş ve mut­luluk iken, inançlı insanları heveslerine bağlı, hislerine tâbî görmek, iman noktasında ciddî rahatsızlıkların varlığına işarettir. His ve heveslerin adeta ilahlaştırıldığı, böyle bir yozlaşmanın, çağdaşlık gibi bir yanıltıcı yorumla meşrulaştırıldığı çok karmaşık bir ortamı yaşıyor gibiyiz. İn­sanlarımızın çoğunlukla hislerini kullandıkları, akıllarına çok az müra­caat ettikleri görülmektedir. Herkes kendi his ve heveslerini "Müslümanlık" ya da "dindarlık" ölçüsü olarak almaya ve ona göre Müslüman olmaya heves ediyor, özeniyor. Konuları "bana göre" kaydıyla yorumluyor, "bana göre" derken, hislerine ve heveslerine yenildiğini, hislerini ölçü aldığı için ayrılığa, fitneye, fikrî anarşiye, hürriyetsizliğe, başıbozukluğa, eksantrikliğe düştüğünü akıl edemiyor. Hele hele his ve heveslere göre Müslüman olunamayacağını ya kestiremiyor ya da öyle görünüyor.

    Unutulmamalıdır ki, bütün yanılgı ve günahların temelinde nefsin arzu ve isteklerini, aklın ve imanın gereklerine takdim etmek (onlardan önde tutmak) yatar. Allah saygısı ve sevgisi, Peygamber'e uymakla ispat edilebilirken, his ve heveslerin pe­şine takılmak, sonu gelmez hatalara, bid'at ve hurafelere, telâfisi çok zor dinî ve manevi zararlara düşmek olur.

    Çare

    Çare, hadisimizde pek beliğ ve net bir şekilde ifade buyrulduğu gibi “Hz. Peygamber’in ge­tirdiklerine uymayı his ve heveslere kabul ettirmek”tir. Demektir ki, imanda olgunluk, duyguların Müslümanlığındadır. Zira his ve heveslerin Hz. Muhammed'in tebligatına tâbî kılınması; onun hükmüne rıza göstermeyi, onun izini izlemeyi, sünnetini yaşamayı, davasına sahip çıkmayı, her yönden ona teslimiyeti, açıkçası iyi bir ümmet olmayı ve böylece iman hürriyetine kavuşmayı gerektirir. Bu da aynı zamanda arzuların hürri­yeti ve mutluluğu demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

    "Yok yok, Rabbine andolsun ki, onlar, aralarında çıkan çapraşık işlerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefislerinde hiç bir dargınlık duymak­sızın tam bir bağlılıkla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar."[9]

    Bu ayetten de anlaşılmaktadır ki, nefsin aşılması, onu Hz. Peygam­ber’in tebliğlerine tâbî kılmakla mümkün olacaktır. Gerçek hürriyet de bu nefs engelinin aşılmasından sonra belirecektir. Zira İslâm, İslâm dışı her türlü kayda ya da kayıtsızlığa karşı tam bir hürriyet ve mutluluk sistemi ve ortamıdır.

    His ve heveslerin Hz. Muhammed'in tebligatına tâbî kılınması; onun hükmüne rıza göstermeyi, onun izini izlemeyi, sünnetini yaşamayı, davasına sahip çıkmayı, her yönden ona teslimiyeti, açıkçası iyi bir ümmet olmayı ve böylece iman hürriyetine kavuşmayı gerektirir.

    His ve hevesler dediğimiz, nefsin arzuları yerine getirildikçe, nefsin hâkimiyetinin güçleneceği muhakkaktır. Bu yüzden nefsi hak yolunda büyük bir engel olmaktan çıkarabilmek için onun etkinliğinin sınırlandı­rılması çareleri aranmıştır. Bunlardan biri de "nefsin haklarına değil, hazla­rına mâni olmak" şeklinde tanımlanan mücâhededir. Hadisimizde konu, "hevâ ve heveslerin Hz. Peygamber’in tebligatına tâbî kılınması" şeklinde tespit edilmiştir. Zira dinimizde hakların zayi edilmesi değil, aksine ko­runması esastır. Hz. Peygamber’e uymakta da kimsenin ve hiç bir hak sahibinin hakkının zayi olması söz konusu olamaz. Bu sebeple de Efen­dimiz, konu olarak seçtiğimiz hadis-i şerifte, genelde insanları, özelde inananları duygusal bir hayata değil; aklî ve imani, şuurlu ve denetimli bir hayata ve köklü bir hürriyete çağırmaktadır. Hislerin ve heveslerin, bu çağrı karşısına dikilmeye kalkışacak iç güçler olduğunu duyurmakta­dır. Müslümanların dış düşmanları karşısında başarılı olabilmelerinin, önce bu iç güçlere karşı kazanacakları zafere bağlı olduğuna işaret et­mektedir. Sürekliliği ve her türlü cihad hareketlerinin temelinde bulu­nuşu belki de bu mücadelenin "cihad-ı ekber" diye nitelenmesine vesile olmuştur.

    O halde his ve heveslerin girdabından tebliğ-i Muhammedî ipiyle kurtulmak, tüm gayretimizle o ipe sarılmaya çalışmak gerekmektedir. Zira böyle bir gayrette başarının sonucu Allah Teâlâ’nın ihsan ve ikra­mına mazhar kılınmış bahtiyarlarla arkadaşlık ve tabiî büyük mutluluk demektir:

    "Öyle ya; her kim Allah'a ve Peygambere tâbi' olursa, işte onlar Allah'ın kendilerine in'am ve ihsan ettiği nebiler, sıddıklar, şehidler ve salihler ile birlik­tedirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar!"[10]

     

     

     

    Dipnotlar:

    1. Beğavî, Mesâbihu's-sünne, 1, 160 (tahkikli baskı); Şerhu's-sünne, 1, 212–213 Hatib Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, 1, 55; 2. Nevevî, Kırk Hadis (hds. No:41), Hadis sened açısından değerlendirmesi için bk. İbn Receb el-Hanbelî, Camiu'1-ulüm ve'l-hikem, s.364–365

    2. Sad (38), 26

    3. en-Nâziât (79), 40–41

    4. Mâverdî, Edebû'd-din ve'd-dünya, s.13

    5. el-Kasas (28), 50

    6. el- Furkan (25), 43–44

    7. el-Bakara (2), 208

    8. Mirkâtu’l-mefâtih I, 201–202

    9. en-Nisa (4), 65

    10. en-Nisa (4), 69

     

    http://www.sonpeygamber.info/arzularin-teslimiyeti

    • Like 1

  3. Alalhümme salli ve sallim ve barik âla seyyidina Muhammedin il fetihi lime uğlige vel ha(kalın-noktalı-)timi lime sebega nasırıl haggi bil haggi vel hedi ila sıradikel mustegimi ve ala alihi ve eshabi hagga kadrihi ve migdarihill az(peltek)imi.

     

     

     

     

    Muhammed El Bekri(kuddise sirruhu) ya ait olan bu salâtı okuyan kişi cehenneme girmez.(Cehenneme girmesi mukadder olana okumak nasip edilmez.)

     

    Okuduk, evvelden de Cübbeli Hoca'nın salavat kitabında okumuştum.

     

    Tuhaf yani, sorgulamadan inanmak lazım ama bir salavat-ı şerife cehennem beraatı eder mi?

     

    Gelsin herkes okudun, kaçmaz.

     

     

     


  4. İlahiyat çok karışık bir camia. Kavgası, gürültüsü eksik olmuyor. Aslında bu daim yenileme ve arayış içinde olma islami taban olarak güzel olmakla birlikte kendi yorumlarını ve doğrularını hakikatmiş gibi propagandasını yapmaya başladığı yerde mesele çıkıyor.

     

    Geçtiğimiz hafta okulumuzda sahabe sempozyumu vardı. Koca koca adamlar resmen öğrencilerin karşısında fikir çatışması mı atışması mı nedir ondan yaptılar :) Bilimselci-tarihselci hocalar İsmail Lütfi Çakan ve Mustafa Fayda Hocadan bayağı azar işittiler. Ama hiçbiri fikrinden dönmüyor biliyor musunuz hiç biri. Resmen iki tane adam salonu kattı karıştırdı. "Sahabeye ittiba" kavramıi bir din adamını neden rahatsız eder ki, aklımız almadı gitti.

     

    Gerçek, samimi islami araştırmaya adanmış şahsiyetlere ihtiyaç var. Bu manada ciddi karar alıp almama arasında bocalıyorum. Durmam gereken yeri bilmekle birlikte gerçekleştirmek istediklerim arasında gidip geliyorum. Hayırlısı.


  5. Osmanlı ölmeden mezara kondu!

    Mustafa Armağan yeni kitabı "Satılık İmparatorluk"ta Muhteşem Osmanlı mirasının Lozan'da nasıl yağmalandığını belgeleriyle ortaya koyuyor. Armağan, "Aslında Osmanlı dışarıdan tasfiye edildi. İngiliz tarihçi A.J. Toynbee'nin dediği gibi "Osmanlı durdurulmuş bir medeniyettir" diyor

     

     

    Mustafa Armağan'ın kaleme aldığı ve 'Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası' üst başlığı ile yayınlanan Satılık İmparatorluk, Lozan ile birlikte bir imparatorluğun nasıl yağmalandığını gözler önüne seriyor. Armağan ile son kitabı etrafında 'Osmanlısız bir dünya haritası'na doğru gidişte hangi süreçlerde geçildiğini, kaybedenleri ve kazananları konuştuk.

    'Satılık İmparatorluk… Kitabınıza niçin böyle bir isim seçtiniz?

    Bence Osmanlı Devleti eceliyle ölmedi; öldürüldü. Hani bir türkü vardır ya bilirsiniz: 'Çanakkale içinde vurdular beni/Ölmeden mezara koydular beni'.Bir bakıma Osmanlı ölmeden mezara konuldu. Osmanlı'nın ruhu buna isyan ediyor. Ben bu şekilde ölmek istemiyordum, diyor. 1953 yılında İstanbul'un fethinin 500. yılı vesilesiyle, Filistin, Bosna, ve Çeçenistan meseleriyle zaman zaman Türkiye sathına çeşitli mesajlar da gönderdi. Dolayısıyla usulüne uygun olarak gömülmemiş her insanın ruhunun muazzeb olması gibi teskin edilmemiş bir Osmanlı ruhu da Cumhuriyet'e miras kaldı. Osmanlı mirasının bu şekilde eceliyle ölmesi beklenmeden payimal edilmesi ve haraç mezat satılmış olduğu hakikati, bugün Osmanlı İmparatorluğu'nun 'satıldığı' yolundaki refleksi bu topluma sık sık duyuruyor.

    'DURDURULMUŞ MEDENİYET'

    Mahir İz bunu 'maziden alakayı kesmek' şeklinde anlatıyor. Sizce bu tasfiye projesi nasıl gerçekleşti?

    Ben kitapta bu tasfiyenin iç dinamiklerini anlattım. Aslında Osmanlı dış güçlerce tasfiye ettirildi. İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee'nin dediği gibi Osmanlı, 'durdurulmuş bir medeniyettir'. Onu durduran kim? İçerde kimsenin bunu durdurmaya gücü yetmez. Avrupa, Osmanlı'nın kendilerini rahatsız eden bir diken olduğunu fark etti. Düşünün, Osmanlı son yüzyılında bile gelecekte yeni dünya düzeninde çok önemli bir rol oynayacak olan doğalgaz ve petrol rezervlerinin üzerinde duran bir imparatorluk. Osmanlı bugün toprak bakımından devam ediyor olsaydı Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Irak, Suriye Libya Osmanlı hakimiyeti altındaydı ve bu da dünyada karşı konulmaz bir enerji devi olması demekti. Bir de halifeliği etkin bir şekilde kullanmaya kalkar ve bunu bir dünya hakimiyetine dönüştürürse o zaman İngiltere, Fransa nasıl ayakta duracak ve statükolarını nasıl koruyacaklardı? Dolayısıyla Osmanlı'nın tasfiyesi gerekiyordu ve bu tasfiye planları I. Dünya Savaşı'ndan önce yapılmıştı.

    Kitabınızın üst başlığı 'Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası'. Ne oluyor Lozan'da?

    Lozan Antlaşması öncesi bizim komutanlarımız arasında müthiş bir dinî asabiyet gelişmişti. Adeta Yahya Kemal'in dediği gibi 'Bu son ordusudur İslamın' havası vardı. İngilizler Milli Mücadele'de bu havanın doğmasını hiç istemiyorlardı ama bu hava bir şekilde oluştu. 1922 sonlarına baktığımızda bu moralle Osmanlı'nın yeni bir İslam devletine doğru gittiği gibi bir beklenti vardı herkeste. Hatta İsmet İnönü, Lozan'a giderken bir Hindistan gazetesine 'Hilafet için kanımızın son damlasına kadar mücadele etmeye hazırız' ifadesini kullanıyor. Ama Lozan'da her şey değişti. Türkiye bu kafa ile giderse onunla anlaşmayacaklardı, bu çok açıktı… Lozan'dan önce çok büyük iki hata yapıldı: Birincisi ordu terhis edildi. İkincisi Ankara hükümeti başkenti İstanbul'da bulunan Osmanlı Devleti'ni ortadan kaldırdı.

    LOZAN'DA OLUP BİTENLER

    Devleti olmayan bir hükümet yani, öyle mi?

    Evet. Saltanat kaldırılınca artık devletsiz bir hükümet olduk. Dünya tarafından tanınmamış bir hükümet. Peki Lozan'da bir antlaşma imzalanmasaydı bundan kim kazançlı çıkacaktı yahut kim kaybedecekti? Yunanistan mı kaybedecekti? İngiltere mi bundan etkilenecekti? Hayır. Kaybedecek tek taraf bizdik. Bu antlaşma imzalanmazsa devlet olmamıza izi verilmeyecekti. Bu anlam çıkıyor bundan… Bizim meşruiyetimiz ancak Lozan ile sağlanacaktı. Lozan kabul edilmez diye endişe eden bizdik. Burda kimin taviz vereceği de çok açık… Böyle bir dezavantajla gittik Lozan'a ve bize ne dayatırlarsa onu kabul etmek zorunda kaldık.

    Lozan'dan sonra reform hamleleri geliyor ardarda. Kitapta ayrıntılı olarak anlatıyorsunuz. Sizce Cumhuriyet reformları arasında topluma en çok zarar veren hangisidir?

    Herhalde, medeni kanunla harf inkılabıdır. Birisi bir toplumdaki ferdin nasıl yaşayacağını belirleyen bir kanun; öteki de senin bütün tasavvur yeteneğini, kültürel birikimini hak ile yeksan eden bir reform. Dolayısıyla en geniş kapsamlı etkiye sahip olan bu ikisidir diyebilirim.

    Bir tarih araştırmacısı olarak bu hadiselerle karşılaştığınızda ne hissediyorsunuz?

    Okuyucu kitabı aldığında bu gerçeklerle bir anda karşılaşıyor ama, ben araştırma sürecinde tabiatıyla parça parça karşılaşıyorum ve her karşılaştığım gerçekte, artçı şoklar yaşıyorum. İçimizi yakan şeyler bunlar. Bir olay nasıl bu kadar anlamsız hale getirilir ya da tersine çevrilir bir tarihyazımında… Gördüklerim, okuduklarım karşısında oturup ağlamak yahut çıkıp isyan etmek geliyor içimden!

     

    Satılık İmparatorluk

     

    Mustafa Armağan

     

    Timaş Yayınları


  6. Ağlamak Azizliği

     

    Korkmadım ne de kaçtım ağlamaktan. Öyle içli öyle güzel ağlarım ki bir görsen. Aciz kaldığım anlarda deniyorum bunu, dokunaklı bir ezgi, yaşlı bir amcadan içli bir “ahh” işitmek anında harekete geçiriyor göz pınarlarımı. Engel olmuyorum, hem seviyorum da ben böyle beni. Ufacık kalmış hissediyorum bedenimi, koca kainatta bir nokta kadar yer kapladığımı düşünüyor ve bu yoklukta gözyaşımla var olma savaşı veriyormuşum gibi. İnsan olmaklığımı o zaman idrak ediyormuşum gibi. Bazen bir gözyaşı cümleden daha çok şey söylüyor. Ağlıyorum öyleyse varım derim ben.

    Ne diye ses yükselteyim, ne diye bağırayım ki, hem aşikare dert yanmak da nesi? Çok anlatmam da ben derdimi. Daha uslu susar oldum, daha ahlaklı ağlamalarım var artık. Kitap edepli kılar mı dersin, kılıyor dostum, âlâsından hem de. Hatta bazen o şahit oluyor ağlamalarıma..Ne derinden dinliyor, ne kadar uzun susuyor bir bilsen. Besleniyorum ben bu sessizlikten.

    İnsan nankör, insan riya ustası, çok da altadan oldu insan. Tanrı aşkına insan nasıl o haliyle hala insan kaldığını sanıyor.Büyük insanlar minik yavrular kadar ağlamayı başarsalar anlayacaklar. Bazen bin türlü hileye baş vuracaklarına bir ağlama ile samimiyetlerine inandırsalar, daha çok şeyi başaracaklar. Ey insanlar topluluğu, çocuk masumiyetinize geri dönünüz, ağlayınız, ses koyurup ağlayınız, çıkarın bu renkli tulumları, bu binbir çeşit maskeleri! Karşımda gerçekten bir kalabalık tahayyül ediyorum, hiçbirinin yüzünde bir tesir emaresi yok, hiçbirinin gözleri parlamıyor, tepki vermiyorlar, buz gibi bakıyorlar. İnsanlığın geldiği nokta bu olamaz. Kahve tozu katılmış süt içmek..Sütlü kahve değil hayır kahve katılmış süt o. Nereden geldim buraya derken, karşımdaki kalabaklıkta hala bir tepkinin olmadığını görmek asabiyet uyandırıcı.

    Derin düşünmeler olur, bir vapur yolculuğu yahud otobüste cama yaslanmış başınız oldukça müsaid mekanlardır. İlk anda büyük görünen eşyalar hıza karşı koyamaz ve geride kalırlar, nokta kadar kalan ağaç, kırmızı kiremitli ev.. Nerede kaldınız nerede kaldınız? Ömrümün bazen camdan bakarken geride bıraktığım o ev kadar gelip geçici olduğunu düşünüyorum da canım yanıyor. İlan ediyorum, bazen dünyayı öyle seviyorum ki, nasıl bitecek diyorum bu uçsuz bucaksız denizin boyu, üstümü kaplayan bulutların o harika ressamın elinden çıkmış renkler cümbüşü..Rabbim biraz daha sağlıklı ömür dilesem bunu Sana varmamayı dilemek olarak anlar mısın?

    Ne komik ama, bu dünyayüzü, ahirette bezenmiş o has mekanın kaçta kaçı kadar güzelliğe sahiptir ki? Gözünün gördüğünü bu denli murad eyleme gönlüm.. Hem öbür dünya dedikleri yerde -ki kimse görmedi orayı ama halis bir iman ile inanırlar- ağlamalar fayda vermeyecek. Topukları üzerine döneceklerini mi sanıyorlar, hayır hayır o gün pişmanlık günüdür. Öyle korkuyorum ki, öyle ürküyor ki bazen ruhum, bir sızı kesiyor nefesimi. Allah’ın cemalini temaşa ettiğimde de ağlayacağımdan eminim eğer ki cehenneme uğrayacağım kesinleşmişse o anda da ağlayacağım. Ey kudretlerin kudretini kendinde barındıran, ne yüce bir düzen kurdun ve ne iyi ilaç yazdın insana! Bilirim ki merhametin gadabını geçmiştir, “kulum ağlamana kıyamam” dersen ne makbule geçer.

     

    Bazen öyle samimi akar ki gözyaşı ama meramı Allah rızası olursa; zümrütten, elmastan taslara –ki tamamen hayalimdir bu- koyarlar onu. Mahşerde tartılır günahın, sevabın, ettiğin eylediğin ve hatta şunu da bil aklından geçirdiğin..O hesapta hiçbir şeyin gizli kapaklı kalacağını sanma..Ve hani bir günahla yenerse iblis meleği, o taslar içinde gelecek gözyaşı ve sağ kefeyi yedi kat semaya uçuracak. Ağlamış olmaklığına sevinçten ağlayacaksın. Dostlarım sevap kadar gözyaşı da biriktirin derim ben.

    Bunu ne diye yazıyorum, yazıyor muyum konuşuyor muyum, ağlamak da nerden çıktı derken karşımdaki kalabalığın dağıldığını görüyorum. Ağlamadı hiçbiri ağlamadı, biri bile geride kalmadı. “Bu deli de ne saçmalıyor?” dediler. Elimde kahve tozu katılmış süt ile kaldım. Bu bir öykü değildi dostum bunu anlarsan memnun kalırım.

     

    Ağlamağa emanet kalma, Allah’a emanet ol

     

     


  7. ORUÇ

    Sanma oruç, bu akşam tıklım tıklım ye diye;
    Bu akşam, yarın oruç tutabilmek için ye.

    (1974)

     

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/4063-oruc/

     

    Bir de BEKLEYEN şiirinden

     

    ölürsün kapanır yollar geriye
    ben mezarla sırdaş olur beklerim
    varılmaz hayale işaret diye
    toprağında bir taş olur beklerim

     

    Yukarıda kıta söz şeklinde geçmiş. O da Üstad'a aittir.

     

    Ayrıca "Kadın ; Hristiyanlıkta yol kesici bir engel, islamda ise yol açıcı bir kanattır."

     

    "İhya etmek için ne kadar ilim lazımsa imha için de o kadar cehalet kafidir..."

     

    "Biz BİZE Gerici Diyenlere Ancak DEH Demek İçin Gerideyiz .."

     

    "Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye; Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim."

     

    Son günüm yaklaştı görünesiye,
    Kalmadı bir adım yol ileriye:
    Yüzünü görmeden ölürsem diye,
    Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim.

    (N-F-K/1924)

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/673-anneme-mektup/

     

     

     

    "Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan; Bana rahat bir döşek serince yerin altı, Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan..."

     

    KALDIRIMLAR 3

     

    Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
    Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
    Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan…

    (1927)

     

    http://www.n-f-k.com/siirler/kaldirimlar-3

     

    Bunlar benim farkına vardıklarım. Arada güme gütmesin, dikkatten kaçmış olmalı. Yetkin arkadaşlar da biraz vakit ayırırlarsa bu tasnif önemli.

     

    Biraz dağınık oldu ama :)

    • Like 2

  8. Cümleten selamun aleykum

     

    Esselam

    Hikayelerim

    Kafa Kağıdı

    İman ve Aksiyon

    Bir Adam Yaratmak

    Hac

    Mümin-Kafir

    Tasavvuf Bahçeleri

    Sahte Kahramanlar

     

     

    Kitap okuma projemize dahil ettiğimiz yeni eserler. Sanırım İstanbul bunu kayda geçmek ister. :) Malesef resim ekleyemeyeceğim arkadaşlara dağıtmış bulunduk.

     

    Çalışmalarımız aynı hızla devam ediyor, bilemiyorum kimse yazmıyor ama ben paylaşmak istiyorum.

     

    Kolay gelsin herkese

     

     

    • Like 2

  9. Sabah bir arkadaşla mesele hakkında konuşuyorduk. Topçu İle Üstad hakkında bir haber okudum sen de bir ara bakın dedi. Niyet aldım burada karşıma çıktı, ne güzel tevafuklar oluyor böyle, teşekkür ederim. :)

     

    Meseleye gelince, bu hadiseler okdukça gurur verici, maziden bu hatıralar bize bizi hatırlatıyor.

     

    Topçu malesef geç fark ettiğim bir mütefekkir okudukça ruhum rahatsız oluyor. Nasıl böyle bir isim sırf dindar olduğu için liselere hapsedilir akıl almıyor. Bir kat daha hayranlığım arttı. Merhum Topçu'nun bu sosyalizm bakış açısını derinine tahlil edebildiğimi düşünmüyorum sanırım bu zaman alacak. Geçen bir konuşmacı O'nun hakkında "Topçu tam bir sosyalistti, ki sosyalist demek müslüman demek, müslüman demek sosyalist demektir." tarzında bir beyanı olmuştu. Rahatsızlık duydum açıkcası. Bilemiyorum ama ruhumuz bu problemli kelimelere muhabbet duyamıyor.

     

    Felsefe dersinde hocam "Topçu tam anlamıyla bir veliydi." dedi bu üzerinde durmamız gereken cephesi. Hasılı gerçekten çok farklı bir samimiyet hissediyorum bu adama. Ne güzel adamlar yetişmiş bizim toprağımızda, konuşulup böyle isimlerin güncellenmesi gerekmektedir.

     

    Konuşulması, hatırlanması çok hoş gelişmeler. Umarım artar.

    • Like 1

  10. İslam, icma ve içtihad

    Varlık ve hayat, “fıtrat” dediğimiz değişmez esaslar, kaideler ve –tabir yerindeyse– şablonlar temelinde sürekli yenilenir, tazelenir. Her bir an, ayrı bir an ve kâinat, her bir anda ayrı bir kâinattır; fakat yenilenme aynı temel esaslar üzerinde cereyan ettiğinden biz, varlıkta değişmez bir süreklilik, asla bozulmaz bir düzen ve intizam görürüz. Bir gayeye, dolayısıyla gayenin sahibine, yani Hz. Allah’a işaret eden bu süreklilik, düzen ve intizamdır ki, pozitif ilimlerin varlık esasları olan “kanun”ların da kaynağıdır.

     

     

    İşte, Cenab-ı Allah’ın, fıtratın tercümesi olarak tarih boyu bütün peygamberlerle insanlara gönderdiği Din, İslâm’dır ve temel iman, ibadet, ahlâk, davranış (muamelât) ve haram–helâl esaslarıyla daima aynı kalmıştır. Bunların yanı sıra, insan hayatının ilimlerdeki gelişmelere paralel olarak açılan, genişleyen, gelişen bir yanı da vardır. Meselâ, ticaret, dolayısıyla temel kaideleriyle bir ticaret hukuku, insanlığın hayatında daima var oldu. Fakat eskiden, sözgelimi internet üzerinden, kredi kartlarıyla ticaret yoktu. İşte, hayatın bu gelişen, genişleyen yanları, elbette kendilerine göre hükümler ister. Ayrıca, insanlar mizaç, karakter ve değişik tercihler açısından, toplumlar da, hem bu açılardan, hem de iklim, coğrafî şartlar ve ilimlerde gelişmişlik gibi faktörlerle de birbirlerinden farklılıklar gösterirler. İşte bu farklılıklar da, yine ilgili hükümlerde farklılıklara kapı açar. Netice olarak, Allah’ın tarih boyu bütün peygamberlerle insanlara gönderdiği Din olan İslâm’ın temel değişmez esasları, onun en az yüzde doksanını, zaman ve şartlara bağlı, dolayısıyla değişebilen hükümleri ise, belki yüzde onunu ancak oluşturur. Din’in söz konusu değişmez esaslarına birer elmas sütun, zamana ve şartlara göre şekillenen, dolayısıyla içtihada tâbi hükümlerine birer altın olarak bakılabilir.

    Din’de öncelikle önemli olan, doksan elmas sütun, yani onun değişmez iman, ibadet, ahlâk, muamelât ve haram–helâl esaslarıdır. Onun içtihada tâbi on altını, bu doksan elmas sütuna tâbidir; dolayısıyla onlara göre şekillenir ve asla elmas sütunlara hakem, ölçü ve esas olamaz. Bu on altının daima “24 ayar” altın muamelesi görmesi, doksan elmas sütuna tam uyumlu olması, öncelikle doksan elmas sütunun aynen muhafazasına ve İslâmî hayat sarayının onların üzerine bina edilmesine bağlıdır. Öyleyse, bütün himmetlerin, öncelikle bu doksan sütunun ikamesine ve onlar üzerinde İslâm sarayının bina edilebilmesine sarf edilmesi gerekir. Başka iklimlerin demir, bakır, kömür sütunları üzerinde yükselen bir dünyada içtihadı öne almak, hem söz konusu doksan elmas sütunu, hem on altını bu demir, bakır, kömür sütunlara feda etmek, yani, İslâm’ı gayr-ı İslâmî bir dünyaya tâbi kılmak, adapte etmek, hattâ o dünya ile özdeşleştirmek demektir.

    Diğer yandan, içtihad, bir meselede Allah’ın muradını ve rızasını aramaktır. Fakat gayr-ı İslâmî şartlarda içtihadı öne çıkarmak, söz konusu şartlar temelinde azimetlerle kamçılanması gereken Din’de lâubalîlere ruhsat kapılarını sonuna kadar açmak, dünyaya, arzulara Din kisvesi giydirmek, Allah’ın muradını ve rızasını insanların heveslerine tâbi kılmak manâsına da gelir.

    Bir diğer husus da şudur ki, hayatın alabildiğine kompleks bir hal aldığı zamanımızda ferdî içtihadlardan çok âlimlerin icmaına ihtiyaç vardır. Kaldı ki, müçtehid, ancak kendisi için içtihad edebilir; teşrîde bulunamaz, yani kendi içtihadını Şeriat’ın hükmü olarak tamim edemez. Teşrî de, âlimlerin en azından çoğunluğunun icmaına bağlıdır. Şeriat’ta, hükümde kaynak, içtihad değil, icmadır.

     

    Ali Ünal


  11. عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم : بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ

     

     

     

     

    Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

    "Müslüman kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak yeter.” (Müslim, Birr 32; Ebû Davud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 18)

    Beşerî ilişkileri iman ile aynîleştiren, aynı imanı taşıyanları eşit haklara sahip kılan ve "mü'minler kardeştir" temel ilkesini ilân eden İslâm, bu tespit ve ilânı ile inananları arasında tam bir ahlaki ve hukukî yaklaşım ve denklik sağlamıştır.

    Aynı imânı paylaşanlar arasında tabiî olarak varlığına ihtiyaç du­yulan insanî ilişkilerin başlangıç noktası, hiç şüphesiz, kişinin kendisini diğer insanlardan farklı ve üstün, onları da kendisinden aşağı ve önemsiz görmemesidir. Beşerî ilişkileri iman ile aynîleştiren, aynı imanı taşıyanları eşit haklara sahip kılan ve "mü'minler kardeştir" (el-Hucurât Sûresi, 10) temel ilke­sini ilân eden İslâm, bu tespit ve ilânı ile inananları arasında tam bir ahlaki ve hukukî yaklaşım ve denklik sağlamıştır.

    Konu aldığımız hadis, -Müslim'deki rivayetinde açıkça görüleceği gibi,- aynı imanı paylaşan insanlar arasındaki önemli ve sıcak ilişkileri tek tek sayan bir hadisin son kısmıdır. Daha doğrusu, orada sayılan kar­deşçe ilişkileri Müslümana çok görecek, onu imanından dolayı küçümse­yecek olan asıl küçükleri uyaran kısmıdır.

    Aslında, hamuru topraktan yoğrulmuş insanoğlunun, kendisiyle aynı durumdaki bir başka insanı hor ve hakir görmesi, küçümsemesi, kendi küçüklüğü ve yanılgısıdır. Ne var ki bu beşerî zaaf ve yanılgı ma­alesef hemen her devir ve toplumda çeşitli gerekçelere dayalı olarak ama mutlaka var olagelmiştir. Bu ahlaki bir zaaf olduğu kadar, güçlü sosyal yapıların kurulmasına mani olan sosyal bir çözülüştür de.

    Biz konunun bu noktadan tahlilini uzmanlarına bırakarak onu iki yönden ele alacağız:

    1. Müslüman olmayanların Müslümanı hor görmesi,

    2. Müslümanın Müslümanı hor görmesi.

    Küfrün imana, kâfirin Müslümana hoş bakmayacağı, onu elinden geldiğince horlayacağı açıktır. Tarih buna şahittir. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm ibret alınması ve inananları teselli için bu gerçeğin mi­sallerini vermektedir.

    Hemen bütün peygamberlere ilk inananlar, toplumların üst düzey yöneticilerince horlanmışlar, hatta bu zümre tarafından inançsızlıklarına sebep olarak gösterilmişlerdir. Müşterek vasıfları azgınlık ve sapıklık olan ve Kur'âni ifadesiyle kendilerine mele' adı verilen bu yöneticiler, küçük gördükleri inananlarla aynı imanı paylaşamayacaklarını, onların kovul­ması halinde belki inanabileceklerini söylemişlerdir. İlk örnek Hz. Nuh ve kavmidir. Nuh aleyhisselam milletini Allah'a inanmaya ve kulluğa ça­ğırdığı zaman, kavminin ileri gelenleri, "Bizim ayak takımının sana uyduk­larını görüyoruz. Sizin bize üstün bir tarafınız da yok..." diyerek inananları açıkça küçümsemişlerdi. Hz. Nuh, bu seviyesiz horlamaları, bütün za­manlara örnek olacak tarzda şöyle cevapladı:

    "Hor gördüğünüz mü'minlere Allah hayr/iyilik vermeyecektir diyemem. Kalplerindekini Allah bilir. Böyle bir şey söyleyecek olursam, o zaman zalimler­den olurum.” (Hûd Sûresi, 31)

    "İman edenleri (çevremden) kovamam... Ben onları kovacak olursam, Allah'ın intikamına karşı bana kim yardım edebilir?" (Hûd Sûresi, 30)

    Müslümanı imanından dolayı küçük görecek, horlayacak olanlara ne güzel cevaptı Hz. Nuh'un sözü:

    "Hor gördüklerinize Allah hayır/iyilik vermeyecektir diyemem!"

    Hemen her peygambere ilk anda inanan orta tabakadan insanlar, hep küçümsenmiş, horlanmışlar ve hatta peygamberlere, kendilerine bu tür insanların inanmış olması büyük bir ayıpmış gibi gösterilme yoluna bile gidilmiştir. Ama daima sonuçta, en büyük utanç ve azab, kendilerini, mevki ve makamlarını bir şey sanan imansızların nasibi olmuştur. Çünkü inananları hor görmek, neticede onların inandıkları İlahî gerçek­leri küçük görmeye, önemsememeye götürmüş ve neticede şeytanî bir yanılgıya düşmelerine vesile olmuştur. Böylece onlar azaba bizzat dave­tiye çıkarmışlardır. Başkalarını hor ve hakir görmek, kendilerinde bir varlık vehmedip kibirlenmekten kaynaklanır. Ebedî mel'un şeytanın ha­tası da Allah'ın emri karşısında "Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten onu topraktan yarattın (Âraf Sûresi, 12) diye kibirlenmek olmamış mıydı?

    İmansızların inananları hor görme şekilleri Kur'ân-ı Kerîm'de bütün teferruatıyla gözler önüne serilmiş bulunmaktadır. Alay, istihza, dalga geçme, jest ve mimiklerle tahkir etme, sözlü sataşmalarda bu­lunma, ahmak ve aptallıkla, anlayışsızlıkla, katılıkla, yobazlıkla, çağdışılıkla (yanlış okumadınız,) evet, namuslulukla, kötü lakaplarla, bozgunculukla, atalarının yolunu terk etmekle, görünmeyene inanmakla, hayaller peşinde koşmakla ve daha neler nelerle suçlamış, kötülemişler­dir. Bütün bu ve benzeri uygulamalar içinde değişmeyen temel tavır, Merhum Mehmed Akif'in isabetle belirttiği gibi daima aynı kalmıştır: "Nazarlardan taşan mana, ibadullahı istihkâr!" Dünün ilkel inançsızlarıyla günün çağdaşlık yobazları arasında Allah kullarını hor görme (ibadullahı istihkâr) konusunda tam bir benzerlik bulunduğu da bir başka değişme­yen gerçektir. İnananları, kendilerine göre en çirkin şekilde karikatürize etmekten şeytanî bir zevk alanlar, kendi iç dünyalarını, kafa ve gönül çöplüklerini resmettiklerini bir anlayabilseler... Tabiî bu da bir idrak se­viyesi ister...

     

    Efendimiz bir hadislerinde "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mü'min ola­mazsınız..." buyurmuştur. Toplum fertleri arasında imana dayalı bir sevgi ortamı ve eşitlik duygusunun doğması için çok pratik bir de yol göstermiştir: "Aranızda selâmı yayınız!"

    Din ve iman bağı dışındakilerin mü'minleri küçümsemelerini yine bir ölçüde anlamak mümkündür. Çünkü “Tilki erişemediği üzüme koruk der.” Fakat asıl üzerinde durulması gerekli olan, bir Müslümanın bir başka Müslümanı, yani aynı imanı paylaştığı insanı veya grupları hor görmesi, küçümsemesi ve ondan kopmasıdır. Zaten hadisimizde "kâfi kötülük" olarak belirlenen husus da ağırlıklı şekilde budur.

    Aynı saftakilerin ayrılığı

    Her insanın kendi kültür değerlerine sahip insanlar arasında rahat etmesi, kendisini güvenli hissetmesi pek tabiîdir. Müslümanın da kendi değer ölçülerine bağlı "öz nefsi için istediklerini mü'min kardeşleri için de isteyen" Müslümanlar arasında en büyük mutluluğa ereceği muhakkak­tır. Hatta böyle bir huzur ve mutluluk her Müslümanın en tabiî hakkıdır. Çünkü bu aynı zamanda Müslümanların iman olgunluğunun ölçüşü ve göstergesidir. Zira aleyhisselatü vesselam Efendimiz bir hadislerinde "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mü'min ola­mazsınız..." buyurmuştur. Toplum fertleri arasında imana dayalı bir sevgi ortamı ve eşitlik duygusunun doğması için çok pratik bir de yol göstermiştir: "Aranızda selâmı yayınız!" Bu son tavsiyenin önemini, bir­birlerine "Allah'ın selâmını bile çok gören" ve fakat aynı toplum içinde yaşayan Müslümanların ya da Müslüman grupların bulunduğunu kah­rolarak hatırladıkça ve gördükçe daha iyi anlıyoruz. Bir başka ifade ile namaz sonrasında her biri bir tarafa dağılıp giden camiler dolusu cema­atler gibi aynı saftakilerin ayrılığını düşündükçe ve dinî davranışları ve yaşayışları sebebiyle Müslümanlara yönetilen ithamların, ayırım yap­maksızın bütün bu Müslümanları hedef aldığına şahit oldukça selam­laşmanın ne demek olduğunu ve fonksiyonunu idrak ediyoruz. Hedefte bulunanların zoraki birliğini bile aralarında tesis edemeyen, ortak sa­vunma hissinden yoksun böylesi bir inananlar topluluğu için "aranızda selâmı yayınız" tavsiyesi, bir araya gelmenin başlangıç noktasını göster­mesi bakımından ne kadar önemli ve yol göstericidir.

    Selamlaşmak, Müslümanlar aleyhinde dilini konuşmaktan, kalbini kötü düşünmekten ve kıskançlık duygusundan alıkoymayı da berabe­rinde getirecektir. Her halükârda görüşüp konuşmayı, büyük bir ihti­malle de sonuçta anlaşmayı ve bütünleşmeyi sağlayacaktır. "Beni anla da istersen öldür" diyen Arap atasözü, Müslüman kesimdeki çözülüşün, birbirlerini anlayacak kadar yekdiğerine tahammül edememekten ileri geldiğini belgeler gibidir.

    İlk ve olgun Müslümanları tavsif eden ayet, "Kâfirlere karşı şiddetli ve zorlu, aralarında şefkatli, merhametli, yumuşak ve anlayışlıdırlar" (el-Feth Sûresi, 29) tespitini yapmaktadır. Kâfirlere karşı zorlu olabilmek için, öncelikle kendi içinde uyum ve anlayışlı olmak gerekir. Bu uyum ve anlayış yoksa dışa karşı çetin ve zorlu olmak değil, pısırık-sessiz ve boynu bükük davranmaktan başka yapılacak bir şey kalmaz.

    Aslında münafıkların durumunu anlatan "Sen onları birlik sanırsın, oysa onların kalpleri darmadağınıktır" (el-Haşr Sûresi, 14) ayetinin anlam sınırları içinde gözü­ken günümüz Müslümanları bizler, bu durumun sebepleri ve gide­rilme çarelerini vakit kaybetmeden araştırmak zorundayız. Aksi halde ileride böylesi bir fırsatı hiç bulamayabiliriz.

    Birlik ve beraberliğin en güçlü ve tabiî esas ve çağrılarına sahip Müslümanların, ortak hücumlar karşısında bile bir araya gelememeleri­nin makul ve anlaşılır herhangi bir sebebi olamaz. Unutulmamalıdır ki, Müslümanı hor ve hakir görmek ve Müslümanlarla bir araya gelmekten kaçınmak gerekçe ne olursa olsun aynı saftakilerin ayrılığını, güçsüzlü­ğünü, etkisizliğini, perişanlığını ve yokluğunu getirir. "Zararı içinizden sadece zalimlere dokunmayıp hepinizi saracak olan fitneden sakının" (Enfâl Sûresi, 24) meâlindeki âyet-i kerîme herhalde böylesi bir sondan sakındırmaktadır.

    Münferid ya da zümrevî ve fakat birbirinden kopuk faaliyetlerin kimseyi bir yere götürmeyeceği, belli bazı kişi ya da kurumlara bir şeyler sağlasa bile Müslümanlara bir şey kazandırmayacağı, müşterek dertlere merhem olmayacağı muhakkaktır. Birazcık insaf ve imani uyanıklık bunu idrak için yeterlidir. "Müslümanı hor görmek kötülük olarak kâfî" olduğuna göre, onu hor görmemek de birçok müsbet adımların atılması için yetecektir.


    "Onlardan sonra gelenler; "Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanmış kardeş­lerimizi bağışla, kalbimizde mü'minlere karşı kin bırakma... Rabbimiz, şüphesiz sen şefkatlisin, merhametlisin, derler." (el-Haşr Sûresi, 10)

    Hadisimizin tesbit ve çağrısı herhalde budur.

    Zira İslâm dünyasının, sırf birbirlerine güvenememeleri, kardeşçe yaklaşamamaları yüzünden, ellerindeki bütün imkânlara rağmen, em­peryalist güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulamadıkları gözle görülen acı bir gerçektir. Hâlbuki Müslüman, sadece yaşayan Müslümanlarla değil, daha önce ahirete intikal etmiş Müslümanlarla da iyi geçinmek, onlara da faydalı olmak mükellefiyetindedir. Olgun mü'minleri tanıtan bir ayet durumu şöyle açıklamaktadır:

    "Onlardan sonra gelenler; "Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanmış kardeş­lerimizi bağışla, kalbimizde mü'minlere karşı kin bırakma... Rabbimiz, şüphesiz sen şefkatlisin, merhametlisin, derler." (el-Haşr Sûresi, 10)

    Müslümanları bütün dert ve dâvalarıyla benimsemek, üzüntü ve se­vinçlerine kardeşçe ortak olmak, onları en sıcak ve samimi ilgiye layık görmek, asla ama asla onları küçümsememek her birimizin iman borcu ve sorumluluğudur. Unutmayalım ki, en kutlu görevimiz, "Kalplerimizde mü'minlere karşı kin bırakma!" duasını tekrar ederek inançla, sevgiyle kar­deşçe kucaklamak ve kesin olarak "safları sıkı tutmak”tır.

     

    Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan

     

    http://www.sonpeygamber.info/muslumani-hor-gorme-kucuklugu


  12. Yorumunuz için teşekkür ederim.

     

    Bakın, ben de elbette bir müslüman ve bu topraklarda soluyan bir Türk evladı olarak akan kanın durmasını isterim. Hatta ben kim oluyorum binlerce şehid vermiş aileler dahi bu müzakereden yana.

     

    Yalnız diğer politikaları da göz önüne alacak olursak fazla taviz verildiği kanısındayım. Bakın daha düne kadar Öcalan'a "sayın" denmesi meclisi bırakın Türkiye'yi sallıyordu. Şimdi seçilen akil insanlardan sözde dindarın dediği lafa bakın;

     

    59599_534711326575430_609396908_n.jpg

     

     

    Bir araba yuhhh olsun! Ben bu denli omurgasız duruşa karşıyım! Utanmasalar peygamber ilan edecekler. Tüm şer odakların o pislik adamın ağzından çıkan iki kelimeyle hareket ettiğini bildiğimiz halde bu denli muhallebi evladı kesilmemiz kanıma dokunuyor. Biz duygusal bir milletiz, açıkcası PKK resmen koca bir devlete diz çöktürdü bunun laga lugası yok. İsterdim ki o hain hayvanların tümü gebeseydi de barışı biz öyle sağlasaydık.

     

    Ermeni meselesine gelince, emin olun bilgim var. Bu da herkese kırmızı gül dağıtma süreci. Sokaktan geçen yüzümüze tükürecek olsa elhamdülillah dememiz beklenmesin. Varsa tarihi hata dediğiniz gibi vesikalar konuşsun ama emin olun onların tenceresinin dibi bizimkinden daha kara.

     

    Uzatmaya lüzum yok, bu barış süreci dedikleri evrede ben bu denli tavizkar ve her yere mavi boncuk dağıtır edaya karşıyım. Sizin görüşlerinize de saygı duyuyorum


  13. Bismillahirrahmanirrahim.

    Bugün 24 Nisan. Ermeni hemşerilerimizin matem günü. 1915’te yaşanan vahşeti acıyla andıkları gün.

    Acılarını paylaşmalıyız; “Onlar bizim acımızı paylaşıyorlar mı?” diye sormadan. Herkes kendi insanlığından mesuldür.
    Binlerce veya onbinlerce veya yüzbinlerce masum Ermeni’nin hangi sebepten olursa olsun Müslümanlar tarafından hunharca katledilmiş olmasını katiyen mazur göremeyiz ve içimize sindiremeyiz. Mazur görememeliyiz ve içimize sindirememeliyiz. Yakışmaz, Rahmet Peygamberi’nin ümmetine.
    Tarihimizde rezil bir sayfadır bu. Keşke yırtıp atabilsek. Yırtıp atamayız, ama altına şöyle bir şerh düşebiliriz:
    O akıl almaz zulmü işleyenlerin torunları Ermenilerden özür dileyerek redd-i miras eylediler.
    ***
    “2015’te Ermeni lobileri soykırım dedikleri hadisenin 100’üncü yıldönümü münasebetiyle dünyayı ayağa kaldıracaklar. Tedbirimizi şimdiden almalıyız” diye konuşuluyor.
    Ermeni lobileriyle baş edebilmek için ona buna ve bilhassa Yahudi lobilerine yedirdiğimiz paranın haddi hesabı yok.
    Görünen o ki, 2015’e kadar yedireceğimiz paranın da haddi hesabı olmayacak.
    “Soykırım Endüstrisi”nin değirmenine su taşımayı marifet bellemişiz. Yanlış.
    ***
    Sırtımızdaki ağır yük öyle bir yük ki, onu ancak büyük bir vicdan hamlesiyle atabiliriz.
    Başbakanımız veya cumhurbaşkanımız çıkıp diyecek ki: “Ruslarla işbirliği yapan Ermeni çeteleri Müslümanlara ne kadar zulmetmiş olurlarsa olsunlar, Müslümanlar öfkelerini kontrol edip Hududullah’ı gözetmeliydiler. İçinde devlet adamlarının da bulunduğu cinayet şebekelerinin Ermeni milletine ve aslında bütün insanlığa karşı işlediği korkunç suçlardan musdaripiz. Bizim neslimizin o suçlarla alâkası yok ise de, kanayan vicdanımız bizi o suçların bedelini mümkün mertebe ödemeye sevk ediyor. Ermeni tarafı Müslümanlara yapılan fenalıklar için özür diler mi, tazminat ödemeyi düşünür mü, bu onların kendi meselesidir; biz, 1915’te masum Ermenilere yapılan soykırım derecesindeki fenalıklar için özür diliyoruz ve Ermenilere tazminat ödemeye hazır olduğumuzu ilan ediyoruz. Bu tazminatı tam olarak kimlere ve nasıl ödeyeceğimizi Ermeni milletinin temsilcileriyle beraber belirlemeye hazırız. İşgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesi kaydıyla Ermenistan Cumhuriyeti’ne de ödeyebiliriz.”
    Bu kadar.
    Dünya çapındaki “soykırım endüstrisi” bir anda çöker. Türkiye bir anda kuş gibi hafifler. Üstelik tarihdaşlarımız olan Ermenilerle yeniden yol yürüme imkânına kavuşuruz.
    ***
    Daha ileri de gidelim:


    6-7 Eylül olaylarında barbar Kemalist kitlelerin derin devlet kaynaklı terörü yüzünden İstanbul’u terk etmek zorunda kalan Rumlardan -ve öldürülen Rumların çocuklarından, torunlarından- da özür dileyelim, onlara da tazminat ödeyelim.

    Tabii, varlık vergisi terörünün kurbanlarını da unutmamalıyız. Bir de, aslında hepsinden evvel, PKK meselesinde hayatını kaybeden 30 ilâ 40 bin vatandaşımız için özür dileyip, hiçbir ayrım yapmadan, kimin hangi tarafta öldüğüne bakmadan, “Ne olduysa devletin hataları yüzünden oldu” diyerek, istisnasız bütün maktullerin ailelerine tazminat ödemeli devlet.

    ***
    Mümkün mertebe hatırı sayılır ve fakat ille de sembolik miktarlardan bahsediyoruz. Saydığım bütün tazminatların toplamı belki 5-10 milyar dolar civarında olur ve bu para tedrici olarak ödenir. Türkiye’yi dünyanın vicdanı, bütün insanlık için bir adalet adası yapmak için değmez mi?


    Hakan Albayrak

    24.04.2013

     

    Okuyunca resmen dumur oldum. Bu kadar barış süreci bize fazla gelir sindiremeyiz Sayın Albayrak.

     

    Daha neler!


  14. Evet sayın tazir ağabeyim izaha muhtaç Zira bence bana göre baktığınız zaviye bir kamil mümine vazife bellenmiş olan emr-imaruf nehyi ani'l münkere ters. Şimdi buraya ayetleri getirmeyeyim ayet-hadisi karşı karşıya getirme densizliğinde bulunmak istemem.

     

    Bizim dünyamız o kadar küçük ki ağabeyim anlatamam, sınıfta kendi olmadığı halde yoklamada varmış gibi imza attıran arkadaşla kavga ettim hak olduğunu söyledim. Ve toplumun benim gibi yoz kafalılardan ötürü bu halde olduğunu söyledi. Bense sadece aynı sınıfı paylaşmış olduğumdan ötürü utanç duyduğumu dile getirdim.

     

    Dışarıda bir kesim var, onların hali bambaşka. Mahrem-namahrem; pardon o ne yea? Adam bir evde dahi serbestçe gerçekleştirilmeyecek halleri sokakta, cafede yapmaktan çekinmiyor. Biz oturduğumuz konumu değiştirmekte çözüm buluyoruz. Evli bayan, sırf eşi onu aldatıyor diye öğretmenler odasında bir başka hem de 2 evlad sahibi adama "kancayı takmaktan" ar etmiyor. Çünkü kendine güvenini geri kazanmak istiyor. Allah korkusu,inancı sorgulanacak insana ehli sünnet ve'l cemaat demenin gereksizliğini bilmem söylemeye lüzum var mı? Bir başka misal, komşusuna dahi kem gözle bakıyor, hatta şoklar içindeyiz "ensest" diye kelime var lügatta. Biz gerçekten küçük yaşayıp küçük düşünüyoruz tazir abi bunu fark ettim son zamanlarda. En azından kendi bulunduğum daireyi muhasebe ettiğimde öyle.

     

    Bir genç hiç bir Allah korkusu duymadan zina etme rahatlığı içinde ise, ailesi kadar biz şuur sahibi insanların da hatası var. İçler acısı manzaralar çevremizi kuşatmış ben ise ahir zamandayım deyip kendimi sağlama alma derdinde olamam. Biz dindar kesim olarak tanışma döneminde birbirine mesaj atmayı kerih görürüz, millet bekaretin önemsizliğinden laf eder halde. Uçurumu görüyor musunuz?

     

    Bizim İsmail Hoca vardı İsmail Ağa'dan. adam eğlence yerlerinden dayak yiyerek atılırdı. En azından mahşerde Allah'a elimden geleni yaptım diyecek .Ya biz?

     

    KYK'da sorumlu bir ablamız var akşam oda arkadaşı gelmiyor yurda, gece yarısı edilen telefon ve ağlamaklı ses. Anladığımız netice. Meğer erkek arkadaşında kalmış.

     

    İnsanlar gürül gürül cehennem narına akıyor, ne ehli sünnet ne de şia kavgaları, hele vahdet-i vücud meseleleri..Bunlar bizi abad etmez. Ben önemsiz demek istemiyorum kesinlikle. Ama meselelerin çapına bakın bir de bizim meşgalelerimize.

     

    Allah sonumuzu hayr etsin. bİr takım fedekarlıklar gerekiyor ama bunu belli bir cemaatin yaptığı gibi şer'i kuralları ihlal ederek değil.

     

    Bu hususlarda son zamanlarda dertli idim. Fazla uzattım kusura bakmasın kimse. Ama bu düşüncedeyim.

    • Like 1
×
×
  • Create New...