Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. Artin Olacak İş Değil!..

     

    Adam Kürtçe bile bilmiyor. Adamın asıl isminin Artin olduğu söyleniyor. Artin ismi konusunda mânevî tevâtür beyyinesi var. Adamın kökeni Ermeni veya Pakraduni… Adam kesinlikle Müslüman Kürtlerin sözcüsü, vekili veya temsilcisi değil.

    Bizim büyük medyada yukarıda yazdıklarım dile getirilmiyor. Konu hakkında kitaplar, makaleler yazılıyor, bitmez tükenmez yorumlar yapılıyor, havanda su döğülüyor, tonlarla mürekkep harcanıyor ama bir kere bile Artin denmiyor.

    Bu bir gaflet ve unutkanlık mıdır? Bu bir ihmal midir? Yoksa yakıcı gerçekleri halktan saklamak mıdır?

    Kürt meselesinin çözümü için Kripto Ermenilerle, Kripto Yahudilerle, Pakradunilerle konuşuluyor ama Müslüman Kürtlerin uleması, şeyhleri, ziyalıları ile görüşülmüyor.

    Olacak iş değil!

    * (İkinci yazı)

    Liseli Gençlere Öğütler

    1. İtikadınızı tashih ediniz, yani Kur’ana, Sünnete, Fırka-i Nâciyeye uygun doğru inançlara sahip olunuz. İnanç konusunda Cadde-i Kübra’da, Sevad-ı Âzam içinde olunuz. Bozuk, bid’at, sapık inançlardan uzak durunuz.

    2. Beş vakit namazı dosdoğru eda ediniz. Namaza çok önem veriniz, sakın hafife alıp savsaklamayınız.

    3. Farz namazlarda cemaatin hür ve mukim erkekler için ihtiyarî (seçimlik) olmadığını, mecburî olduğunu biliniz.

    4. İlmihalinizi güvenli, muteber, doğru Ehl-i Sünnet kitaplarından öğreniniz.

    5. İslamın kemali güzel ahlak iledir. Kur’anın, Sünnetin, İslam büyüklerinin ahlakı ile ahlaklı olunuz.

    6. Nefs-i emmârenizi dizginleyiniz ve en az nefs-i levvâme derecesinde olunuz.

    7. Kur’an-ı Kerimi kendi heva, re’y ve kafanıza göre yorumlayıp hüküm çıkartmayınız. Böyle bir şey Kitabullah nimetine nankörlük ve küstahlık olur.

    8. Kendi kafanıza göre sakın fetva vermeyiniz ve dinî konularda tartışmayınız.

    9. Kemalli (olgun), bilgili, birikimli, ehliyetli, liyakatli, ihlaslı gerçek dindar büyüklerle istişare ediniz.

    10. Mezhepsizlikten uzak durunuz. Din ve dünya işlerinde (muamelat) dört mezhepten birinin fıkhına göre amel ediniz. Sakın sakın sakın telfik-i mezahib yapmayınız. Telfik-i mezahib, mezheplerin kolaylıklarını cem etmek dini oyuncak etmektir.

    11. Kafirler, münafıklar, mürtedler, çoğunlukta olan Müslümanları koyun sürüsü gibi kolayca gütmek için onları parçalamışlardır. Siz Ümmet birliğinden yana olunuz ve zamanın Büyük İmamına (İmam-ı Kebir) biat ve itaat ediniz. Bu zatın kim olduğunu bilmiyorsanız gıyabında biat ve itaat ediniz.

    12. Okur yazar Müslüman olunuz. 1928’den önce bin yıldan fazla kullanılmış millî yazımızı öğreniniz.

    13. Ana diliniz Türkçe olsun veya olmasın, Türkiyeli bir Müslüman olarak edebî, yazılı, zengin kültür lisanını öğreniniz.

    14. Laikleşmekten, seküler olmaktan, dünyevilikten ateşten, vebadan kaçar gibi kaçınız. Gerçek dindar olunuz, Şeriatlı olunuz, din ile dünyayı ayırmayınız.

    15. İnsanın en büyük düşmanı ve ona en fazla zarar veren şey dilidir. Dilinize hakim olunuz; gıybetten, yalandan, iftiradan, söz taşımaktan ve diğer lisan afetlerinden uzak durunuz.

    16. Allah kendi hukukunu afveder ama kul hakkını afvetmez. Kul hakkı yemeyiniz. Üzerinizde kul hakkı varsa ödeyiniz, helallik alınız.

    17. Zaruret olmadıkça tatil yapmayınız, tembellik yapmayınız. Var gücünüzle ilim, irfan ve kültür öğreniniz, iyilik ve hizmet yapınız. Allah sizi Cennetine koyarsa orada ebediyen keyif içinde tatil yaparsınız.

    18. Haram yemeyiniz. Haram ateştir.

    19. İslamın ince şehir kültürüne, terbiyesine, görgüsüne, nezaketine sahip olunuz. Kaba, bedevî, odun olmayınız.

    20. Ben kelimesini mümkünse hiç kullanmayınız. Ben yerine bendeniz veya bu fakir deyiniz. Ben geldim diyeceğinize geldim deyiniz, kelimenin sonundaki m harfi zaten ben yerine geçer. (Bendeniz veya bu fakir kelimelerinden gocunacak ve öfkelenecek çağdaş yobazlara dikkat ediniz, onların yanında ben diyebilirsiniz…)

    21. İstikamet sahibi, yani dosdoğru olunuz ve kesinlikle eğrilik ve yamukluk yapmayınız.

    22. Büyüklerinize saygılı, küçüklerinize şefkatli ve merhametli olunuz.

    23. Ya faydalı bilgiler öğrenen olunuz, ya bunları öğreten olunuz.

    24. Lüks ve israftan, her türlü beyinsizlikten uzak durunuz.

    25. Nasibiniz varsa, Şeriata uygun bir tasavvuf tarikatına girebilirsiniz. Tarikatlı olabilirsiniz ama asla tarikatçı olmayınız.

    26. Cemaat, tarikat, grup, hizip, fırka, sekt, parça militanlığı, holiganlığı ve fanatizmi yapmayınız.

    27. Feminizmin Kur’ana, Sünnete, Şeriata, bilimsel gerçeklere aykırı sapık ve çarpık bir ideoloji olduğunu, İslam Feminizmi diye bir şeyin olamayacağını iyi biliniz ve feministlerin tuzağına düşmeyiniz, feminizme karşı olunuz.

    28. Evrim teorisi sapık ve ateist bir teoridir. Sakın inanmayınız, kanmayınız.

    29. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır… hadisini ezberleyiniz.

    30. Dinde reform, dinde değişim, dinde yenilik olmaz. Reformculuk en büyük bid’at ve sapıklıktır.

    31. Ehl-i Sünnet Müslümanlarına kafir ve müşrik damgasını vuran Vehhabîlerden uzak durunuz, onların tuzaklarına düşmeyiniz.

    32. Mutezile mezhebi ve Haricilik bozuk iki mezheptir. Bu mezheblere bağlı bazı müfsidler taqiyye yaparak kendilerini gizliyor ve Sünnî Müslümanları saptırmaya çalışıyor. Bunların tuzaklarına düşmeyiniz.

    33. Afganî Farmasondur, çok karışık ve karanlık bir kimsedir. Onun öğrencisi Abduh da Masondur ve karışık bozuk bir adamdır. Onun tilmizi Reşid Rızadır. Dinini, imanın, edebî saadetini korumak istiyorsan bu üçlüden uzak dur.

    34. Kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh Allahü Teala için “O gerçek bir Janustur=Hoda Janus-i hakikî est” diyen İranlı zındıktan uzak dur, onu imam kabul edersen imanını kaybedersin. (Janus iki çehreli bir Roma putudur.)

    35. Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) Ashabının ve Ehl-i Beytinin hepsini sev, sakın bir kısmını sevip bir kısmına düşmanlık etme. Ashab arasındaki ihtilaf ve savaşların hükmüne Allaha bırak, dilini tut.

    36. Akranlarına imamet edip namaz kıldırabilecek kadar kıraat, fıkıh öğren.

    37. Başı açık olarak namaz kılma. Cebinde namaz takken olsun.

    38. Kültür ve sanatla ilgilidir: Sayıları 300’e yaklaşan geleneksel sanatlarımızdan birini öğren. Hat, ebru, tezhip, klasik Osmanlı ciltçiliği, sedefkarlık, tesbihçilik, yazmacılık (kumaş boyama), nahhatlık, dağlama sanatı, el yapımı kağıt gibi.

    39. İleride bir sanat dalında ürün verirsen aç gözlülük edip çok ücret isteme, ölçülü ol. Sanat köşeyi dönme ve voli vurma vasıtası değildir.

    40. Sendeki iyi, güzel halleri kendin değil, yakınların ve dostların değil, düşmanların kabul ve tasdik etmelidir. Asıl fazilet budur.

    41. Küçük beyefendiler ve küçük hanımefendiler olunuz. Her türlü şımarıklıktan, serserilikten, yılışıklıktan, hoppalıktan, züppelikten, türedilikten, hafiflikten, görgüsüzlükten, bedevîlikten, farfaracılıktan, uzak durunuz.

    42. Dindar olduğunuz için size gerici, çağdışı, tutucu diyenler olabilir ama hiç kimse sizin ilminizi, irfanınızı, yüksek ahlak ve karakterinizi, mürüvvet ve efendiliğinizi, doğruluk ve dürüstlüğünüzü, güvenli oluşunuzu inkar edememeli, hakkınızda “Biraz tutucudur ama direk gibi dosdoğrudur, ona senetsiz sepetsiz milyon dolar emanet edebilirsiniz…” demelidir.

    43. Müslümanlığınızı kal (söz ve laf) ile değil hal (yaşayış, davranış ahlak) ile sergileyiniz. Çenenizi kapatınız, haliniz, efendiliğiniz, olgunluğunuz, dürüstlüğünüz adalet ve insafınız, nezaketiniz konuşsun.

    Hepinize

    • Like 1

  2. Girift meseleler. Ama Deccali kalkıp da bir ideoloji yahud medeniyet gibi soyut düşünmek bana abes geliyor. Efendimiz hadislerde tasvir etmiş. Kalkıp da tevil edersen yok kıyamet alemetleri müteşabihtir dersen, bana göre had ve çizme aşılmış olur. Deccali inkar etmek dinden çıkarmaz gibi iddialı bir cümle de kuramam. İlla nass ile yani Kur'ani bigiyi mi inkar bizi dinden eder. Ayet yoktur bu bahiste deyip, ne denli esnek konuşur olduk biz, önümüze gelen islami değeri ayete çarpıp bölemeyiz. Hadis ne demiş, selef-i salihin ne demiş. Bunlar daönemli. Ben yok internet yok tv, yahud terör Deccaldir demiyorum, öyle de düşünmüyorum. Bildiğin pis, çirkin, kötü insanımsı yaratık. Ve Allah ona diriltme yetisi deverecek. Kananlar da olacak.İmanı zayıf olana imtihan budur. Bizim niyazımız o yaratığın karşısında Mehdi ordusu olmaktır elbet.

    • Like 1

  3. Zamanı ademden şimdiye kadar iki fikir her tarafta ve her insan tabakasında dal budak salmıştır. Bunlardan biri nübüvvet diğeri felsefedir.Ne zaman ki felsefe diyanete dehalet etmiş o zaman insanlık parlak bir saadet devri yaşamış,insanlar içtima-i hayatta huzurlu ve mutlu olmuşlardır.Ayrı düştüklerinde ise hayır ve nurlar nübüvvet etrafına toplanırken,şer ve dalaletler felsefe etrafına toplanmıştır.

     

    Peki diyanetten ayrı felsefenin etrafına şer ve dalaletlerin toplanmasının sebepleri nelerdir?

     

    1-Hiç şüphesiz en büyük sebebi;ilahi fıtrata ters düşmesidir.

     

    Nübüvvet beşere kulluğunu hatırlatır ve der ki:acizsin kudreti ilahiyyeye iltica et,zayıfsın kuvveti ilahiyyeye istinad et,fakirsin rahmeti ilahiyyeye itimat et,kusurlusun afvı ilahiyyeye istiğfar et.

     

    Oysa;Aristo ve onu kendine rehber edinen Aristotalesçi olarak da bilinen İbn-i Sina evet yanlış duymadınız İbn-i Sina tabiat da bir güç mücadelesi olduğunu ve hakkın kuvvette olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yani zayıfsan kaybetmeye mahkumsun…

     

    Güneşten zerreye ,hayvandan bitkiye ve hücrelere kadar her şeyde bir muavenet ve teavün yani yardımlaşma, namusu ikram ve kanunu kerem olarak diyanet tarafında karşımıza çıkar.

     

    Yani hak kuvvette değil, kuvvet haktadır.ALLAH adildir adaletle muamele eder,hakimdir her işinde bir hikmet vardır.Manayı harfi ile eşyaya bakamayan kör felsefe eşyanın manayı ismine bakarak “ne güzeldir” demiştir.Varlıklara manayı harfi ile bakan nübüvvet “ne güzel yaratılmış” diyerek eşyada ki gizli güzelliği görmüştür.

     

    2-İbn-i Sina?ya göre tüm varlıklar ve yaratılış; ALLAH’ın kendini düşünmesinin,kendisi hakkındaki bilgisinin sonucudur.Onlara göre “birden bir çıkar” öncülü uyarınca ALLAH’ın kendisini düşünmesiyle O’ndan kozmolojik bir varlık olan “ilk akıl”doğmuştur.ALLAH bir tek ve yalın olduğu için O’ndan çokluğun çıkması olanaksızdır.Yine onlara göre bu ilk akılda çokluk vardır.Çünkü onda önce ALLAH’tan geldiği bilgisi,sonra da kendisi hakkında ki bilgisi bulunmaktadır.Böylece o,bir yönüyle tanrısal,öteki yönüyle yaratılmış bir varlıktır ve bu çeşitli yönleri bakımından kendisinden çeşitli varlıkların doğmasına elverişlidir.

     

    Görüldüğü gibi bu felsefeciler öne sürdükleri bu fikirlerle şirkin derelerinde serbest koşturarak esbab perestlere, tabiat perestlere ve yıldız perestlere meydan açmışlardır.

     

    Oysa nübüvvet “her birliği bulunan yalnız birden sudur edecek” düsturu ile tevhidi ilahiyyeyi ferman eder. Yani der ki;madem bütün eşyada bir birlik var. İnsanlarda,hayvanlarda,bitkilerde,yıldızlarda bir benzerlik,birliktelik,bir birlik var demek ki bir tek zatın icadıdır.ALLAH’ın yaratmada vasıtalara ihtiyacı yoktur.Her şey O’nun kün(ol) emrine bakar.ALLAH’a ilk akıl gibi bir mahluku verip diğer işlerini sebeplere ve vasıtalara vermek büyük bir şirktir.ALLAH her daim yaratmadadır ve O’nun hiçbir ortağa ,şerike ihtiyacı yoktur.

     

    Bu sebepleri çoğaltmak mümkün.Ancak yukarıda bahs edilen ve elhamdulillah çürütülen fikirler bu zatlardan günümüze gelinceye kadar bir çok insanı etkisi altına almış ve onları peşlerinden sürüklemiştir.Meşhur bir İslam alimi olarak da kabul edilen İbn-i Sina gibi bir zatında böyle büyük bir hataya düşmesi insanları cezb etmiştir.Ancak bu hataya düşen insanlara bakıldığında çoğunun Ömer Hayyam gibi nefsinin esiri olmuş ve nefsinin zevklenmesiyle zevklenen insanlar olduğu görülür.

     

    Biz deriz ki; felsefe diyanete dahil olmalı ve insanlara nübüvvetin dediği gibi şunu söylemelidir.Ey insan! Sen bir kulsun aczini, fakrını bil,kusurlarını gör ve rahmeti ilahiyyeye sığın.Seni ve senin hem cinslerini ve tüm varlığı aralarında bir birlik,benzerlik olduğu için bir olan ALLAH yaratmıştır.Ve ALLAH’ın yaratmada şerike,ortağa ihtiyacı yoktur.

     

    Muhacir HELVACI


  4. Beklenen sonları buydu elbet kaçınılmaz.

     

     

    1824_355749547872965_152789436_n.jpg

     

    Canavarca Yaşa, Uluyarak öl; LENİN

     

    Sovyetler Birliğinin bir numaralı isminin yaşadığı evden yükselen çığlıklar, o civarda yaşayanların tüylerini ürpertiyordu. Moskova'nın 60 kilometre güneyinde bulunan dinlenme evinde bulunan Lenin hayatının son günlerini yaşıyordu ve hemen hemen 24 saat boyunca tiz çığlıklar atıyor, ızdırap içerisinde feryad ediyordu.

    Onun yakınında bulunanlar, nâdir kişinin gör...ebileceği ibret tablosunu ürpererek seyrediyorlardı.

     

    1917'de gerçekleşen "Bolşevik Devrimi"nin lideri, 7 sene ülkenin bütün iplerini elinde bulunduran, astığı astık, kestiği kestik olan, on binlerce "muhalifi türlü yollarla ortadan kaldıran Lenin, şimdi ne hallere düşmüştü. Türlü hastalıklardan ayrı olarak aklını da yitirmişti. Bazan normal "deli" olurken, bazan "zır deli" olup çıkıyor, gözleri yuvalarından fırlıyor, cinnet geçiriyor, bağırıp çağırıyordu. Felçli olmamış, diğer hastalıklardan dolayı ızdırap içerisinde kıvranmamış olsaydı, etrafı kırıp geçireceği muhakkaktı.

     

    Hastalıklar pençesinde...

     

    ateist ve materyalist bir dünya görüşünü benimseyen, Kâinatın sahibi olan Allahu Teâlayı inkar eden ve bu inkarını "resmî ideoloji" haline getiren, iktidarın gücüne güvenerek fîravunlaşan Lenin, gözle görünmeyen mikropların "esiri" olmuştu. Kıvranıp duruyordu. Zaten hayatının son yıllarında hep acılar içerisinde kıvranmıştı.

     

    Lenin, ömrünün sonlarında iyice azan frengi hastalığını 1902'de Paris'te sürgündeyken kapmıştı. 1918'de karşı-devrimci Fanny Kaplan'ın tabancasından çıkan kurşunlara hedef olmuş, o kurşunlardan sonuncusu ancak 1922 yılında çıkartılabilmişti.

     

    Lenin 1922'de beyin kanaması geçirmişti. Onun "devlet sırrı" olarak gizlenen diğer hastalıkları şunlardı:

     

    1922'deki beyin kanamasından sonra Lenin'e sık sık felç inmeye başlamıştı. Daha sonra sara hastalığına tutulmuş, ardından damar sertliği ve migrene yakalanmıştı.

     

    Bu patalojik rahatsızlıklarının yanı sıra Lenin yavaş yavaş delirmeye başlamıştı. Sık sık şuurunu kaybediyor, cinnet geçiriyordu. 16 Aralık 1922'deki krizden sonra sekreterlerinden siyanür istemiş, ancak bunun sır olarak kalmasını tembihlemişti.

     

    1923 Mart'ındaki felçten sonra Lenin tamamen delirmişti. Artık devamlı sayıklamaktaydı. Anlaşılabilen son sözleri şunlardı:

     

    "...İnsanlar... bana yardım edin... şeytan... burada burada"

     

    Lenin'in son günleriyle ilgili bilgileri yayınlayan Le Figaro dergisinde yer alan yazıda, Lenin'in son günlerinde uzun uzun uluduğu belirtilmekteydi. Fransa'da yayınlanan dergideki bu bilgileri haber yapan Zaman gazetesi şu başlığı kullanmıştı:

     

    "Lenin de diğer zalimler gibi bağıra bağıra ölmüş"

     

    "Canavarca yaşa, uluyarak öl!"

     

    Komünist liderin çığlıkları o civarda yaşayan insanların kalplerini dondurmaktaydı.

     

    Lenin bu şekilde çığlık ata ata, Fransız dergisinin tabiriyle "uluya uluya" ve tamamen delirmiş vaziyette 24 Ocak 1924 tarihinde ölmüştü.

     

    Öldüğünde suratı korkunç bir hal almıştı. Onun bu halinin bilinmesini istemeyen Stalin, doktorlara emir vererek, cesedin "güzelleştirilmesini" istemiştir. Doktorlar da bir nevi "estetik cerrahi" tekniğiyle ve ilaçlarla onun yüz şeklini "normal hale" getirmiş, daha sonra mumyalamışlardı.

     

    Lenin'in mumyalı vücudu bir "cam fanusa" yerleştirilmiş, onun da üzerine bir "anıt" mezar yapılmış ve ziyarete açılmıştı.

     

    Putların yıkılışı

     

    Son anlarında derin acılar içerisinde bağıra bağıra ve delirmiş vaziyette ölüp giden Lenin'in düzinelerle heykeli yapılacak, bu heykeller SSCB başta olmak üzere Kızıl diktatörlükle idare edilen ülkelerde pek çok şehrin en merkezî yerlerine "zulmün taşlaşmış ve tunçlaşmış sembolü olarak" dikilecekti. Ta ki, 1990 yılına kadar.

     

    Kızıl imparatorluğun çatırdaması, ardından büyük gürültüyle yıkılması üzerine, hürriyete susamış olan insanlar, bütün diktatörlerin heykelleriyle birlikte, Lenin'in, milyonlarca insanın katili Stalin'in ve diğer komünist meşhurların heykellerini yıkacak, ya çöplüğe atacak, ya da satacaktı.

     

    Çekoslovakya'nın Zabreh kasabasının ilgilileri, kasaba hastahanesine gelir sağlamak maksatıyla Stalin'in dev heykelini satışa çıkarmış ve heykel için biçtikleri fiyatı ise 50 bin dolar olarak açıklamışlardı.

     

    Kamarov (Çekoslovakya) kasabası halkı da aynı şekilde Stalin heykelinin dövizle satılmasını kararlaştırmıştı.

     

    kamarov halkı şöyle diyordu:

     

    "Artık Stalin'in bize kazandıracağı bir şey kalmadı. Hiç olmazsa şehrin merkezinde bulunan heykelini satıp para kazanalım."

     

    Polonyalılar'ın düşüncesi ise daha değişikti. Onlar Kızıl diktatörlerin heykelini bir an evvel ortadan kaldırmak istiyorlardı. Gdansk'ta toplanan on binlerce halk, dev Lenin heykeline saldırmış, binlerce molotof kokteyli ile Lenin'in heykelini polisin gözü önünde cayır cayır yakmışlardı.

     

    Polonya'nın güneyindeki Nowa Huta şehrindeki 10 metre yüksekliğindeki dev Lenin heykeli ise, şehir ahalisinin iki hafta devam eden aleyhte gösterilerinden sonra, şehir meclisinin aldığı "huzuru bozuyor" gerekçeli kararından sonra kaidesinden sökülerek götürülüp şehir çöplüğüne atılmıştı.

     

    Bu şekilde, Demirperde ülkelerindeki bütün heykeller, bu arada komünizmin sembol ismi Lenin'in heykelleri kaldırılıp atılmıştı.

     

    "Putlar hurdaya çıktı"

     

    Diktatörlerin heykellerinin düştüğü durumu haber yapan Bugün gazetesi 21 Şubat 1992 tarihli nüshasında, "Putlar hurdaya çıktı" başlığını kullanmıştı. Haberde, eski komünist ülkelerin hurdalıklarının Marks, Lenin ve Stalin heykelleri ile dolu olduğu belirtiliyordu. Haberde enteresan fotoğraflar da kullanılmıştı. Büyükçe bir fotoğrafta yere devrilmiş Lenin heykelinin halk tarafından tekmelendiği görülmekteydi. Resimaltı şöyleydi:

     

    "HEY GİDİ KOCA LENİN... Lenin, kendi vatanından kovulur da başka yerlerde durabilir mi?.. Etiyopya'da önce diktatör Mengistu, sonra da Lenin heykelleri alaşağı edilip, tekme tokat memleketten kovuldu. İşçi sınıfının siyasi iktidarı ve üretim araçlarını ihtilal yoluyla ele geçirmesini öngören Lenin işçiler tarafından tekmelenirken görülüyor."

     

    Diğer karelerde boynunda urganla sırt üstü yere uzanmış Stalin heykeli, soytarıya çevrilmiş Marks heykeli ve ağaca asılmış Çavuşesku büstü görülmekteydi. Müşterek resimaltında şunlar yazılmıştı:

     

    "İlahların hazin sonu: Stalin yerlerde, Marks soytarıya çevrilmiş, Çavuşesku ağaca asılı...

     

    "Komünist ilahların en kanlısı Stalin'in heykelleri, diğer ilahların heykelleri gibi fırınlarda eritilerek maden haline getirilmeyi bekliyor, onları önce putlaştırıp, sonra alaşağı eden insanların, bu madenlerden yeni yeni putlar yapıp yapmayacağını kimse bilemez. Tıpkı Romanya diktatörü Çavuşesku'nun günün birinde heykellerinin ağaçlara soldaki resimde görüldüğü gibi asılacağını kimselerin tahmin edemeyeceği gibi... Ya komünizmin babası Kari Marks... 3 yıl önce kafasına böyle karton kutu takıp soytarıya çevirmek kimin haddiydi ki..."

     

    Bu dünya böyleydi. Hiç kimseye kalmıyordu. Zulm ile âbâd olanlar er geç kahr ile berbâd oluyorlardı. İlâhî kanun işlemeye devam ediyordu. İmtihan gereği, küfür devam etmekte, ama zulüm devam etmemekteydi...

     

     

    Burhan Bozgeyik

    • Like 1

  5. İskenderiye'deki kütüphaneyi görme fırsatım olmuştu gerçekten müthiş bir manzara idi. Kat kat kütüphane, her yer eser dolu. İnsanlar karınca gibi sürekli araştırma ile meşgul.

     

    Bana bu ve türevi yazılar bilemiyorum, Eygi hoca kendisi de demiş koca bir hayal geliyor. Cemiyet ne ile yükselir malum, bizimkilerin yatırımı saçma sapan binalara, AVM lere, güya camiler inşa ediliyor müze gibi hafta bir cemaat..

     

    Uydu kentmiş, yakın yıkın etrafı, modern ahırlar inşa etmekteler; çünkü insanı boş olduktan sonra binalara istedikleri kadar estetik aşılasınlar. Öte gitmeyecek, hiç bir şey. Son zamanlar dehşet karamsarım milletim ve memleketim adına.

     

    Ne diyeyim, oy verdiğimiz partinin zihniyeti de belli. Bunlar bu işlerle meşgul ise biz daha kime ne diyelim? Siyasi kafa farklı mercilere hizmette. Toplumun aydını yetersiz. "Herkes püf noktasını ararken, püf noktasından vuruluyor."

     

    Umarım görürüz, umarım.

    • Like 1

  6. Yazma ihtiyacının nüksettiği anlar vardır. O an okumak, bir şeyler seyretmek yahud müzik dinlemek değil; yazmak gerekir.

     

    Muhtevayı saptamadım, şu an bu cümleyi yazacağımı da kurmadım, sonraki cümlenin ne olacağı hususunda da en ufak fikrim yok. İçimdeki sesin hayli bağırdığı ve kafamın dağınık olduğu şu raddeleri sanırım en iyi bu yolla çözeceğim.

    Geç kalktım, gün içinde postaya vermem gerekenler vardı onları hallettim, market, alışveriş, yemek yapmak. Akşam tiyatroya gittim. Ellerimi cebime sokup sallana sallana evime yürüme gelmeye cesaret edemedim, edemezdim; kadındım ve şartlar eskisi kadar tekin değildi. Durakta bekleme devreleri, düşünmek için zaman müsaid.

     

    Yoğun, garip hisler içre idim. Ağlamaklı, düşünceli, seyrettiklerimin ağır etkisi üzerimde tekrarlıyordum; “Olmak dışa doğru olmaz, olmak içe doğrudur.” Ya olmalı ya ölmeli diyordu şair. Uzun zamandır bu muhasebelerden kaçıp okuyordum sadece okuyordum. Düşünmeye fırsat tanımama. Evet düşünmeden kaçmak da vardır ve olmalıdır; gaflete sığınmak denilen bu olsa gerek.

     

    Ufak şeylerle mutlu olmasını bilen biriyim. Çantamda bulundurduğum çubuk krekeri minibüste ufak delikanlıya verdiğimde, tebessümü dünyaya bedeldi. Sonra market servisindeki minik kızın pilot olup beni uçağına bindirmeyeği cadılığı üzerine ne muziplik yaptıysam sevdiremedim kendimi. “Peki ufaklık, sen sadece elindeki balonu uçurabilirsin tamam mı?” dedim ve kızdırdım. Çok keyifliydi. Bu paragrafın yeri miydi, değildi farkındayım.

    Mesele bu değildi aslında. Dışarıda şu an yağmur yağıyor. Nezleyim, burnumu çekiyorum. Herşey adiyattan ama rahatsız edici şeyler var. Bu şeylerin çözümü hususunda hatta şeylerin kendisi hakkında dahi bir tespitim ve keşfim yok. Dedim ya bunlardan hep kaçtım.

     

    Artık uzun uzun okuyup, daha kısa konuşuyorum. Meclislerde tanımadığım insanların şeklini şemalini süzüp içimden geçiriyorum; “Ne tuhaf bu insanı hayatımda ilk defa gördüm ve bu son görüşüm”. Öyledir, kimi yüzler gözünüze sadece bir defa ilişir. Otobüs seyahatimde yanımda oturan şahsa garip garip bakıp aynı hissiyat içine girince “deli misin nesin” cümlesini duyacağımı hayal ediyorum. Hayal derken, bazen ciddi Platon’un idealar dünyası dediği şeye inanasım geliyor. Bu hayat bir şeylerin tekrası, gölgesi yahud yansıması olmalı. Gerçekçi görünmüyor çoğu zaman. Savaş ve şehit haberlerine denk gelmedikçe böyle. Sonra koca bir kayanın altında kalmış hissiyle inleyip, kendimi ve içinde bulunmaklığımı fark edince sancılarım başlıyor. Kan uyuşmazlığım var benim, bu dünyaya ve içindeki sahteliklere.. Tercihim olsaydı elbette ölmeyi seceçektim. Ciddiyim ve kararlıyım.

     

    Büyük sancılar içinde çırpınmak..Yüzmeyi de bilmem ben hem. En sıkı dostum hep kitap oldu. Hayatımda görmediğim şairlere, yazarlara aşık oldum. Sinema seyretmedim çok, daha ziyade dinledim. Not tutarım, severim ajandaları. Geçip giden içi rüzgar dolu cübbeler ruhumu benden alır. Dindar olamadım pek, ama hep muhabbet duydum. Ağlamak deniz manzara kadar iç açıcıdır..Ağladım da, ama başkalarına demeyi acizlik saydım. Kopuk cümleler kurmada da mahirimdir. Ve aşık olduklarım sadece şairler değildi. Martı da buna dahil.

     

    Bilim, tanrı alt parçaçıkları diye bir şey söylüyor. İstiğfar çekiyorum. Kavradığım, ele geçirdiğim, anladığım, gördüğüm her ne varsa cümlesi esrarını kaybetti. İçim bir kara delik sanki. Varlığım bazen bana yığılı bir samanı anımsatıyor. Hayattan keyif aldığım söylenemez. Şu an yazmak cazibesini yitirdi. Kesiyorum. Hoşçakalın.

    • Like 1

  7. "_Gel Hilmi seninle Park Oteli'nde çay içelim.

     

    _Emredersiniz Üstad'ım, fakat ben yanınıza yakışır mıyım?

     

    _Ne demek Hilmi! Müslümanın ayağının tozu bin zalim kraldan daha üstündür.

     

    Senin gibi sadık, gani gönüllü, fedakar, bu dünyada kaç kişi var? İnançsız insan kazurat fabrikasından başka birşey değildir. Mutfak, tuvalet ve yatak odası üçgeninde yaşayanlardan neremiz aşağı? Senin gölgen onların bin tanesinden daha canlıdır!"


  8. Off şu başlıkta her bir yorum muazzam! Ekmek kadar kutsal, su kadar aziz fikir. Bu doyurur şuuru bu zinde tutar. Müthiş!

     

    Onlara dehh demek için geride olmaklık. 11. turu bindirmek, ya bu misaller..Ne zeka ne zeka!


  9. Semerkand sanırım o daha ucuz şekilde basan.

     

    Ben bu denli eserlerde tahrife gittiklerini bilmiyordum. Ne demek kafalarına göre makale çıkar ya da şahsi yorumunu ekle. Bu saygısızlık. Mehmed Bey'i çözebilmiş değilim hala. Belgesel bir şey yapılır, el atar beğenmedim der kafasına göre iş yapar.

     

    Mümkün değilmidir alsak karşımıza O'nu, Suat Bey'i şöyle hem ideallerimizden hem bulundukları kötürüm halden dert yansak.

     

    Bir mesaj hatırlıyorum,kitap dağıtım projemizde bir kaç tanecik destek sağlamışlardı sitemize. Bence bizden, buradan bihaber olmaları imkansız. E çapımızca burada bir şeyler yapmaya çalışıyor, idealler besliyoruz. Gençler ne var ne yok? Diye sorsa bile kafi gelir..Nasıl olacak, nasıl yürüyecek bu iş bilmiyorum. Başımızda bilirkişi eksik, şöyle bizi o Anadolu ruhunu üfleyecek, para değil sadece ruh üfürecek! Yok yok ortada adam yok.

     

    Biz mi gidip kapılarını çalalım, Karakoç Üstad, Sayın Eygi, Miyasoğlu, Pakdil, Ökten, Muzaffer Doğan, Mehmed Niyazi Bey..

     

    Bu adamlar nerededirler! Ben anlamıyorum ya. Üstad zamanında böyle miydi?

     

    Hiç sanmıyorum.

     

    Millet, gençlik deli gibi net başında, tv başında, cafelerde avare gibi tek yaptıkları havadan oksijen eksiltmek. Küfür küfür cehenneme akış! Bu cemiyeti aydınları nerededir?

     

    Bu sosyal yara nasıl kapanır? Biz eserlerin fiyatından dert yanıyoruz hey gidi hey


  10. Peygamber (a.s)'ın medhine mazhar olmuş büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri hocası Akşemseddin ile bir gece yaptırdığı medreseyi teftiş için hareket etmişler. Daha medreseye girmeden dışarıdan bütün odaların kandillerinin yanmakta olduğunu görmüşler. Akşemseddin Hazretleri talebesi Fatih'e buyurmuş ki;

     

    "_Hünkarım! Bu kadar talebeyi bakıp besliyorsunuz, fakat zannımca bunların belki biri ancak bu fedakarlığınıza layıktır ve umduğunuz neticeyi hasıl eder."

     

    Fatih sormuş;

     

    "_Efendi hazretleri! Yüz talebeden biri beklediğimiz derecede ilim elde edip bu ümmete faydalı olabilir mi?"

     

    Cevap:

     

    "_Ehh, herhalde yüz kişide bir kişi ümid ettiğimiz seviyede ilim elde eder, diye düşünüyorum." şeklinde olunca Fatih şu karşılığı vermiş:

     

    "_Öyleyse Efendi hazretleri, yüz kişide bir kişinin matluba muvafık derecede yetişmesi ihtimal dahilindeyse o birkişinin hatırı için geri kalan doksan dokuzunu beslemeye razıyım! Zira onun içlerinden hangisi olacağını şu anda kestirmemiz mümkün değildir!"

     

    Hayat Felsefesi yahud Yaşamak Sanatı/Kadir Mısıroğlu

     

    sf.155-156


  11. Ha tamam tamam, projenin amacına binaen bir not tarzında olacaktı o stickerlar. Önceki toplantıya katılmadığım için orayı kaçırdım.

     

    Arkadaşların gözünden kaçtı belki ama bence NFFD (Necip Fazıl Fikir Derneği) bu faaliyetten uzak tutulmasın. Resmidir kuruluşu, daha sağlam adım olur hani birlikte adım atılırsa. Adı da duyulur bir şekilde. Bu hususta Erzurum'daki yönetici kardeşlerimiz bi' ses versin yani. Ne bu atıl tutum anlamıyorum.


  12. Projeyi bizzat yürüten olarak sizin müsaid olduğunuz günde MSN toplantısının olması sanırım yerinde olur. Tabi yönetimin de hazır olması önemli.

     

    Logo ve sticker tasarımı dediğiniz, hani stickerlarda Üstad'a has sözler falan mı yer alacak öyle bir şey mi? Bu stickerların üzerinde site ve fikir derneğimizin adları yer almalı diye düşünüyorum. Yani derneğin ablemi var pek de güzel, bu projeye has farklı olmalı düşüncesinde misiniz?


  13. İlk bakışta manzara güzel ve iştah kabartıcı. Açık konuşacağım STVyi görünce biraz huylandım. Yine mi medeniyetler, dinler ittifakı gibi bir şey mi acaba diye şüphelendim. Anladığım kadarıyla sadece müslümanların iştirak ettiği bir kamp. Ve amaç halis.

     

    İstifadesi bol görünüyor. Rabbim sayılarını artırsın yalnız 3000 dolar sanki çok para. İnşaAllah bizlerden de daha makul ücretlerle böyle projeler çıkar. Gerçekten müthiş olur.


  14. MSN toplantısı içün belirlenen gün nedir?

     

    Ertelenirse (pazardan sonrasına) katılmam imkan dahilinde durmuyor. Hem duyursanız da kişiler ona göre kendisini ayarlasa diye düşünmekteyim. Çok mu sıkboğaz etmekteyim acaba :)

     

    Bir de face sayfasından Leyl hanım mesuldü yanlış anımsamıyorsam. Bakındım da face hesabımızda bu projemizi duyurmamışız. Haber versek belki haberdar olup, iştirak etmek isteyen bir kaç kişi çıkar.

     

    İşinize karışmak gibi olmasın da demek istedim..


  15. Atasoy Müftüoğlu külliyatı Hece Yayınları’nda

     

    atasoy-muftuoglu-1.jpg

     

    Atasoy Müftüoğlu

    Hece Yayınları, Atasoy Müftüoğlu’nun yeniden basılmamış eserlerini yeni bir kapakla, yepyeni ve daha iyi okunur bir mizanpajla okuyuculara sunuyor..

     

    Güncelleme: 12:00, 20 Şubat 2013 Çarşamba

     

     

    İçinizde yaşayan, sizinle birlikte soluk alıp veren ve sizi başkalarından çok daha iyi bilip tanıyan, iyiliğinizi düşünen şahsiyetlere karşı kadirşinaslık vazifesinde bulunuyorsanız eğer, işte bu sizin için salih amel olarak çok şey ifade eder. Unutmazsanız, unutulmazsınız. Ve unutturmazsanız elbette unutturulmazsınız.

    Müminler birbirlerini koruyup kollamakla mes’uldürler. Selamlaşmakla kalmaz, can-ı gönülden kucaklaşırlar da. Aslında elleri ve tenleri birbirine değerken, yüreklerini ısındırırlar, mütebessim çehreleriyle sadakalaşırlar. Hayrı yaşatır, şerri yavaşlatırlar bu halleriyle. Kardeşinin imza attığı güzel işleri kendisininmiş gibi bilir ve sahiplenirler. Sahiplenmekle de kalmaz, onu, o iyiliği ve hayrı ilerletme ve büyütme yoluna koyulurlar.

    Burada neyi anlatmaya çalışıyoruz, neyin derdindeyiz ve hangi meseleden mülhem bu sözleri sarf ediyoruz, hemen ifade edelim efendim: Atasoy Müftüoğlu büyüğümüzün ilk baskıları yapıldıktan sonra bir daha basılma kısmetine erememiş Furkan Günleri, Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Rahmanın Ayetleri Karşısında, Vahyin Kılavuzluğu Altında, Bunca Tuğyan Bunca Issızlık, Göklerin ve Yerin Dili,furkan-gunleri.jpgYeni Bir Tarih Şafağı ve Bilinç Işıklarını Yakmak isimli eskimez kitapları var. Bu eserleri, Nehir Yayınları vakti zamanında okuyucuyla buluşturmuş ve sonra öylece basıldıklarıyla kalakalmışlardır. Her biri ayrı bir zamanın ve bilincin şahidi olan bu kitaplar, sonraki yıllarda unutulmuşluğa terk edilmişler ve yeni baskıları da olmayınca onları okumak isteyen gariban okurlar eşten-dosttan sorar olmuşlar.

    Bu sorup soruşturanlar kervanında ben de bulunuyorum. Vahyin Kılavuzluğu Altında’yı bir sahafta güç bela buldum. Tevhidi Gerçekliğin Işığında’yı pek sevdiğim güzel bir Müslümanın evine misafirken ve “kütüphanesinde neler var neler yok” diye seyre koyulmuşken iki adet görünce birisini rica ile elde etmiştim. Ama gelin görün ki, Bunca Tuğyan Bunca Issızlık eserini bulmamın mümkünatı yok. Bakmadığım sahaf (sahaf diyorum, çünkü kitabevlerinin rafları yeni eserlere kucak açmaktan, baskısı yirmi yaşını doldurmuş kitaplara dönüp bakmaz oldular neredeyse), kendisinde olabileceğini tahmin ettiğim sormadığım tanıdık kalmamıştır. Hatta en sonunda Atasoy Müftüoğlu üstadımıza bile sormuştum “Var mı elinizde?” diye, ama ellerinde olmamakla birlikte bulduklarında tarafıma gönderecekleri sözünü almıştım. Zaman ilerliyordu, fakat eseri bulma konusuyla ilgili hiçbir mesafe kat edebilmiş değildim.

    Hece Yayınları’na teşekkür ederiz

    Sonra, Hece Yayınları’nın, üstadımızın yeni bir baskıyı görme şerefine nail olamamış eserlerini yeni bir kapakla, yepyeni ve daha iyi okunur bir mizanpajla okuyuculara sunduğundan haberim olunca bir ümit doğmuştu benim için. “Büyük ihtimalle Bunca Tuğyan Bunca Issızlık’ı da sıraya koymuşlardır inşallah” demiştim. Ve nihayet bu ay, üstadımızın Yeni Bir Tarih Şafağı isimli bir diğer eseriyle birlikte bu kitabının da yeniden doğduğuna tanıklık ediyorum. Tabi o ikinci doğuşunda ama, ben onunla henüz buluşacağım. Beklediğime ve başka bekleyenleri de varsa eğer, beklediğimize değeceği ümidindeyim.

    Şimdi Hece Yayınları gıyabında Hüseyin Su’ya şükranlarımızı ivedice belirtmeyelim de başka ne yapalım yani? Kimileri için pek fazla değer ve önem arz etmese de bizim için çok kıymetlidir Atasoy Müftüoğlu eserleri. Yirmi dört yıl evvel, yani 1989’da bir ulvi kaygının eseri olan Bunca Tuğyan Bunca Issızlık ve goklerin-ve-yerin-dili.jpgadını yukarıda andığımız diğer kitap çalışmaları, bizim için hâlâ tazeliğini ve önemini korumaya devam ediyor. Ki müellifi bizim için çok önemlidir. Sayıları fazla bir yekün tutmayan ve ümmetin atan yüreği olan bu “adamlarımız”ın düşündükleri, konuştukları ve yazdıkları bizim için göz ardı/dikkat ardı edilecek türden değildir.

    Hece Yayınları’nın bu toparlayıcılığı takdire şayan

    Atasoy Müftüoğlu’nun sadece önceki eserleri değil, aynı zamanda yeni yazdığı eserlerin ev sahipliğini de Hece Yayınları yapıyor. Bütün eserlerini aynı yayınevinden bulmak bizim için büyük kazanç. Zira diğer şekilde, yani her eserin farklı yayınevlerinden çıkması, düzenli takip etmeyi okuyucu açısından zorlaştırıyor. Bir vakitler İnsan Yayınları üstlenmişti üstadın eserlerinin basımını. Ama sonra oradan da yüzümüz gülmedi bir türlü. Bir baktık Düşün Yayınları’ndan Ümmet Bilinci, Ekin Yayınları’ndan Evrensel Vicdanın Sesi Olmak, Fide Yayınları’ndan İnsansız Dünyalar İnsansız Hayatlar, Mana Yayınları’ndan Zamanın Sınavından Geçmek eserlerinin çıktığını gördük. Hece Yayınları’nın bu toparlayıcılığı hem takdire şayan, hem de biz okuyucular için büyük kazanım olacak fikrini taşıyorum. Tabi gerek Nehir Yayınları’nın gerekse İnsan Yayınları’nın hakkını teslim etmek gerekiyor. Atasoy Müftüoğlu’na ait kitapları bizlere ulaştırdılar yıllarca. Onlara da teşekkür etmek boynumuzun borcu.

    Şimdi bize düşen, Yeni Bir Zamanı Başlatmak, Küresel Çağda Kaybolmak ve Küresel Çağda Varolmak kitaplarıyla ve inşallah devamı gelecek olan yepyeni eserleriyle üstadımızı okumaya ve doğru anlamaya çalışmaktır.

    Irmağın içli sesi olan bu çınar adamın yüreğinden süzerek bizlere hediye bıraktığı cümleleri, belli mi olur, belki bir gün yol azığı olma niteliği taşır. Kıymet bilmek iyidir. Ve iyiler kıymet bilir.

     

     

    Fatih Pala yazdı

     

    dünyabizim.com


  16. 2013; kozmik bombardıman yılı!

     

    Uzmanların ’2012 DA14′ adını verdiği asteroit, Dünya’nın yakınından geçip gitti. Ancak Rusya’ya düşen meteor, dünyanın her an maruz kalabileceği kozmik bombardıman riskinin ciddiyetini bir kez daha ortaya koy...du.Amerikalı astronomlar, genişliği 46 metre olan asteroit 2012 DA14′ün, Dünya’nın yakınından geçip gittiğini açıkladı. Yeryüzü ile arasında sadece 27 bin 599 kilometre kadar bir mesafe kalan asteroitin, yeryüzüne Dünya yörüngesindeki suni uydulardan bile daha çok yaklaşacağı belirtiliyordu.

    Planetary Society adlı bilimsel kuruluşun üst yöneticisi Bill Nye, 27 bin 700 kilometrelik mesafenin Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesinde sadece 15 dakikalık bir zaman dilimini temsil ettiğini belirterek, asteroitin 15 dakika kadar daha önce gelmiş olması durumunda çarpışmanın kaçınılmaz olacağına dikkati çekmişti.

     

    2013′ÜN İKİ KUYRUKLU YILDIZI

     

    2013 yılında asteroitlerin yanı sıra bazı kuyruklu yıldızların geçişleri de yerküreden gözlenebilir olacak. Panstarrs kuyruklu yıldızının 10 Mart’ta, Güneş’e, en yakın gezegen olan Merkür’den daha fazla yakınlaşması bekleniyor. Panstarrs bu sırada kuzey yarıküreden çıplak gözle görülebilir olacak.

    Panstarrs’ın buz yapısının bu sırada buharlaşarak geniş bir kuyruklu yıldız baş ve kuyruğunun oluşması bekleniyor. 1997 yılında güneşin etrafından dolanan Hale-Bopp kuyruklu yıldızı dünya gecelerinde izlenmeye değer bir manzara ortaya çıkarmıştı.

    Güneşe tehlikeli şekilde yaklaşacak bir başka gök cismi ise ISON. ISON, ilk olarak 2012 Eylül’ünde, Rusya’daki bir gözlemevi tarafından belirlenmişti.

    ISON, 28 Kasım 2013’te güneşin iki milyon kilometre yakınından geçecek. Kuyrukluyıldız, yüzeyindeki maddelerin erimesiyle daha parlak görünecek.

     

    KOZMİK BOMBARDIMAN RİSKİ

    Uzmanlar 2013’te güneş ve ay tutulmasının yaşanacağı tarihleri de belirledi. 25 Nisan’daki parçalı Ay tutulması Avrupa ve Afrika ülkeleri ile Asya’nın büyük kısmı ve Avustralya’dan gözlenebilecek.

    9 ve 10 Mayıs tarihlerindeki halkalı güneş tutulması Avustralya, Endonezya ve Pasifik Okyanusu’nun belli kesimlerinden gözlenebilecek. 3 Kasım 2013 tarihinde meydana gelmesi beklenen tam güneş tutulması Afrika ve Amerika kıtaları ile Güney Avrupa ve Arabistan yarımadasında kısmen gözlenebilecek.

    Rusya’ya düşen meteor, dünyanın her an maruz kalabileceği kozmik bombardıman riskinin ciddiyetini bir kez daha ortaya koydu. Amerikan Uzay ve Havacılık Kurumu (NASA) ile Avrupa’nın uzaycılık kuruluşu Avrupa Uzay Ajansı ESA’nın bu yöndeki çalışmalarına hız kazandırmaları bekleniyor.

    İki kurumun araştırmaları, bu tür cisimlerin gözlemini, bunlardan tehlikeli olanların belirlenerek sözkonusu gök cisimlerini saf dışı edecek bir sistem kurulmasını öngörüyor.

    Konuyla ilgili Birleşmiş Milletler bünyesinde hazırlanan bir araştırma komisyonu raporunun da bu ay içinde açıklanması bekleniyor.

    teknoloji

     

    Kaynak: veteknoloji.com


  17. Kardeş Kureyşi, size çalışmalarınızda işinize yaracak bir metin buldum. Çok sevimli, hoş. İstifade edin bence.Yanına bir misvak, bir seccade hediye. İş tamam :shiny: Buyrun

     

    "seni ilk gördüğümde aniden çakan şimşek gibi titrettin bedenimi.. dedim "sübhanallah" ürkekti bakışların başın önde çocuksu bir masumiyet belirdi gülüşünün kıyılarında.. bayramlığını koynuna alıp yatan çocuğun heyecanı ile beklemeye başladım yarınları.. yağmurlu bir gündü. hani filmlerde yaşanır anca bunlar derler ya o türdendi bizimkisi. bana sorarsan hala bir rüyadayım uyanmak istemediğim. şemsiye aşktır. aşıkların ilk yuvasıdır. söyler misin bana yağmurdan mı aldın gözlerini.. yağdırma gözlerini üzerime kirpiklerim dayanmaz.. utanınca kızaran yanağın mı yoksa beliren gamzen mi seni böylesine eşsiz kılan..

    yüzüm seninle gülüyor hayat seninle anlamlı.. adımı söyleyince fenerbahçenin attığı gol kadar mutlu oluyorum. sabah günaydınım akşam rüyalarda buluşalımımsın. beni mutlu etmekle mutlu olan.. bazen annemin sarılışındaki benimsemede bazen babamın sevgisini belli etmese de yüreğindeki büyüklükte buluyorum seni.. hayata yeniden doğdum.. gülüşlerimi buldum sözlerinde, huzuru buldum gözlerinde.. yeniden tanımaya başladım çevremi.. artık güller daha bir güzel kokuyor papatyalar daha bir gösterişli.. yediğim patates kızartması bile daha bir lezzetli.. izlediğim leyla ile mecnun daha bir özel. Bugüne kadar başıma gelen en anlamlı şeysin. Duamsın.. Hangi iyiliğim karşılığımda Allah seni bana ihsan etti bilemiyorum. Şükrümsün.. İlk günden beri huzurumun karşılığısın. Kişi (kıyamette) sevdiği ile beraberdir buyuruyor peygamberim.. Birlikte komşu olsak ya, Resulullaha.. Bundan sonra en büyük mutluluğum seni mutlu etmektir..

     

    sevmek güzeldir sevmenin günü yoktur sevene her gün bayram :)"

     

    Bir ilahiyatçıdan döküleni budur. Neler var Allah'ım ya. Fenerbahçe'nin attığı gol kadar mutluluk ha..

     

    Neyse ben hizmetimi yaptım kenara çekileyim :) Komik ama bayağı.


  18. Kelimeleri motif motif işleyip mürekkebiyle yüreklere konduran şair… Necip Fazıl, 1904 yılında Çemberlitaş’taki bir konakta, evin erkek evladının tek erkek çocuğu olarak doğar. Dedesinin himayesinde ve babaannesinin değdirdiği elleriyle kültür kokan bir atmosferde yetişir. Üstad olarak anılmasına sebep olacak başarı imzalarının ilkini; “Bir yalnızlık gecesinin vehimleri” ismiyle henüz çocuk yaştayken atar. Necip Fazıl’ın “konağın ruhu büyükbabam, ben de onun ruhuyum” diyerek bahsettiği dedesi; torunlarını yanı başına toplayıp sorular sorduğunda ya da bir beyit okuyup tekrar etmelerini istediğinde başrolü yine O alır. Bu sebeple dedesi O’nu “akl-ı evvel torunum” diye çağırır. Dedesinden aldığı eğitimle henüz 4–5 yaşlarındayken okuma-yazma öğrenen üstadın çocukluğu hastalıklar ve çeşitli badirelerle geçer. Üstad, bir kitabında o dönemden şöyle bahseder:

    “Bütün çocukluğum, ilk çocukluğum hastalıkla geçti. 10–15 yaşıma kadar bir çocuğun çekmesi mümkün ne varsa hemen hepsini çektim. Kaç kere hayatımdan ümit kesilmiş ve ben, Allah öyle istediği için, her defasında kefeni yırtmıştım.”

    Babaannesi, yine bu yaşlarda konağı birbirine katacak kadar haşarı olan bu çocuğun narkozunu bulur; O’nu romanlara alıştırır. Öyle ki bir gün, bir ağacın altında kitap okurken vaktin nasıl geçtiğini anlamayacak ve yokluğuyla konağı telaşa verecek kadar… Hatta kitapların, dünyasına tesiri sebebiyle bir ara kitap okuması yasaklanır. Üstadın deyişiyle; roman okuma, yaramazlık, hastalık, büyükbabanın kolunda sık sık Mısır çarşısı eşyası satan bir dükkâna gidip kakule almalar, vesaire, iç içe devamda…

    9–10 yaşlarındayken taşındıkları yeni yalılarında kız kardeşi Selma hayatını kaybeder ve annesi de üzüntüden hastalanır. Kısa bir süre sonra çok sevdiği büyükbabası Maraşlı Kısakürekzade Hilmi Efendi’yi de kaybeden Necip Fazıl, o dönemi tekrar kitaplara daldığı ve hassasiyetinin en had derecelere ulaştığı çığır olarak betimler.

    11 yaşlarında annesinin hastalığı sebebiyle taşındıkları Heybeliada’da bir kıza âşık olan bu kocaman yürekli çocuk, okuduğu hissi romanların içinde aşkını tek başına yaşar. Daha önce Fransız Mektebi ve Amerikan Koleji’ni yarıda bırakan Necip Fazıl için artık Bahriye Mektebi dönemidir. Tam bu dönemde şiire başlamasının vesilesini O’ndan dinlemeli:

    “Şairliğim 12 yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır: Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde. Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp;

    —Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!

    Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetinin ta kendisi… Gözlerim hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:

    —Şair olacağım!

    Ve oldum.”

    Aldığı bu kararı gerçekleştirmek için danıştığı mektep öğretmenlerinden İbrahim Aşki, O’na yol gösterir. Mektepte de küçüklüğündeki gibi haylaz olarak bilinen ve birçok ceza alan şiir ve okuma meraklısı; bir yandan da el yazması bir mecmua çıkararak O’na şair lakabını takan arkadaşlarıyla paylaşır. Bahriye Mektebi mezuniyetinden sonra Kasımpaşa’daki ahşap evde dayısı, anneannesi ve babasından ayrılan annesiyle beraber kalır. Yazdığı ilk şiirlerden birinin gazeteye çıkması bu döneme denk gelir.

    “Benim de yerim bu el oldu yahu

    Gençlik bahçesinde sel oldu yahu!

    Çünkü ta derinden bağrımı yaran,

    O başımın tacı el oldu yahu!

    Saçları boynumda dalgalandı da,

    Beni boğmak için tel oldu yahu!

    Ateşte yaktıktan sonra nefesi

    Külümü savurdu, yel oldu yahu!

    Ben bu halden ibret almadan göçtüm.

    Ondan ibret alan el oldu yahu!”

    17 yaşındayken üniversiteye başlar. Edebiyat okumayı tercih etmeyen Necip Fazıl, sanatkârı ders alma yolundan geçmeye muhtaç görmediğinden, felsefe bölümü okur. İstanbul Üniversitesinde talebeyken şiirle oldukça haşır neşir olan Üstad, yazdıklarını Yakup Kadri’ye verdiğinin ertesinde, Yeni Mecmua’da 35-40 yaşındaki üstadların yazıları arasında görür. Şiirlerini Anadolu gibi birkaç mecmuada neşretmekle devam eder.

    Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra kendisini, Paris’e felsefe eğitimi almaya getirecek olan Bormide isimli vapurda bulur. Necip Fazıl için Paris “kâbus şehri”, orada geçirdiği yıllar ise “ıstırap yılları”dır. Bu yılların özü üstün nizam ve topluluktan başıboşluğa geçiştir. Bu süreçte Necip Fazıl’ın şiirlerindeki tasavvufi eda ve hassasiyet de gittikçe silinip yerini korku, gurbet ve karanlık duygular alır. Çıkardığı ilk şiir kitabı “Örümcek ağı” ve sonrasında gelen “Kaldırımlar” da bu ruh halini yansıtır.

    “Duvara bir titiz örümcek gibi,

    İnce dertlerimle işledim bir ağ.

    Ruhum gün boyunca sönecek gibi,

    Şimdiden ediyor hayata veda.

    Kalbim, yırtılıyor her nefesinde,

    Kulağım, ruhumun kanat sesinde;

    Eserim duvarın bir köşesinde;

    Çıkamaz göğsümden başka bir seda.”

    Üstadın ifadesiyle; şiirin muradına ancak Allah’ın gayesiyle varabileceğini ve ancak böyle telkin şiiri olabileceğini henüz fark edemediği yıllar… Şiirin sırrı ise Necip Fazıl tarafından ilerleyen yıllarında şu dizelerle çözülecektir: “Şiir ve sanat, kendisini mutlak hakikate memur ederek ve müessese hikmetini mutlak hakikate doğru ebedi bir arayış diye çerçeveleyerek bir yandan sonsuz meçhuller iklimine fener tutan ve eşyanın nabzını sayan bir telkinci, öbür yandan da aynı davaya bağlı içtimai heyecanın bestekârı ve dış ölçülerin mimarı bir tebliğci sıfatıyla, iç ve dış gayesini birleştirmiş olur.

    Bu işin de gayesi;

    Allah…”

    1928 yılında Cumhuriyet gazetesinde şiirleri yayınlanırken en yüksek övgüleri hak eder. Müslümanlığını bayraklaştıracağı vakit “sanatına kıyan geri adam” sözleriyle yerini değiştirecek övgüleri… Ancak bu yıllarda göğe çıkarılmasına rağmen Üstad, öz çehresine ulaşamamanın ve ruhunu hapis hissetmenin eksikliğini yaşar. Gerçekten iyi bir şair olabilmesi iki cendereden geçmesine bağlıdır; aletten yoksunluk, hedeften mahrumluk…

    Alet, dil, Türkçe… Üstad, zamanın kullanılan Türkçesinin basitliği ve havasızlığından boğulur. Ceddimizin bu davayı kavrayarak kullandığı Türkçeye yönelir. Hedef ise, muhit ve cemiyet… Yaşanmaya değer hayatı cemiyet ve devlet şekline dek nakışlandırmak… Tüm bu fikir sancılarıyla yaşadığı 1934 yılına kadar paradoks içindeki şair; Paris dönüşünden bu yıla kadarki hayatını “bohem yılları” olarak tabir eder. 1934 yılında bir bankada müfettişlik yaptığı dönemde eve dönüş yolundaki Necip Fazıl, vapurda hayatının değişmesine vesile olacak bir adamla tanışır. Yolculuğu boyunca muhabbet ettikleri yol arkadaşının önerisiyle Beyoğlu’ndaki Ağa Camisine gidişi, hayatını bir bıçak gibi ikiye bölecek; o günden öncesi ve o günden sonrası olarak ayıracaktır. Ağa Camisinde görmeye gittiği Abdülhakim Arvasi Hazretleri, O’na elini uzatarak sürüncemelerinden çekip çıkaracaktır. Öyle ki Üstad; “O Efendi Hazretleri ki, kendisini buluncaya kadar geçen hayatım, O’nu beklemekten, bekleyiş sıkıntıları içinde kıvranmaktan başka bir şey değildi.” diyecektir.

    1935 baharına kadar işi sebebiyle şehirlerarası mekik dokuyan şairin ruh dünyası da fikirler arası gelgitlerle geçer. Metafizik terleri döküşü, yaşadığı fikir çıkmazlarıyla sabahlara kadar uyuyamayışı, manevi buhran ve nihayet bu yalnızlığı kökünden giderici ve büyük visale erdirici yol… Garipliğini fark etmesiyle sığındığı kapıdan, merkezinde Allah bulunan bir kâinata varış… Ve buna vesile olan Abdülhakim Arvasi Hazretlerine duyulan hudutsuz bir aşk… Şairin demesiyle: “Kalemime fetih ve inkişaf O’nunla geldi. İçimde yepyeni bir dünya görüşü, daha evvel cümle ve fikir kalıplarına dökülmeksizin, yalnız huzurlarındaki kelime üstü deyişle, kendilerini tanıdıktan sonra tütmeye başladı.”

    Otuz yaşına kadar iki şiir kitabı yayımlayan Necip Fazıl, yenilediği hayatında piyes, fikir, tetkik, dava, tez, şiir; 40–50 ciltlik bir çapa doğru yükselecektir. Bunlardan “Bir Adam Yaratmak” adlı piyesi çok defa tiyatroda sergilenecek ve ses getirecektir. En beğendiği şiiri ise; ÇİLE… Ve bu muazzam şiirden ufak bir kesit:

    “Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

    Artık barınamam gölge varlıkta.

    Ver cüceye, onun olsun şairlik,

    Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

    Öteler, öteler, gayemin malı;

    Mesafe ekinim, zaman madenim.

    Gökte Samanyolu benim olmalı,

    Dipsizlik gölünde, inciler benim.

    Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

    Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

    Sen, bütün dalların birleştiği kök;

    Biricik meselem, Sonsuza varmak…”

    Üstadın “Ben geçmişimi çöpe attım. Çöpü kurcalayanlar da ancak kediler ve köpeklerdir” derken bahsettiği geçmişi, diğer bir tabiriyle “ıstırap ve bohem yılları”; büyük hayranlık beslediği bu zatın yol göstermesiyle ve manevi hastalıklarına çare olmasıyla geride kalır. Nihayet büyük bir davanın fikircisi olma yolundadır. Hatta davasıyla bir vücut olabilmek için bankadaki işinden bir hamlede istifa eder. Bir üniversitede hocalık vazifesine başlar, gazetelerde fıkra ve başmakale yazıları neşreder. 1941 yılında Neslihan hanımla evlenecek; Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep adında beş çocukları olacaktır.

    Necip Fazıl’ın sosyal mücadeleye atılmasının ilk kanıtı 1943’te çıkardığı Büyük Doğu dergisidir. Bu sosyal mücadeleyi yüceltme uğraşıları döneminde büyük âlim Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin vefat etmesiyle Üstad için ikinci bir buhran dönemi başlar. Ancak bu dönem, bir davaya baş koymuş bu adamın, milletin kurtuluşu için fikir çilesi çekmesine engel değildir. Geniş ufku ve zekâsıyla vatanının eksiklerini tam etmeye çabalayan Büyük Üstad, hayatının geri kalanını davasına hizmet etmekle geçirir.

    “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!

    Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!” diyecek kadar sahiplenir davasını, girdiği yoldaki dikenler pahasına… Bu süreçte Büyük Doğu dergisine ağırlık veren Üstad, dergi içeriğinin o döneme göre yasak kabul edilmesi sebebiyle her seferinde mahkemeye çıkarılır. Birçok defa hapis cezası alır veya derginin kapatılmasına karar verilir. Buna karşılık Üstadın sözleri ise büyüklüğünü gösterir cinsten: “Beni Allah tutmuş, kim eder azat?” Mahkemede kendisini ve davasını savunurken söyledikleri ve hâkimle konuşmaları da duyulmaya bir o kadar değerdir.

    Mücadelesinde inatçı olan şair derginin açılmasını ve tekrar yayınlanmasını sağlayacak, geri adım atmayacaktır. Dergi dışında bazı gazetelerde de yazan Üstad, yazdıkları bazı taraflarca hazmedilemeyince gazetelerden de devre dışı bırakılır.

    Davanın bir diğer yüzü; gençler… Yine 1942’de bir gecenin sabaha varmasıyla başlayan, tarih, millet, nefs muhasebesiyle geçen gençlik sohbetleri… Üstad ölümüne kadar vatan kurtarıcılığını hedef edinen bir gençliği uyandırma çabası içindedir. Kendi sözleriyle:

    “Ceplerde kaybedilen ve asırlardır dışarıda aranılan güneşi bulup çıkaracak, yerine oturtacak, her şeyi ilk saffet ve asliyet vahidine irca edecek, hasis fert kadrolarına eskitilmiş ve pörsütülmüş manalarla hiçbir alaka kabul etmeyecek, mutlak hakikat ölçüsüyle aklın hakkını akla ve kalbin hakkını kalbe verecek, tarih boyunca bütün hesaplaşmaları yerine getirecek bir gençlik… Vecdiyle, estetiğiyle, ahlakıyla, ideolojisiyle sımsıkı merkeze bağlı, solmayan renk ve geçmeyen anın, ezel kadar eski olduğu için, ebed kadar yeni davanın gençliği…”

    Vasiyetinde belirttiği isteklerinin davasıyla ilgili olanlarını ise umutla baktığı bu genç nesle emanet eder.

    Tüm bu koşturmaca içinde geçen onca sene nihayet 1963’te “Aydınlar Kulübü” ile Üstadın ektiği tohumları ormana çevirecek bir dönem başlar. Üstadın verdiği konferanslar Anadolu’da hatta Almanya’da ses getirecek ve muazzam bir ruh örgüsüne dönüşecektir. Davanın yüceldiği bu zamanlarda Üstadın şiiri de zirvesini yaşamaktadır. Yüzden fazla eser veren şair; Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962 ve 1974), Şiirlerim (1969), Esselam (1973) şiir kitaplarıyla da tarihe geçecek bir başarı gösterir. Başarıları sonucunda Türk Edebiyat Vakfı’nca 1980 yılında verilen beratla “Sultan-üş Şuara” (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanır. Yine 1980’de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü, 1981’de “İman ve İlam Atlası” eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı’nı, 1982’de de Türkiye Yazarları Birliği Üstün Hizmet Ödülü’nü alır.

    Birçoğunun bencilce fikirlerini, karanlık ve cahil düşüncelerini doludizgin koşturduğu zamanlarda ayakları şiirle yere basan, fikir sancısı çeken, davasının adamı Üstad…

    “Güzel Allah’ım, senden ne gelecekse gelsin;

    Sen ki, rahmetinle de kahrınla da güzelsin…” diyecek kadar teslimiyetçi…

    “Ben o kutsi nefesin üflediği kamışım;

    Ses onun, ben imzamı atmışım, atmamışım” diyecek kadar mütevazi…

    “O manayı bul da bul!

    İlle İstanbul’da bul!” diyecek kadar vatanına bağlı…

    “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

    Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” diyecek kadar ümitvar…

    “Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!

    Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!” diyecek kadar kelimelere hakim…

    “Diyorlar bana: kalsın şiir de söz de yerde!

    Sen araştır, göklere çıkan merdiven nerde?” diyecek kadar şiirine bağlı…

    Şiir demişken, son sözü 1983’te vefat edene kadar hayatını şiire adamış Büyük Üstada bırakmalı:

    “Üstün idrak müessesesi şiir, ilk borç olarak, elinde kâinatın sırlarının anahtarı, O’nun hilkat sırrının ve Kâinat Efendiliği makamının eşiğinde dize gelecektir. Şiir bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de boynundaki süpürücülük borcuyla insanoğlunun en yüksek rütbelilerinden birisi… Ben, bu rütbelerin en yükseği içinde, O’nun ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak, o mukaddes eşiğin süpürücüsüyüm! Kendimi böylece takdim ederim!”

     

     

    Kandil Dergisi

     

    Kübra Doğruyol

×
×
  • Create New...