Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. ÖLMEDEN ÖLMEK

    nfk-gorsel7387353778.jpg

    Gâyelerin gâyesinin mukaddes sancağını taşıyan Peygamberler Peygamberi, madde planındaki gazalariyle, sonsuzluk âlemine, ölmüşken ölmeyenleri; ruh planındaki Ekber Cihad ile de, ölmemişken ölenleri sevk etmeye memurdurlar.

    Büyük; kul çapında her büyüğün yanında küçük ve hiç kalacağı büyük kurtarıcılık işte budur. İnsanı, nefsi ve cemiyetiyle bir arada kurtarmak…

    *

    Şimdi, Kurtarıcılar Kurtarıcısını biraz daha yakından görür gibiyiz.

    Daha fazla yaklaşamayız; yanarız! Nasıl ki, Allah, O’nun göz planındaki cemâlini bile tam izhar etseydi bakmaya takat getiremezdik. Ya iç hakikatine nazar etmek?

    En mahrem ve yakın görüş noktalarından Peygamber anlayışı, işte sonu olmayan bu idrak vecdinden başlar.

    Yoksa O’nu birtakım kuru tâzim kelimeleri içinde, bir takım yavan hesapların ve dış görünüş sınırlarının gözlüğünden boş yere hecelemeye çalışmak değil… Vecdin metodiyle görüş arasındaki fark, birinin peşinen topyekûn ve ispatsız doğrulaması, öbürünün ise ispat dâvasında kuru aklı konuşturması ve satıhta kalması…

    Bir Garplı şairin:

    “-Gerçek hayat bu görünen değil.”

    Dediği hayat… Gerçek hayat… Bu hayatın her zerresiyle ilân ve ihtar ettiği ve yanında ebedî noksanlar silsilesinden ibaret kaldığı, hakikî hayat…

    İşte bu hayat, tam ve kâmil hayat, O’nun izlerine kavuşan ve her şeyi O’nun izlerinde götüren yoldur.


    Allah, O’nun göz planındaki cemâlini bile tam izhar etseydi bakmaya takat getiremezdik. En mahrem ve yakın görüş noktalarından Peygamber anlayışı, işte sonu olmayan bu idrak vecdinden başlar.

    *

    O’nun ardındaki saflar, ölmemişken ölenler ordusudur; ve bu ordunun gazada verdiği ölüler de, ölmüşken ölmiyenler…*

    Dış gâye birincide, iç gâye ve büyük oluş da ikincide…

    *

    Ölmemişken ölenlerin kazandığı sonsuz âlemde, ayrıca şehidlikten gelen öyle bir mertebe var ki, başta en büyüklerin en büyüğü, bütün büyüklere Allah bu mertebeyi verdi.

    Evvelâ, hakikî ve ebedî hayatın rehberi ve her derecenin üstü Allah’ın Sevgilisi bizzat şehid… Hayber’de tattığı zehirli etin yıllarca süren sinsi tesiriyle şehid… Ebu Bekr de aynı sebebten ve onunla beraber… Ömer, Osman, Ali ise, doğrudan doğruya vücutlarında, Allah için güneş güneş al kan yaralar açan hançerler ve kılıçlarla şehid…

    Bunlar evvelâ şahit, sonra şehid… Gâyelerin gâyesi yoliyle, ölmeden ölmüş olmanın nimetine, Allah’ta fâni ve bâki olmanın sırrına şahit ve sonra Allah yolunda şehid…

    Onun içindir ki, yaratılış hikmetinin getirdiği bâtın yolundan büyük oluşa erenler, ayrıca şehidliğe de can attılar.

    *

    Dâva, bilen ve bilmeyen, anlayan ve anlamayan için tek:

    Hep solmayan renge, geçmeyen âna, pörsümeyen yeniye, bölünmeyen bütüne ulaşmak…

    *

    O’nun yolu:

    “Mağara ve Ötesi”nde yolun nasıl açıldığı ve nasıl kıvrım kıvrım uzandığını dış çizgileriyle göstermiştik.

    Dış planda şu veya bu işle meşgul görünen her Sahabî, bu yolun içindedir. Allah Resûlünün bâtın hikmetiyle başlayan bu yolun son durağı, yine O’nun hakikatidir.


    O’nun ardındaki saflar, ölmemişken ölenler ordusudur; ve bu ordunun gazada verdiği ölüler de, ölmüşken ölmiyenler… Dış gâye birincide, iç gâye ve büyük oluş da ikincide…

    *

    Bütün zâhir ölçüleri (Şeriat) sımsıkı tutulmadan o hakikate varılmaz.

    *

    Ekber Cihaddan geçmeden oraya varılmaz.

    *

    Nefs yenilmeden oraya varılmaz.

    *

    Allah Sevgilisinin ahlâkına bürünmeden oraya varılmaz.

    *

    Bir yol göstericiye varılmadan oraya varılmaz.

    *

    Yunus Emre gibi, tek kapısına, kırk yıl dümdüz odun taşımadan ortaya varılmaz.

    *

    Bu bir hâldir, laf işi değildir; ve bu hâli O’nun ruhaniyetine vâris bir yol göstericiden başka kimse gönüllerde tutuşturamaz.

    *

    O, gelmiş ve gelecek bütün insanlığın meydanında, mutlak yol gösterici… Ve iç maktalarda gezindiğimiz zaman da, daima dışında kaldığımız mârifet, O’nun dışından O’nun içine girebilmek…

    Bu yüzdendir ki, Allah O’nun dilinden emretti:

    “-Ölmeden ölünüz!”


    O, gelmiş ve gelecek bütün insanlığın meydanında, mutlak yol gösterici… Ve iç maktalarda gezindiğimiz zaman da, daima dışında kaldığımız mârifet, O’nun dışından O’nun içine girebilmek…

    NASIL?

    Bu işin usûlünde, yine dış planda çerçeveliyelim ki, nefsi körletmek, iğneli fıçıya sokmak ve öldürmek diye bir şey yoktur. Sadece onu dizginlemek, yalnız Şer’î haklar içinde terbiye etmek, onun hak kisvesine bürünen oyunlarını bozmak, onu daima büyük mizana bağlı bir murakabe altında tutmak, neş’esini kırmak, kibrini yıkmak, üstün ahlâka erdirmek, bütün dereceleri aştırmak ve sonra ruh yoliyle ulaştırmak, ruha inkılâp ettirmek…Bu!...

    *

    Nefs tâbirine eş bir mefhumun hiçbir lisanda ve tam mânasiyle bulunmadığına dikkat edecek olursak, Peygamber lisânının belirttiği yepyeni bir hikmetle karşılaşırız.

    O, ne “ben”dir, benliktir; ne zâttır, şudur, budur; kalb hakikati içinde, ruhun, mukabil kutbunu gösteren ayrı ve bambaşka bir mevcuttur. Her insanda bu mevcut; daima gizli ve bazen aşikâr bir Allah düşmanı.

    Allah düşmanı yola getirilmedikçe Allah’a yol açılmaz.

    *

    Dâva nefsi öldürmek değil, yola getirmek olduğu içindir ki; İslâmiyette ruhbaniyet mevcut değildir.Nefsin yemeğini, uykusunu, kadınını ve daha binbir meşru zevkini kökünden kesen ve daha ona nice çileler çektiren bâtıl metodların da, İslamiyetteki gerçek erdiriş usûliyle hiçbir benzerliği yok. Her şey ölçüye bağlı… Bellibaşlı itidâl hadleri içinde ve mizanlı… Yoksa öbür türlü, her taraftan gene nefs tecelli edecektir.

    O daima üste çıkan bir canavar…

    *

    Allah’ın, nefs bahsinde velîsine ettiği ihtarı hatırlayalım:

    “-O’nu içine al! Biz seni onunla seviyoruz!”

    Allah’a nefssiz değil, teslim olmuş ve İslâma gelmiş nefsle gidilecektir.

    *

    Tekrar edelim ki, bu Dâvaların Dâvasında, ana prensiplerden, dış plan hakikatlerinden fazla bir şey söyleyebilmiş değiliz… Biz, kapıyı ve kapının üstündeki başlıca formül yaftalarını gösteriyoruz. İçeriye girmeden ve “zehirle pişmiş” aşın başına oturmadan bilgi aramayın. Erenlerin tâbiriyle:

    “Tadmayan bilmez”…

    İşte Kurtarıcılar Kurtarıcısının insanlığa açtığı büyük kurtuluş kapısı!

    Şeriat sarayının içindeki has oda kapısı.

    Sarayın dış çizgileriyle tam bir uygunluk ve bağlantı hâlindeki bu odaya girebilen, hakikati bulur.

    Avizesi ebediyet olan has oda…

    Başta ve sonda, dış O’nun, iç O’nun, yol O’nun, menzil O’nun…

    (Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2005, s. 461–467)

    • Like 1

  2. Beynin idrakı, algılaması ne kadar da tuhaf. Tebessüm ettim cevabınıza, zinkar kesinlikle istihzayı ima eden bir edam yoktu. Şaşırmıştım, nasıl bu kadar aleni bir çarpıtma ile karşı karşıyayım diye. Yani hocama karşı.

     

    Yine de yanlış anlamaya mahal verdiysem ben özür dilerim.

     

    Hayırlı cumalar teşekkür ederim.

    • Like 1

  3. İsmi ilk defa işittim. Ne hoş bağ kurmuş demek Üstadla.

     

    Şiiri muhtemel glikoz düşüklüğünden şu an kimin yazmış olduğunu çıkaramadım. Vahapzade yazmış Elif Hafsa çevirmiş gibi duruyor. Hoş şiir.


  4. Hilafeti kim kaldırdı?

    Rivayetlerden biri çok revaçta: Güya Atatürk’ün bu yıl sonunda açıklanacak çok önemli bir vasiyeti varmış ve güya Atatürk diyesiymiş ki, “Hilafet bütün İslam ülkeleri arasında rotasyonla değişecek bir kurum olarak canlandırılabilir”.

    Kanıtını da gariptir Nutuk’ta buluyorlar. Ne var ki kanıt gösterdikleri parça, Atatürk’ün kendi düşüncelerini değil, sadece daha önce tartışılmış bir “hayalin tasviri”ni ifade ediyor! Oysa kanıt diye gösterilen paragrafın ilk cümlesini okumak her şeyi anlamaya yeter:

    “Bu tasavvur ve tahayyüle kısmen müşabih (benzer) bir hayal, Hilafetçileri ve Panislamizm taraftarlarını -Türkiye’ye musallat olmamaları şartıyla- memnun etmek için bizde de tasvir edilmişti. Bu tasvir olunan nazariye şuydu:…”

    Böyle başlayan bir paragrafın yazarın kendi fikrini temsil etmesi mümkün mü? Ve bunun, Bektaşi’nin ‘Namaza yaklaşmayın’ bahanesinden fazla bir değeri olabilir mi?

    Ama oluyor, görüyorsunuz. Bu kadar kolayca çürütülebilecek bir veri bile haftalardır TV ve gazetelerde manşetleşebiliyorsa tarih bilgimizin yerlerde süründüğünün ‘kanıtı’ olur olsa olsa.

    Bu bilgisizlik yalnız halkta değil; aydınlar da bilmiyor gerçekte 3 Mart 1924’te ne olup bittiğini. Yani Hilafetin kaldırılması üzerindeki esrar perdesi henüz kalkmış değil.

    Peki ne oldu 89 yıl önce?

    1924 BAŞINDA HENÜZ DEVLET DEĞİLİZ!

    1924 yılına girilirken Türkiye henüz uluslararası planda tanınmış bir devlet değildi. Ne Lozan Antlaşması rakiplerimiz tarafından onaylanmıştı, ne de ‘hükümetimiz’ Cemiyet-i Akvam’da devlet sıfatıyla tescil edilmişti.

    Lozan’a giderken devletimizi (Osmanlı Devleti’ni) yıktıranlar, Türk tarafını ‘TBMM Hükümeti’ adıyla konferansa çağırmışlardı. Erik J. Zürcher’in tespitiyle söylersek “İyi de bu hangi devletin hükümetiydi?” (The Young Turk Legacy, I.B.Tauris: 2010, s. 142.) Devletsiz hükümet de bizde görülmüştü ve o hükümete devleti yıktıranlar devlet olabilmek için aynı hükümeti barış görüşmelerine davet ediyorlardı.

    armagan01.jpg

    ABDÜLMECİD HİLAFET MAKAMINI DEVRALIRKEN...

    Yandaki çizim de Kahire’de hazırlanıp yayınlanmış. Tarihi 1922’nin son günleri veya 1923’ün ilk günleri. Bir kabul veya biat merasimi gibi düşünülüp çizilmiş. Ortadaki büyük figür son Halife Abdülmecid. Solda Mustafa Kemal Paşa ve etrafında Cumhuriyet’in diğer kurucu paşaları. Önde ve yanlarda kıyafetlerinden farklı İslam ülkelerinin temsilcileri oldukları açık olan zevat var. Minyatürvâri tablonun altyazısı daha da anlamlı: “Halife Abdülmecid Efendi’nin Osmanlı devlet naibleri ve İslam âlemi elçileri huzurunda hilafet makamını devraldığını ilân etmesi.” (İsmail Kara)

    Lozan’a giderken tanınma kaygısı içinde kıvranan taraf bizdik; bir tür ‘korsan’ devlet olarak yaşamak istemiyorsak mutlaka imzayla dönmemiz gerekiyordu. İsmet Paşa’nın dönüşte ortada:

    “Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana ‘Daha yapılacak fedakârlıklar vardı, şu kararı almalıydınız’ diyebilirse onları yapmaya razı olurum. Ben fedakârlığı son haddine vardırdım. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık. Azınlıklar meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Düyun-u Umumiye yönetiminin faaliyetinin devamına razı olduk. Bütün fedakârlıkları yaptım, her şeyi kabul ettim, fakat memleketin iktisadi esaretini reddettim.”

    Tek başarı bu kapitülasyonlar mıymış? Ben demiyorum. “İkinci Adam” öyle diyor. (İnanmayan, A.N. Karacan’ın “Lozan”ına baksın.)

    Taviz, fedakârlık ve feragatların hangi boyutlara vardığını, yalnız yazılı değil, sözlü taahhütlerde de bulunulduğunu öteden beri konuşur dururuz. Somut bir bilgi olmasa da bazı karineler yok değil. Nitekim İsmet Paşa “hayatî bir engel olmadıkça barış yapmak zorundaydık” diyecekti yıllar sonra. Barış yapmak zorundaydık. Peki. Hangi fedakârlıklar karşılığında?

    Türk tarafı Lozan’dan hemen önce saltanatı kaldırarak Batı’ya “anlamlı bir jestte bulunmuş olabilir” diyor Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu (Türk-İngiliz İlişkileri, Ankara 1978, s. 260). Kürkçüoğlu’nun görüşlerini özetlersek şöyle bir tablo çıkar karşımıza:

    “Batı’ya yönelmeğe kararlı olan Türkiye Kurtuluş Savaşı’nda yararlandığını gördüğümüz İslam etkenine artık sırtını çevirebiliyordu. Mustafa Kemal, ülkeyi çağdaşlaştırmak ve bunun için de tek yol olan Batı’ya yönelmek isterken Hilafet bağından kurtulmak zorundaydı” (s. 305-6).

    Prof. Kürkçüoğlu soruyor: Henüz Musul sorunu çözülmemişken Türkiye’nin, İngiltere’ye karşı kullanabileceği İslam faktöründen (Hilafetten) yararlanmaya devam etmesi gerekmez miydi?

    Burada iki ihtimal akla geliyor: 1) Mustafa Kemal bir zamanlama yanlışı yapmıştır, 2) Hilafetin kaldırılmasından yararlanmayı düşünmüştür. Son şık çok ilginç. Kürkçüoğlu’na göre Türkiye Musul’u almakla yeniden Arap dünyasına yönelmiş olacaktı ki, İngilizler burada kurdukları düzenin tehlikeye gireceğinden kaygılanıyorlardı. İşte Türkiye’nin tam da bu sırada, daha önce İngiltere’ye karşı kullandığı Halifelik bağını kendi eliyle koparıp atması anlamlıdır. Gazi, İngiltere’yi telaşlandırmamak ve Musul’u ekonomik vb. nedenlerden dolayı istediğini göstermek için Halifeliği kaldırmış olabilir.

    Yorum gerçekten ilginç. Ama bu tür yorumlara fazlasıyla ihtiyacımız olduğu kesin.

    Ancak Musul sorununda İngiltere’nin kaygısını gidermek için Hilafet kaldırılmışsa bile bu bir işe yaramamıştı. Elimizdeki en büyük kozu denize atmıştık. Ne Musul’u kazandırabildi Hilafetin kaldırılması, ne de İngiltere’yi yumuşatabildi. İngiltere tarafında uyanan etkinin sadece şaşkınlık olması şaşırtıcı sayılır mı peki?

    İngiltere’nin Musul’daki resmi görevlisi C. J. Edmonds, Hilafetin Türkler tarafından kaldırıldığı haberini duyunca uğradığı derin şaşkınlığı şöyle dile getiriyor:

    “Mart’ın ortalarıydı ki, şaşkınlık içinde ve kulaklarımıza inanamayarak 3 Mart’ta TBMM’nin Hilafeti kaldıran bir kanun çıkardığını öğrendik. Şimdiye kadar yürütülen, Kürdistan’ın volkan gibi kaynadığı propagandası, esasen Kürtlerin dinlerinin En Yüce Makamı’na duydukları batıl saygıya dayanıyordu. Türklerin ayakları altındaki dalı bu şekilde keseceklerine inanmak gerçekten çok güçtü. Tabii ki bu yeni durumu istismar etme fırsatını kaçırmadık” (Kurds, Turks, and Arabs, Oxford: 1957, s. 383).

    Meselenin bamteli de burası zaten. Hilafetin kaldırılmasından kim kazançlı çıktı? Biz mi, İngiltere mi? Ya da şöyle soralım: Kim kaybetti? Biz mi, İngiltere mi?

    Hilafet konusunda Türkiye’deki en önemli otorite diyebileceğim Prof. Dr. İsmail Kara, başlığımın bir kısmını ödünç aldığım Derin Tarih’teki yazısını şöyle noktalıyor: “(Hilafet) Hilafeti ve hilafet merkezi İstanbul’u kurtarmak için yola koyulan Milli Mücadele’nin kazanılması üzerinden kaybedildi.”

    Nokta mı yoksa virgül mü koyacağıma karar veremedim bir türlü…

     

    03.03.2013

     

    Mustafa Armağan


  5. Aklıma şu geldi; islam kıl tüy dini değildir. İslam şekilcilik değildir diyenlere. Hoca şapka giymemek için, sarığı çıkarmamak adına canından olmuş. Hangi şekilcilikten bahsediyorsun değil mi ama? Demek ki senin benim anlamadığım bir şey var ortada.

     

    Bir şapka değildi mevzu. Bugünkü manzarayı görünce, devrimizi ele alınca.

     

    Geçen medeniyet tarihi hocamız dedi, Osmanlı Sarayında mehter marşını kaldırıp mızıka-ı humayun'u Avustralya'dan Sultan Abdulhamid Han getirtmiş. Biz son zamanlarda Batı'yı yakalamaya çalışmışız, Abdulhamid Han baş mimarı imiş. Ve yakalayamadığımzı için çökmüşüz. Oysa devletin yıkılışını 30 geciktiren padişah Batı'yı yakalayamadığı için bittik imişiz

     

    Ne yani biz İslami yaşamdan uzaklaştığımız için yıkıldık sebebi bize yobazca yutturulmuş afyon mu? Ben bunu dedim din eğitimi hocam bırak bu lafları dedi. Çok mu irtica sinyali veriyorum. Bu hususta karıştım, karışığım. Abdulhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktı da ben anlamadım be hoca.


  6. Çalışmalar başarılı afk kardeşim, emek verdiğiniz için Allah razı olsun. İnanın yani burada çoğu kişi de bilir, pek bu işlerden anlamam yoksa elbette candan isterdim katkım olsun.

     

    Yalnız daha profesyonel olabilirdi sanki. Mesela zeminde bir meşela yahud Üstad resmi ya da dünya.. Bunun üzerine metnimizi yazsak. Biraz daha görsel olsa hani. Bilemiyorum böyle bir sticker için de fazla gayrete lüzum yok denilirse hoş karşılarım. Neticede emek sarf eden sizlersiniz.

     

    "Okuma Ağı Projesi" diye bir stickera not düşmüşsünüz, diğerlerinde de yer alsa iyi olur düşüncesindeyim. Geniş bir hareket olduğu fikri okuyucuya değerli hissettirir. Ayrıca farklı domain de olsa girişte yine bu siteye yönlendiriliyor diye tecrübe ettim ben. Bilmem yanılıyor muyum.. Derneğimizin adının yer alması adımızın duyulması açısından yerinde olacaktır.

     

    Mesela yeşil puntolu haliyle yazı şekli seçimi hoş dürüyor. Onun tabanına o dalgalanma değil de ileri sürdüğüm seçeneklerden birini koyuyorum şu an, iyi bir manzara tahayyül ediyorum.

     

    Biz seçenekleri arttırıp içinden çıkamaz hal alalım, admin gelir yine noktayı koyar :wave:


  7. Cahit Zarifoğlu’nun yıllardır toplu olarak Şiirler adıyla yayınlanan dört şiir kitabının yayınlandığını görünce, hem sevindim, hem de 45 yıl önce sık sık görüştüğümüz günleri hatırladım. O günlerde Cahit Zarifoğlu ile Cumartesi günleri Eminönü’ndeki bir Vakıf hanında karşılaşıyor, bizim gibi edebiyatla uğraşan gençlerin onunla tanışıp görüşmesini isteyen Ahmet Semiz ağabeyin bürosunda konuşuyorduk. Çünkü o, İşaret Çocukları adlı ilk şiir kitabını oluşturan şiirleri daktilo ediyor, ben de onun olmadığı saatlerde daktilo öğreniyordum.

    1967 yılında İstanbul’a gelmiş, üniversite okumaya çalışıyordum. Derslere devam ederken, bir yandan da lise yıllarında başladığımşiir ve yazı çalışmalarımı sürdürmeye, bunları dergi ve gazete edebiyat sayfalarında yayınlamaya çalışıyordum. Yazılar neyse de şiirlerimi daktilo etmek istiyordum, ama onun da sekreter olarak çalıştığı gazetede yazarken daktilom oldu.

    Cahit Zarifoğlu’nun bir süre çalıştığı Bâbıâli’de Sabah gazetesinin kültür sanat servisinde sekreterlik yaptığı halde, o dönemde gazetenin düzenlediği Büyük Edebiyat Yarışması’nda jüri üyesi bile olmamıştı.Çünkü edebiyat sayfasını düzenleyen Hüseyin Rahmi Yananlı dışında onun şair olduğunu bilen yoktu. Özellikle de iş yerinde sanat konularının konuşulmasınıistemiyor, kendisini şair kimliğiyle tanıtacak sözlerimden rahatsız oluyordu. O yüzden de daha çok mesai saatlerinin sonuna doğru yanına gidiyor, dışarıda konuşuyorduk.

     

    “TEPELEME BİR ŞAİR GİBİ”

    1987 yılında genç yaşta ölümüyle, geride dört şiir kitabı, bir hikâye, bir günlük, bir roman ve dokuz çocuk romanı bırakanşairimizin dünyasını anlamanın en iyi yolu, bu bilgilerinin ışığında, şiirine yönelmektir. Çünkü Cahit Zarifoğlu, kendi ifadesiyle “tepeleme bir şair gibi” yaşar ve yine öyle yazar. Ama “içindeki şair” işini sürdürür. Ölümünden 13 yıl önce bir öğrenci dergisinde onunla yapılan konuşmada bunu şöyle belirtir: “Hep şiir tezgahlayan bir mekanizma vardır içimde.” Anlaşılması güç şiirler yazdığıyolundaki eleştirileri de değerlendirdiği bu konuşmada, sanatçıyı bir yapıustası gibi gördüğünü belirtir. Yapılacak büyük binanın üst katlarına doğru çıkarken gösterdiği titizliği, aşağıdan gelenlere sıkıntı çıkarmamaya dikkat etmek şeklinde özetler. Kendisi o günlerdeki tavrını “pratik, günübirlik endişelerden uzak” olarak nitelendirir ve bunu da “temel görüşüm” diye ifade eder (Gelişme, s.6, 1974).

    Mavera dergisi ile Akabe Yayınları’nın kuruluşundan sonra Cahit Zarifoğlu’nun dünya görüşünde değilse bile hayata karşıtavrında ciddî farklar olmuş, bu da ister istemez şiirine yansımıştır (1976). Bunda askerlik dönemi etkili olmuştur. Denebilirse, “fildişi kulesi”ni yıkarak topluma yönelenşairlerden biri olmuştur. Önceleri uzak olduğu “pratik endişeler” artık onu da ilgilendirir. Sürekli üretken bir tavra girer; ehl-i tarik babanın ehl-i tarik oğlu olarak eserler verir.

    Afgan cihadını tanıtmak için yapılan faaliyetlerle birlikte, “Hem sanatın hem de şeriatın kapısından geçen eser” diye ifade ettiği ve Mavera dergisinin sloganı haline getirdiği görüşüyle pek çok genci etkiler ve temel düşüncesi öncekilerden çok farklı nitelikte eserler ortaya koymaya başlar. Önceleri kendisini “bir oluşumun öyküsü yönünden değeri olabilecek”görürken, daha sonraki şiirleri, Yaşamak adlı günlükleri, denemeleri ve çocuk hikâyeleri ile de İslâmî duyarlıklı çağdaş edebiyatımızda kendine özgü bir yer edinir.

    Cahit Zarifoğlu’nun dört kitapta toplanan şiirleri ileİns ve Yaşamak’taki yazıları birlikte okunduğunda, primitif (ilkel) insandan günümüz aydınına kadar genişleyen, efsanelerden peygamber kıssalarına ve çağdaşinsanın bunalımına uzanan, kadınla erkeğin ilişkisindeki trajiğe çokça yer veren ve bütün bunları çarpıcı bir dille ortaya koyan, “özgür” olduğu kadar da“özgün” bir duyarlığın ürünleri olduğu görülür. Bu duyarlığın “süzgecinden geçen” olaylar, kişiler ve durumlar kendiliğinden bir şiir dünyasıoluştururlar. Şair bunların oluşumu üzerinde, prensip kararının sonucu sayılabilecek müdahalelerden çok, kültür ve yetişme tarzının, dolayısıyla karakterinin ve kişiliğinin yol açacağı yönlendirmeleri benimsemiş gibidir.

    Cahit Zarifoğlu’nun seçkin okuyucu kalabalığıyla şiirine hayran görünen bir şair kalabalığına rağmen anlaşılması güç bir şiir dünyasına sahip olduğunu, hakkında çıkan yazıların azlığından da anlayabiliriz. Kimi zaman o, içinde bulunduğu dönemin öteki şairleri gibi kapalı, anlaşılmaz ve imaj kalabalığına boğulmuş olmakla suçlanmıştır. Halbuki onun şiirini baştan sona okumadan, aralarındaki bütünlük duygusunu yakalamadan, daha çok da şairin hayatındaki belirli safhalarla İkinci Yeni sonrasının yönelimlerini dikkate almadan anlamanın imkânı yoktur.

     

    ŞİİR DÜNYASI VE ESERLERİ

    Cahit Zarifoğlu’nun ilk şiirlerinde anlam boşlukları,belirsiz durumlar, insanın hayata bakışındaki saflık, entellektüalizmin sınırlarında dolaşan çeşitli imajlar ve hayat parçaları, destansı hikâyeler, tebessüme yatkın söyleyişler çokça görülür. Şair kişiliğinin ortaya çıktığı ilk döneminde, bir şiirin nerede başlayıp ötekinin nerede bittiği kimi zaman pek açık değildir. Aykırı seslerin, değişik ritmlerin, tek şiirde toplandığı çok olur. Kimi zaman sorumsuz gibi görünen söyleyişlerinde, şairin anlatmak istedikleri bazen gölgelenir, uzunca bir şiirden bizde kalan sadece tatlı bir tebessüm olur. Birbirini bütünleyerek bir dünyayı gerçekleştiren şiirlerin farkı, mısra yapısından çok varyasyonlarla geliştirilen temaların değişmesinden anlaşılabilir. İşaret Çocukları’nda hem yeni ve hem de eski şiirimizin sesini bulmak mümkündür. O yüzden Cahit Zarifoğlu’nun ilk kitabındaki kendine özgüşiir dünyasını tanımadan şiirine yaklaşmak güçtür. Sonraki kitaplarında yer alan şiirlerin oluşumu, hep bu ilk kitaptaki şiirlerin mantığıyladır, ama ilkşiirleri bir yere oturtmak için de son şiirlerine bakmak ve bunların bütünündeki kendine özgü yönleri kavramak gerekir.

    Bu şiir dünyasının odaklandığı unsurları şöyle sıralayabiliriz:

    İlkel ve o denli saf bir hayret, şaşırtıcı sürprizler, mucize atmosferi olaylar ve destanlar, kıssalar, aşk, acı ve ölüm... Buhran buşiirde önceleri yoğun biçimde kendisini duyururken sonraları tedirginliklerle birlikte aşılmıştır denebilir. Çağdaş insanın parçalanmış dünyası, Müslüman aydının sancılı şuuru pek tabii onda da yansımıştır. Hüzün de öyle. Fakat bunlar çok özel ve ona özgü biçimde söylenmiştir. Bu unsurların birinden diğerine geçiş, şaşırtıcı ustalık ve söz oyunlarıyla, adeta öze ilişkin bir yapı gereğiymişçesine gerçekleştirilir.

    İşaret Çocukları (1967), İkinci Yeni ile iyice belirginleşen yabancılaşmanın baskın olduğu dönemde, uzaktan uzağa Rilke ve Sezai Karakoç’un da yardımıyla kişiliğini bulmuş ve kendini gerçekleştirmişbaşarılı bir şairi müjdeliyordu. Bu kitaptaki şiirler, Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat ve Sesler adlı şiir kitaplarıyla birlikte, Necip Fazıl’ın oluşturduğu modern şiir dilinin yenilenmesinde ve klasik şiir diliyle buluşmasında, yerli ve bizim diyebileceğimiz edebiyatın dinamiklerinden biri oldu. Necip Fazıl ile Sezai Karakoç’un ölçülü ve serbest vezinde oluşturdukları zengin şiir dünyasıkarşısında ezilmeden kendi şiir dilini ve söyleyiş farklılığını ortaya koyabilen Cahit Zarifoğlu, asıl bu yönüyle kendi nesli arasında öne çıkmışsayılmalıdır.

    Yedi Güzel Adam (1973)’da toplanan beş uzun şiir, Cahit Zarifoğlu’nun şiiri kadar okuyucusu için de aydınlanma, derinleşme ve yerlileşme sayılabilir. Burada masaldan, fanteziden menakıb ve hatıraya kadar pek çok anlatımdan yararlanıldığı ve şiir dilini geliştirerek dünyasınızenginleştirdiğini görüyoruz.

    Menziller (1977) ise, ilk iki şiir kitabının bileşkesini askerlik yaptığı Sarıkamış havasıyla tazelerken, ilk kitapta örnekleri görülen geleneksel şiir biçimine yönelik denemelerini de zenginleştirerek ortaya koymakta, şairin yeni ufuklara açılmasına imkân vermektedir. Bunda tasavvufî bir duyarlığın da ortaya çıktığı görülür.

    Korku ve Yakarış (1985) ile Cahit Zarifoğlu’nun sonşiirleri, önceki kitabın yörüngesinde günümüz Müslümanlarının yaşadığı acıları,“sürekli dramatik” konumları ele alır ve daha dingin bir tavrı yansıtır. Hayatın, ölümün, yaşadığımız günlerin anlamı yeni bir tavırla, farklı bir duyarlılıkla, adeta “Afganistan çağıltısı” ile yeniden sorgulanır. Böylece orijinal bir şiir dünyası, hem kendini, hem de çağını yansıtacak bir zenginliğe ulaşır. Son kitabın adındaki “havf” ve“reca” kavramları, kitabın tümüne hakim bir duyarlığın kaynağı olarak buşiirleri besler. Bu kitabı, o yıl çıkan eserler arasında Suffe Armağanı’na değer bulmamızdan mutlu oldu.

    İns (1974)’de toplanan hikâyeleriyle Yaşamak (1980) adlıkitabındaki yazılarında, Necip Fazıl’ın O ve Ben’indeki kimlik ile R. M. Rilke’nin Malte’sine benzer bir tavırla, şair zihninin serbestçe dolaştığınıgörürüz. Çocuk kitapları, denemeleri, mektupları ve Okuyucularla ilgili notlarını da kapsayan eserlerini külliyat halinde yayınlayan Beyan Yayınları’nıda kutlarım.


    Mustafa Miyasoğlu

    27 Şubat 2013


  8. 1. Beş vakit namaz kılmayan bir Müslümana ne yapılır? O Müslümanın sevdiği, saydığı, dinlediği bir büyüğü veya kardeşi ona nasihat eder, “Benim muhterem ve sevgili kardeşim namaz kıl” der. O kılar veya kılmaz ama bu nasihat kendisine mutlaka yapılmalıdır. Nasihatin de tabii incelikleri vardır. Herkes hod be hod yapamaz.

    2. İsraf eden bir Müslümana ne yapılır? Sevgili kardeşim israf haramdır bu haramı işleme, kanaatli ve iktisatlı ol denir.

    3. Hiç lüzumu ve ihtiyacı olmadığı halde üç yüz bin liralık lüks bir otomobil alan Müslümana ne denir? Bu bir israftır, bu otomobili sat, sana yetecek yüz bin liralık yine güzel bir otomobil al, bu senin için daha hayırlı olur denir.

    4. Futbol kulübü tutar gibi holiganlık, militanlık, fanatizm (=bağnazlık, taassup) yapan bir Müslümana ne denir? Öncelikle ümmetşuuruna sahip olmak gerektiği anlatılır. Cemaat holiganlığı iyi bir şey olmadığı, Müslümanları “bizim cemaatten olanlar ile bizim cemaatten olmayanlar”diye iki kısma ayırmanın çok yanlış ve yıkıcı bir ayrım olduğu söylenir.

    5. Kadıncağız başını örtüyor ama saçlarını yukarıda topuz gibi topluyor, o da yetişmiyor fazladan bir yün yumağı veya topağı daha ekliyor, başı deve hörgücüne benziyor. Bu hatuncağıza ne denir? Resulullah Efendimiz (Salât ve selam olsun ona) saçlarını deve hörgücü gibi yapan kadınlar hakkında ağır konuşmuş, onlar Cennet’in kokusunu alamayacak demiştir, aman böyle yapma, yaparsan senin için iyi olmaz denir.

    6. Bir Müslüman devamlı olarak iyi, lüks, pahalı, ağır yemekleri gerekenden fazla yani doyduktan sonra yiyip duruyor. Bu yüzden de semiriyor. Buna ne denir? Kardeşim doyduktan sonra yemek haramdır. Arada bir misafirlikte, Ramazan’da iftarda biraz ölçüyü kaçırabilirsin ama her gün böyle tıkınmak Müslümana yakışmaz. Müslüman yemek için yaşamaz, yaşamak için yer. Devamlı olarak ve bol miktarda lüks ve ağır yemek yiyenler ileride vahim hastalıklara duçar olurlar, mesela gut hastalığına yakalanabilirler. Benim canım kardeşim az ye denir.

    7. Farz namazlarını hep münferiden (=tek başına) kılan musalli bir Müslümana ne denir? Allah kabul etsin… Dinimiz ve Şeriatimiz, hür ve mukim erkeklerin farz namazları cemaatle kılmalarını emrediyor. Târik-i cemaat olma… Hiç olmazsa arada bir cami cemaatine katıl, camiye gidemezsen birkaç Müslüman cemaat olup öyle kılın denir.

    8. Bin yıllık milli ve İslamî yazımızla okuma ve yazma bilmeyen Müslümana ne denir? Muhterem kardeşim, tezelden, an kaybetmeden bin yıllık Osmanlıca Türkçesi’ni okumayı ve yazmayı öğren. Senin gibi bir Müslümanın bunu bilmemesi büyük noksanlık ve ayıptır. Nihayet senin lisanındır, kısa zamanda öğrenirsin, öğrendikten sonra da ilerletmeye çalışırsın denir.

    9. İlmihalini bilmeyen bir Müslümana nedir? İlmihal bilgilerini öğrenmek, erkek kadın her Müslümana farzdır. Muteber, ehl-i Sünnet kitaplarından ve hocalarından sana yetecek miktarda ilmihalini öğren, cahil kalma denir.

    10. Kardeşiniz Müslüman ama marka fetişizmine batmış.Markalı giysiler, ayakkabılar, eşyalar almak için israf yapıyor, beyinsizlik sergiliyor. Markalı lüks giysileriyle övünüyor, hatta prestij için lüks restoranlara gidiyor. Böyle bir Müslümana ne yapılır? Nasihat etmeye ehliyeti ve icazeti olan kimse onu uyarır, aziz kardeşim markacı olma, yüz elli liraya alacağın cekete bin beş yüz lira verme, lüks restoranlarda tıkınmak için avuçla para ödeme. Şayet bu nasihati dinlemezsen ceket ve paltonun içindeki markayısöktür yakana diktir bari denir.

    Bendeniz gerçek şahıslara isim vererek nasihat edemem. Böyle bir şey beni aşar. Yukarıdaki yazım anonim bir yazıdır. Ortayadır…Ehliyet, liyakat ve icazeti olmayanlar, samimi olmadıkları kimselere nasihat ederlerse üzücü reaksiyonlar, tepkiler alabilirler.

    İslam dini zaten nasihattir… Kur’an insanlığı nasihat etmektedir. Resulullah Efendimiz (Salât ve selam olsun ona) hem insanlığa, hem ümmetine nasihat etmektedir. Hadis-i şerifte “Din nasihattir” buyurulmaktadır.

    Müslüman bir toplumda nasihat ortadan kalkarsa o toplum dejenere olur ve bozulur.

    Keşke Müslüman gazeteler, dergiler, televizyonlar halka her konuda devamlı olarak nasihat etseler. Kısa kısa… Etkili=tesirli şekilde

    Yazık ki toplumumuz büyük ölçüde nasihatsiz kalmıştır.

     

    (İkinci yazı)

    Tevhid-i Tedrisat Kanunu Kaldırılmalıdır

    Tevhid-i Tedrisat Kanunu faşist bir kanundur. Bu kanun Müslüman çoğunluğun temel hak ve hürriyetlerini çiğnemektedir. Bu kanun İslam’a karşı çıkartılmıştır. Türkiye Ortadoğu’nun Japonya’sı olamadıysa böyle adaletsiz ve ideolojik kanunlar ve baskılar yüzündendir. Türkiye’deki Kemalist eğitim sistemi iflas etmiştir. 1928’den önce yazılmış ve yayınlanmış romanlarıve hikâye kitaplarını okutamayan bir eğitime müflis (=iflas etmiş) sıfatından başkasıyakışmaz. Laik Fransa’da olduğu gibi (orada Katolik okulları var) ülkemizde de genel eğitim veren İslam okulları açılmalıdır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu millî kimliğimize, millî kültürümüze, kendi medeniyetimize aykırıdır. Açılacak özelİslam mekteplerini devlet elbette denetleyecektir ama resmî ideolojinin ve vesayet sisteminin ilkelerine göre değil; insan haklarının, âdil hukukun, millî kimliğin, millî menfaatlerin, bilgeliğin ışığında denetleyecektir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’de, İngiltere’deki Eton Koleji ayarında mükemmel liseler açmak ve vasıflı bir gençlik yetiştirmek mümkün değildir. Çocuklarımızın, gençliğimizin doğru inançlı, geniş kültürlü, ahlaklı,karakterli, faziletli, sanat ve estetik boyutuna sahip olması için genel kültür, yazılı lisan ve edebiyat, tarih, felsefe (Psikoloji, mantık, ahlak, metafizik, estetik), beşerî ve iktisadî coğrafya, sanat kültürü ve tarihi doğru dürüst ve sağlam şekilde öğretilmelidir. Bir aldatmaca olan test sınavlarına son verilmeli, kompozisyon sınavları yapılmalıdır. Tevhid-i Tedrisat eğitimi genç nesilleri Türkçe bakımından cahil bırakmıştır. Bugünkü mecburî din dersleri bir aldatmacadan ve göz boyamadan ibarettir. Gençliğe yeterli ahlak ve karakter terbiyesi verilememektedir. En büyük klasik şairimiz olan Fuzulînin Divanını orijinal metninden yanlışsız okuyabilen ve şerh edebilen bir tek liseli bile yetişmemektedir… Bu köstekleyici, ideolojik, baskıcı, temel insan haklarına aykırı faşist kanunun kaldırılması için TBMM’ne kanun teklifi veren Diyarbakır milletvekili Altan Tan beyi tebrik ediyorum.

    06.03.2013


  9. Keşke Necip Fazıl yılı ilan edilse 2013.Çok güzel bir hareket bu; tam da Konya'nın o mukaddes ruhuna yaraşır. Gönül katılmak isterdi, ne bileyim resmi bir organize Cumhurbaşkanlığı bile dahil. Sevisler tutulup farklı illerden de öğrenciler götürülebilse. Ne iyi olurdu. Para var imkan var.

     

    500 bin eser basma, muazzam bir sıçrama. Allah razı olsun Konya valiliğinden, emeği geçenlerden.

    Rabbim pek çok kişiyi hakkıyla müstefid eylesin. Siz de kaçırmazsınız tazir ağabeyim, ne mutlu :)


  10. AYŞE ALTUNKÖPRÜ HABERLER Pazar

    Yakın tarihin en tartışmalı konularının başında İstiklal Mahkemeleri geliyor. Kurtuluş Savaşı'ndan önce Kuva-yi Milliye muhalifleri ile savaştan kaçanları yargılayan mahkeme, Cumhuriyet'in ilanından sonra rejim muhaliflerini ve özellikle mütedeyyin kesimi hedef aldı. Dünya hukuk tarihine geçecek kararlar da bu dönemde verildi. İstiklar Mahkemeleri'nin Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden hayata geçirilmesinin sene-i devriyesinde ilk defa konuşan mazlum yakınları iade-i itibar istiyor.

     

    1920-27 Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllar. İstiklâl Mahkemeleri’nin cadı avına çıktığı bu dönemlerde birçok münevver insanın hayatı karardı. Anadolu’da yarası hâlâ kanayan binlerce İskilipli Atıf Hoca var.

    Soyisimlerini, memleketlerini değiştirmişler. Hiç olup, hayatta hep bir adım geri durmuşlar. Şimdi tek istekleri dedelerinin mezar yerini öğrenmek ve iade-i itibar…

    “Herhalde böyle bir mahkemede ben hâkim olmaktan ise, mahkum durumunda bulunmayı tercih ederim.” Bu sözler İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan gazeteci-yazar Hüseyin Cahit’e ait. İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyet tarihi ve Türk hukuk sisteminde en çok tartışılan uygulamaların başında yer aldı. Bu mahkemeler; 29 Nisan 1920’de çıkarılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’yla birlikte Cumhuriyet dönemi öncesi, savaş hukukunun olağanüstü şartlarında oluşturuldu ve 8 ilde hayata geçirildi. Bir süre ara verilen mahkemeler, 4 Mart 1925’te İsmet Paşa hükümetinin kurulmasıyla ‘İsyan Bölgesi ve Ankara İstiklal Mahkemesi’ olarak tekrar açıldı ve 1927’ye kadar faaliyet gösterdi. Dayanağı kanun, Tek Parti döneminde 4 Mayıs 1949’a kadar yürürlükte kaldı.

    Bu mahkemeler, Milli Mücadele döneminde düzenli orduyu kurmak için asker kaçaklarına karşı olması gereken tavrı sergiledi. En büyük özelliğiyse avukat ve temyiz hakkının bulunmamasıydı. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içinde tutuklanır, yargılanır, cezaları verilir ve idam edilirdi. Bu sayede ulusal otorite sağlanmaya çalışılıyordu. Fakat bir süre sonra, binlerce mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline geldi. Muhalif ve devrim karşıtı isimlerin yargılanıp sindirildiği bu mahkemeler, tartışmalı hukuk kararlarıyla masum insanların ortadan kaldırıldığı bir sürecin de mimarı oldu. Özellikle 25 Kasım 1925’te Şapka Kanunu’nun kabulüyle yüzlerce insan idam edildi, binlercesine de hapis ve sürgün cezası verildi. Birçok mağduriyeti de arkasında bıraktı…

    Bu mahkemelerde yargılanan ve idam edilen İskilipli Atıf Hoca’yı hemen herkes bilir. Şapka Devrimi’nin ruhudur o. Ya diğerleri... Şapka giymediği için vatan hainliğiyle suçlanan, haksız yere idam edilen birçok mazlumun ailesi ve geride bıraktıkları hiç konuşulmadı. Bugün Anadolu’nun değişik yerlerinde hikâyesine hiç dokunulmamış başka Atıf Hocalar da var aslında. Erzurum, Kahramanmaraş, Yozgat ve Rize’de bu mazlumların izini sürdük. Ulaştığımız birçok aile hâlâ korkuyor ve konuşmak istemiyor ne yazık ki. Görüştüğümüz aileleriyse gözyaşlarıyla dinledik. Mağduriyet ve travma kuşaktan kuşağa devam etmiş. Bir kısmı memleketini terk etmek ve soyismini değiştirmek zorunda kalmış. Çoğu, dedelerinin mezar yerini hâlâ bilmiyor. Bilenlerse yakın zamana kadar mezar taşını bile dikememiş. İşittiklerimiz, Necip Fazıl Kısakürek’in son devrin din mazlumlarıyla ilgili söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyor: “Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar.”

    tarih01.jpg

    Bu işte bir Çapanoğlu var!

    Tarih kitaplarına Çapanoğlu İsyanı olarak da geçen Yozgat İsyanı, Çapanoğulları ailesini yıllarca mağdur etmiş. İsyanın içine çekilen aile, tarih kitaplarında doğru bilgilerin yazılmadığını iddia ediyor. Birinci İstiklâl Mahkemeleri’nde idam edilen Halit Çapanoğlu’yla aynı ismi taşıyan torunu, “Gelişigüzel suçlamalar bütün aileyi yakın tarihe kadar mağdur etti. Tarihi vesikalar hâlâ gizli, onlara itibar edilmesi gerekir. Keşke açılsa hepimiz gerçeği öğrensek.” diyor.

    Osmanlı’nın son döneminde padişahın yanında önemli görevler alan bir ailedir Çapanoğulları. İttihat ve Terakki kadrolarıyla ters düşer bu aile. Bütün görevleri ellerinden alınır. Onlar da Yozgat’a döner. Milli Mücadele’ye destek verirler, ama bazı konularda anlaşmazlığa düşüp protesto ederler. Haklarında çıkan yakalama emriyle Çapanoğlu Halit Bey, 13 Haziran 1921’de Amasya’da yargılanır ve idam edilir. Cenazesi ailesine teslim edilmez. Torun Halit Bey, “Ailede yılların getirdiği yorgunluk var. Dedemin fatiha okuyacağımız bir mezarı yok, nerede bilmiyoruz. Büyükdedemin ve babamın mezarı belli ama dedemin yok.” diyor.

    tarih02.jpg

    Dedemiz vatan haini değildi

    Milli Mücadele döneminde 8 Eylül 1921’de kurulan Yozgat İstiklal Mahkemesi’nde, isyana karışan binlerce insan yargılandı. Resmi rakamlar 56 kişinin idam edildiğini söylese de daha fazla olduğu iddia ediliyor.

    Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanındaki kahraman, Çakırsaraylı çetesine sığınan, Kuva-yi Milliyecilere karşı mücadele gösteren birisidir. Tarık Buğra’nın esinlendiği ismin, 1920’de Yozgat’ta Çapanoğulları’na destek verdiği gerekçesiyle hakkında tutuklama kararı çıkan Küçük Ağa olduğunu öğreniyoruz. Mustafa Kemal’in verdiği emirle Yozgat’ta isyana karışan ama pişman olanlardan 500 kişilik Akdağmadeni Alayı oluşturulur. Ekip, 1920’de Küçük Ağa’nın önderliğinde Ankara’ya gitmek için dualarla yola koyulur. Akşam konakladıkları yerde “Sizi Ankara’ya asmaya götürüyorlar.” diye bir söylenti yayılınca Küçük Ağa, yanına aldığı 50 kişiyle kaçar.

    Yozgat’ta Küçük Ağa’nın torunları Ali Aksoy (52) ve Ali Güzel’le (60) görüştük. Dedeleri kaçtıktan sonra köyüne saklanmış. Bunun üzerine askerler, köydeki evleri de ateşe vermiş. Yakalanan Küçük Ağa, Tokat’ta asılmış, cenazesiyse bilinmeyen bir yere defnedilmiş. Ali Aksoy, “Dedemiz vatan haini değildi. Köyde evini yakıp, ailesine de zarar vermişler. Babasını, kardeşini de tutuklamışlar. Kardeşi hapishanede çok üşümüş, aşırı soğuktan sakat kalmış. Büyüklerimiz o dönemde, idam sehpaları yetmediği için insanların kalbine kama sokularak öldürüldüğünü söylerdi.” diyor.

    tarih03.jpg

    Aynı kabirde iki âlim

    Erzurum’da İstiklal Mahkemeleri’nin idam ettiği kişiler arasında iki âlim var: Hacı Osman Efendi ve Hacı Galip Efendi. Biri Kadiri biri Nakşi tarikatına mensuptu. Birbirlerini yakından tanıyan ve çok seven bu iki kader arkadaşının vefatı da birlikte olur. Öyle ki idam edildikten sonra aynı kabre konur ve yıllarca ailelerinin bilmediği bu kabirde birlikte yatarlar. Yıllar sonra defnedilme anında oradaki bir askerin torunlarına mezar yerini söylemesiyle bulunan bu iki âlim, birbirine sarılmış haldedir. İki cenaze, aile mezarlığına taşınır ve yine birlikte defnedilir. Hâlâ aynı kabirde bulunan bu iki zatın kabir taşının bir tarafında Hacı Osman Efendi, diğer tarafında Hacı Galip Efendi yazıyor.

    Bir gün Galip Efendi, Osman Efendi’ye “Dünyada birlikteyiz ama ahirette nice oluruz?” diye sorunca Osman Efendi, “İnşallah ahirette de birlikteyiz.” dediğini Osman Efendi’nin torunlarından öğreniyoruz. Erzurum’da çıkan hadiselerden haberi bile yokken tutuklanıp, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan Hacı Osman Efendi’nin asılmadan önce son isteği iki rekât namaz kılmak olmuş. İdamının ardından ailesinin çilesi de başlamış. Oğlu Nurettin Gaciroğlu, Kurşunlu Medreseleri’nde iftiraya uğrayarak hapislerde yatmış, işkencelere maruz kalıp tırnakları çekilmiş. Ailenin medrese vakıflarındaki hisselerine el konulmuş, bütün aile yoksulluğun kucağına düşmüş.

    Yıllar sonra Osman Efendi’nin torunları da onun yolundan gitmiş. Kurdukları Gaciroğlu Vakfı’nda Kur’an-ı Kerim öğretiliyor, öğrencilere burs, ihtiyaç sahiplerine yiyecek ve yakacak temin ediliyor. Torunlarından Kemal Gaciroğlu, “Şapka hadisesi değil olay, tarikatla ilgili.” diyor ve ekliyor: “Ahirette bu haksızlığı yapanlarla muhakkak karşılaşacağız. Ailemizin gelirlerine el koymuşlar. Medreseler ellerinden alınmış. O dönemden sonra çocukları ve torunları bir toplulukta otururken siyasi bir konu konuşulduğunda hemen orayı terk etmiş. Çünkü yeniden bir iftiraya maruz kalmaktan, aynı olayları yaşamaktan çok korkmuşlar.”

    Geriye çeyiz sandığında bir kitap kalır...

    Galip Efendi ise idam edildiğinde henüz 45 yaşındaydı. Ömrünün en verimli zamanlarıydı. Şapka Kanunu’na karşı Erzurum’daki küçük ayaklanmaya Galip Efendi katılmamış, bilakis hükümet konağına doğru yürüyenleri sakinleştirmek için çaba göstermiş. Galip Efendi’nin tutuklandığı gün, kapıyı kırarak girdikleri evi tarumar eden askerler, bütün kitaplarını yakmış. Aliye Hanım, o gün sadece çeyiz sandığından eşinin yazdığı Divan defterini kurtarabilmiş. Geride kalan defterde 115 tane Osmanlıca şiir var. Bu şiirler, Atatürk Üniversitesi tarafından 1993’te kitap olarak basılmış. Galip Efendi idam edildiğinde Vefa isminde iki yaşında bir oğlu varmış ve eşi diğer çocuğuna hamileymiş. Hapishanedeyken bir oğlu daha olacağını bilmeden keramet göstermiş ve eşine haber göndermiş: “Benim iki ay sonra bir oğlum olacak. İsmi Sefa olsun.” Oğlu Sefa Acarlı 1994’te vefat etmiş. Büyük oğlu 86 yaşında, Bursa’da münzevi bir hayat yaşıyor. Eski soyisimleriyse Mütevekkilzade. İstiklal Mahkemeleri’nden sonra onlar da değiştirmiş.

    Vefa Bey’in oğlu Ebubekir Acarlı (58), o acı günleri babaannesinden dinlemiş. Dedesinin, isyancıları engellemek için elinden geleni yaptığını söylüyor. Kadiri Şeyhi babası Vefa Acarlı’nın vefat edene kadar gençlere ders verdiğini ancak her derste babasının tedirgin olduğunu anlatıyor. Dedesinin asılmasının babası üzerinde büyük bir etki bıraktığını söyleyen Ebubekir Bey, “Biri içeriye aniden girse kitabını hemen masanın altına saklardı.” diyor. Onun bir de sitemi var: “Vatan için elinden geleni yapan bu âlimler, milleti için çarpışıyor ama bir sistem geliyor, başlarını alıyor. Dersim’de katledilen masumlar dile getiriliyor ama vatanın evladı bu münevver insanların ismi niye dile getirilmiyor? Bir şapka takmadığı için idama gönderilen dedelerimizin itibarının iadesini istiyoruz.”

    tarih04.jpg

    Şapkaya itirazı yoktu ama konağının önünde idam edildi

    İstiklal Mahkemeleri’nin ardında korkular bıraktığı bir diğer il Erzurum. 1925’te şehir meydanında idam edilen 22 kişiden biri de Erzurum’un mümtaz ve zengin kişilerinden Kullebi Akif Ağa’dır. Şehir merkezindeki büyük konağında şimdi torunu Rasim Kullebi (70) oturuyor. 1918’de şehre hâkim olan Ermenilere karşı mahalledeki silah kullanacak kişilerin toplantı adresi de bu konaktır. Talihe bakın ki Akif Ağa, bu konağın önündeki meydanda idam edilir. Sonrasındaysa evleri adeta yağmalanır. İdamı İstanbul’da gazetelerden öğrenen oğlu Gani Kullebi, felç geçirir ve aylarca memleketine dönemez. Yardımlarla hayata tutunur.

    Şapka Kanunu’nu protesto eden halkın arasında değildir Akif Ağa. Ertesi sabah evinin önündeki çeşmede abdest alırken jandarma gelip hakkında tutuklama emri olduğunu söyler. Askerlere, “İzin verin çizmelerimi giyeyim.” deyip evde bulunan iki eşine “Bu işin sonu kötü. Bir daha gelemem.” diye veda eder. Dönemine göre gayet modern giyinen bu adamın, şapkayla hiçbir alıp veremediği yoktur. Fakat biri ihbar ettiği için yargılanır ve aynı gün darağacına gönderilir. Aile ise konağın penceresinden Akif Ağa’nın idam edilişini izler.

    Kullebi Akif Ağa’nın iki eşi ve dört çocuğu ortada kalır. Faytonu, kıymetli eşyaları yağmalanır, müzayedede satılır. Yıllar sonra dedesinin evinde oturan ve mesleğini devam ettiren Rasim Kullebi, dedesiyle ilgili şunları söylüyor: “Erzurum’un ileri gelen eşrafından biriydi. Şeyh Sait isyanıyla uzaktan yakından alâkası yoktu. Ayrıca hükümete karşı gelmişliği de hiç olmamış. O dönemde kimsenin böyle ihtişamlı bir konağı da yok, faytonu da... Dönemin valisi Zühtü’de de çekememezlik var. Asacak adam olarak hedef göstermiş dedemi. Zaten o kimi gösterdiyse onlar idam edilmiş. Şapka takmamış olabilir, ama döneminde gayet medeni yaşayan bir insan. El işlemeleriyle evinin dekorasyonunu yaptırmış. İstiklal Mahkemesi’nde haksız yere idam edildi. Ben dedemin iade-i itibarını istiyorum.”

    tarih05.jpg

    Aynı aile beş soyisimi taşıyor

    İstiklal Mahkemeleri’nin açtığı yaraların izini taşıyan bir başka yer, Rize’nin Güneysu ilçesi. 1925 Aralık’ta Şapka İnkılabı’na karşı Güneysu’da protestolar yapılır. 80-100 kişinin yürüyüşünde kırma dökme olmaz. Fakat “Rize’de isyan var” gerekçesiyle seyyar İstiklal Mahkemesi buraya gelir. 10 Aralık 1925’te başlayan yargılama dört gün devam eder. 143 kişinin yargılandığı mahkemede 8 idam kararı çıkar, 55 kişi de Sinop ve Adana’daki cezaevlerine gönderilir. Cenazeler deniz kenarına kuma defnedilir ve başına da bekçi dikilir. 3-4 ay sonra bir Ramazan günü iftar vaktinde sessizce aileler cenazelerini alır, köye defneder.

    Aradan geçen 88 yıl idam edilenlerin ailesindeki yarayı kapatmaya yetmemiş. Ailelerden bazıları korkudan soyisimlerini değiştirmiş, farklı illere göç etmiş. Dedelerinin mezarını 2000’li yıllara kadar yaptırmaktan çekinen ailelerin devletle ilişkisi de 1990’lı yıllarda başlamış. Sicillerine işlenen mahkeme kayıtları, resmi ortamlarda hep karşılarına çıkmış. İdam edilenlerden köy bekçisi Kadir Koliva’nın torunlarında farklı beş soyismi var: Akan, Yıldız, Koray, Demirci, Kohar... Fakat resmi olmayan yerlerde Koliva soyismini söylüyorlar.

    Kadir Kalın, Güneysu’da asılanların yedi büyük ailenin önde gelenleri olduğunu söylüyor. Dedesinin Balkan Savaşı’ndan Güneysu’ya geri dönen tek insan olduğunu belirtiyor. “Bu insanlar ülke ve din elden gitmesin diye kendi imkânlarıyla Kurtuluş Savaşı’nda mücadele ettiler. Fakat gelmişler, uğruna savaştığı değerlei ellerinden almak istemişler. Şapka giymediği için arananlar aylarca eşkıya gibi dağlarda saklanmış. Doğal olarak dedelerimiz de tepki göstermiş.” diyor. Birkaç avukatla Koliva soyismini almak için görüşmüş Kadir Bey. Fakat davayı almak istememişler. “Benim oğlum hukuk okumak istiyor. İlk işi soyismimizi geri almak olacak.” diyor. Ailenin Demokrat Parti sonrası devletle ilişkilerinin arttığını ifade ediyor ve 1990’lı yıllara kadar devlet dairelerinde çalışmadıklarını dile getiriyor. Amcalarından birisinin ise “Babamı şapka yüzünden astınız. O madde hâlâ duruyor ama niye uygulanmıyor.” diye parlementoyu dava etmek istediğini söylüyor.

    İdam edilenlerden köy muhtarı Yakup Peçe’nin torunu Yakup Atasoy ise 1984’te vefat eden babasının ölene kadar dedesi için ağladığını ifade ediyor. Atasoy, “Babaannem günlerce hapishaneye yemek taşımış. Bir duymuş ki dedem 8 kişiyle birlikte idam edilmiş. Babam korkudan soyismimizi değiştirmiş. Keşke değiştirmeseymiş. Dedemin hatırası diye yıllarca kimse muhtar adayı olmadı. Dedemin ardından babam 20 yıl muhtarlık yaptı.” diyor. Dedesinin yargılanmadan önceki gece gördüğü rüyayı ise şöyle aktarıyor: “Rüyasında üstü kapalı bir su arkından su içerken başına göçtüğünü görmüş. Ertesi gün Rize’ye yürüyüş başlayınca rüyası aklına gelmiş, ‘Bu bir isyan sayılacak, başımız derde girecek.’ demiş. Sadece 3 hâkim gelmiş. Bunlar kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu nasıl anlar? Babam listelerin önceden hazırlandığını söylerdi.” Sözlerini şöyle bitiriyor Atasoy: “Milletini, bayrağını, dinini korumak için savaşan bu insanlar ne cam kırmış ne birini öldürmüş. Şapka giymedi diye idam edilmiş.”

    tarih06.jpg

    Darağacı üç kez kırılır

    Kahramanmaraş’ta 1925’te 8 kişi dense de 36–39 kişinin asıldığı öne sürülüyor. İdam edilenlerden Maşallah Ali Efendi’nin hikâyesi ve ardında bıraktığı dram göz yaşartıyor. Maraş’taki isyanda halkı kuşatan asker, camiye sığınanları tutuklar ve 63 kişi tutuklanır. Aralarında dilinden eksik etmediği ‘Maşallah’ kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi de vardır. Son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Şahadet getirdikten sonra, “Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!” der. Asıldığı darağacı 3 kez kırılır, her defasında tekrar kurulur. Kabrinin yeri ailesine söylenmez.

    Maşallah Efendi asıldığında 4 yaşında olan oğlu Ahmet Gemci’nin eşi Pakize Hanım’ı (86) hasta yatağında ziyaret ettik. Vefat eden eşinin sürekli babası için ağladığını ve ölene kadar şapka takmadığını söylüyor. Kayınvalidesi, idamdan sonra yataklara düşmüş. Aile çok yoksulluk çekmiş.

    Pakize Hanım, eşinin yaşadığı travmayı şöyle anlatıyor: “Adnan Menderes’e hayrandı. Asılması yarasını deşti. Günlerce ağladı, kendine gelemedi. Menderes’in asıldığını duyunca yemeğimiz öylece kaldı, günlerce yiyemedik. Dışarılarda gezdi durdu. Çünkü babası da asılmıştı.”

    tarih07.jpg

    Talebeleri her gün hatim indirdi

    Rize’de idam edilenlerden Hafız Şaban Güneli köyünün imamıdır. Asıldığında daha 25 yaşındadır. Caminin bir odasında Kur’an-ı Kerim eğitimi veren imamın talebelerine, “Kur’an’ı öyle okuyacak, öyle ezberleyeceksiniz ki hiçbir harekesinde hata olmayacak. Yeryüzünden silseler siz yeniden yazabileceksiniz.” dediğini torunlarından öğreniyoruz. Talebeleriyse hocaları öldükten sonra ‘Hocamızın vasiyetidir’ diye ölene kadar Kur’an’ı her gün hatmetmiş. Hatta köyde hatimlerini bitirebilmek için kimi zaman verilen selamı, ayeti bitirdikten sonra alıyorlarmış. Şimdi aynı camide torunu Faik Kalın imamlık yapıyor. O da dedesi gibi hafız. İdam edilenlerden 4 kişinin kabri de bu caminin avlusunda. Her yıl asıldıkları 14 Aralık 13.30’da torunları tarafından mevlit okutuluyor. “Elbiseleriyle gömüldüler. Oğlu da gözünün önünde asıldı. Mesele şapka meselesi değildi ki... Gelecek nesiller adına inanç meselesiydi. Bunun için korktular ve şapka giymek istemediler. Başlarındaki sarık, imanî değerlerini temsil ediyordu. Bunu muhafaza etmek istediler. Dedem hafızdı, biz de çocuklarımızı hafız olarak yetiştiriyoruz.” diyor Faik Bey. Hafız Şaban’ın bir diğer torunu Mehmet Demirci ise şöyle konuşuyor: “Dedelerimizin sicilinde ‘isyancı’ ifadesi yer aldığı için askeri lise ya da savcılıkta yer alamadık. Hep tedirginlik yaşadık. Bu millete kurtuluş savaşlarında hizmet eden dedelerimiz, isyancı ilan edilmiş. Gazi olan, cepheye gidip gelmeyen kardeşleri var. Fakat vatanına hizmet eden bu insanları idam etmişler.”

     

     

    http://www.zaman.com.tr/pazar_anadolunun-unutulan-mazlumlari_2060221.html

    • Like 1

  11. Feminizm Tehlikesi

     

    Geçenlerde cuma namazına, Diyanet’e bağlı olmayan özel bir camiye gitmiştim, Diyanet hutbesi dinlemedim… Öteki camilerde kadınlar hakkında bir hutbe okunmuş. Camilerimizdeki bütün hazırlıklar tamamdır, kadınlarımız cuma namazlarına gelsinler denilmiş.

    Birkaç yıldır Diyanet’in aşırı feminist çıkışları ve faaliyetleri göze batıyor. Herkes biliyor, iki sene önce bir Ramazan gecesi Ankara Hacı Bayram Camii’ne erkek cemaat sokmamışlar, kadın cemaat getirmişlerdi.

    Reformcu ve modernist zihniyet bir İslam feminizmi türetti.

    Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkıh hükümlerine aykırı olan her şeyin batıl ve heder olması gibi İslam feminizmi de batıldır, bid’attir ve hederdir.

    Cuma namazı kadınlara farz değildir.

    Kadınlar camilere gelmez, camide ibadet edemez diye bir kural yoktur. Lakin kadınların namazlarını evlerde kılmaları efdaldir=yeğdir.

    Kadınları kitleler halinde cuma ve vakit namazlarında camiye çağırmak, on dört asırlık İslam tarihinde görülmemiş bir bid’attir.

    İnsan olarak, Müslüman olarak erkekler ve kadınlar eşittir ama mutlak olarak eşit değildirler.

    Kadınların üstün olduğu taraflar vardır, erkeklerin üstün olduğu taraflar.

    Ailenin reisi erkektir. Kur’an, Sünnet ve Şeriat böyle söylemektedir.

    Feminizm Kur’ana, Sünnete, Şeriata, tek kelimeyle İslam’a aykırı, bozuk ve sapık bir ideolojidir.

    Batı dünyasında gayrimüslim veya ateist nice kadın bile feminizme karşıdır.

    Diyanet İşleri Başkanlığı nasıl Marksist, Faşist, Nasyonal Sosyalist (Nazi), Kemalist olamazsa feminist de olamaz.

    Ehl-i Sünnet mensubu İslam hanım ve kızlarının, yasal sınırlar içinde, feminizme karşı enerjik ve radikal muhalefet yapmaları gerekir.

    Cuma namazlarında birçok camimizde erkeklere yer bulunamazken, mabetleri kadın cemaatle doldurmaya çalışmak dengeli bir hareket değildir.

    Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) mütevatir ve sahih hadis-i şeriflerini, feminizm açısından ayıklamaya kalkışmak cüretten de öteye cinnettir.

    Kadın konusunda Kur’an, Sünnet, Şeriat ne diyorsa doğru olan odur.

    M. Kemal Paşa, İsmet, askerî darbe generalleri zamanında bile bu kadar feministlik yapılmamıştı.

    İslam feminizminin sonucu aile kurumunun yıkılması olacaktır.

    Bugünkü hukuk o hale gelmiştir ki evli bir erkeğin karısına tecavüzünden (!) bahsedilmektedir.

    Kur’an-ı Kerim’de erkeklerin karılarını gerektiğinde te’dip etmelerine izin verilmiştir. Feministler buna karşı çıkıyorlar.

    Sadece feministler değil Fazlurrahmancılar da… Neymiş efendim Kur’andaki üç yüz küsur ayetin bugün hükmü geçerli değilmiş.

    Fazlurrahmancılar takiye ve kitman yaparak Sünni Müslümanları aldatıyor.

    Her samimi Müslüman İslam kadın ve kızlarının saliha, bilgili, hünerli, marifetli olmasını ister. Bu istek başka şeydir, feministlerin istekleri başka.

    Kur’anın, Sünnetin ve Şeriatın hükümlerine aykırı yollarla kadınlara ve kadınlığa hizmet edilemez. Bir koca karısını azarladı diye ona ceza verilemez.

    Bugünkü evden uzaklaştırma cezaları yersizdir.

    Diyanet’teki feministler, reformcular, modernistler, Fazlurrahmancılar, Afganiciler ne yapmak istiyor?

    Bütün Diyanet hocalarını ve elemanları suçlamıyorum, tenkit etmiyorum ama reformcu, Fazlurrahmancı, modernist, Afganici, feminist olanları tenkit ediyorum. Bu tenkit benim hakkım ve vazifemdir.

    Bu konuda muhalefet etmek, nehy-i münker yapmak öncelikle bana düşmez. Din tahsili görmüş muhterem hoca efendilerimizin harekete geçmesi gerekir.

    Kadınları yapamayacakları işler vardır… Kadınlara uygun olmayan işler vardır… Kadın haysiyeti ve şerefiyle bağdaşmayan işler vardır…

    Herkes için söylemiyorum, birileri tesettürün cılkını çıkarttı. Şer’î tesettürü bıraktılar, şeytanî bir tesettür modası türettiler. Başları örtülü ama gerçekte çıplak kadınlar ve kızlar görüyoruz.

    Eşarplarının altında saçlarını deve hörgücü gibi yapan kadınlar ve kızlar görüyoruz. Resulullah Efendimiz (Salât ve selam olsun ona) saçlarını deve hörgücü gibi yapan kadınların Cennetin kokusunu alamayacaklarını haber vermiştir.

    İslam kalesi içinden yıkılmak isteniyor.

    Türkiye’de ehl-i Sünnet dışı, yeni bir İslam türetilmek isteniyor.

    İndirilmiş=münzel İslam’ın yerine uydurulmuş bir İslam çıkartmak istiyorlar. Bendeniz Taliban gibi, kızların okutulmasına karşı değilim. Müslümanların doğru dürüst İslam kız mektepleri açmalarını isterim.

    Kız çocuklarının eğitimi ve terbiyesi karma eğitimle olmaz.

    Laik eğitimle de olmaz.

    Mutlaka Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha, İslam ahlakına ve medeniyetine uygun “İslam Kız Mektepleri” açılmalıdır. Bu okullardaki bütün kızlar ve öğretmenler ya çarşaflı, ya bol başörtülü olmalıdır. Sıkma başla, türbanla, bandana ile olmaz.

    Mezhepsiz reformcular ve modernistler İslam’ı sulandırmayı kafalarına koymuşlar. Ehl-i Sünnet Müslümanları bütün yasal yollarla onlara engel olmalıdır.

    İslam kadın ve kızları bazı çağdaşlar gibi yılışıklık yapamaz. Terbiyeli ve medeni bir İslam hanımı yaz günlerinde elindeki bir külah dondurmayı sokakta meydanda inek gibi yalayarak dolaşamaz.

    İslam kadın ve kızları yabancıların yanında, sokaklarda, toplu taşıt vasıtalarında zilli, çıngıraklı kahkahalar atamaz.

    Gerçek ve örnek İslam kadın ve kızlarını görenler onların asaleti, zarafeti, edebi, iffeti karşısında hayran kalır.

    Ucuz İslamcılık edebiyatı yapmak, içi boş sloganlar atmak kolaydır ama İslam’ı hayata uygulamak için ilim irfan, geniş kültür, şehirlilik ve medeniyet gerekir.

    Eski İslam hanımları sabahleyin evden çarşıya işe giden kocalarına “Akşam bize ve çocuklarımıza helal nimetler getir, bulamazsan biz açlığa dayanabiliriz ama Cehennem ateşine dayanamayız, sakın haram getirme” derlermiş.

    Olgun İslam kadın ve kızlarına şımarıklık, hoppalık, züppelik, gösteriş, takıp takıştırıp, sürüp sürüştürüp sokaklarda meydanlarda salına salına kırıta kırıta gezip tozmak yakışmaz.

    Ehl-i Sünnet Müslümanları konferanslarda, kültür faaliyetlerinde kadın ve erkek dinleyicileri ayrı yerlere koymalıdır. Bunlar çağdaşların hoşuna gitmezmiş. Gitmezse gitmesin!

    Genç kadın ve kızların erkeklere ilahi konseri vermeleri caiz değildir.

    Bugünün İslam kadın ve kızlarına en güzel örnek Ehl-i Beyt hanımları, Ezvac-ı Mutahhara ve Sahabiye hanımlardır (Allah onların hepsinden razı olsun.)

    Müslüman kadın ve kızlar yücelmek istiyorlarsa kendilerini Hazret-i Fatıma annemize benzetsinler.

    Hazret-i Aişe annemize benzetsinler. Hazret-i Aişe ilimde irfanda, fıkıhta, ensab bilgisinde erkeklerden üstündü.

    Tesettür sadece İslam dininde değil, Musevilikte, Hristiyanlıkta, öteki dinlerde de vardır.

    Kadınlar için evrensel olan tesettürdür. Açıklık saçıklık, dekolte kıyafetler çağdaş sapıklar ve bozukluklardır.

    NETİCE: Türkiye Müslümanlarının yarısı kadın ve kızlardan oluşuyor. Onlar bozulursa din de bozulur, halk da bozulur, Türkiye de bozulur ve batar. Binaenaleyh Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha, İslam ahlak ve hikmetine uygun şekilde bilgili, edepli, hünerli, marifetli kadınlar yetiştirilmesi için var gücümüzle planlı ve programlı şekilde çalışmamız lazımdır. Bu konuda yapılacak ilk iş laik eğitim vermeyen, İslamî eğitim veren “İslam Kız Mektepleri” açmaktır. Bu, lafla çok kolay, hayata geçirmekte çok zor ve çetin bir iştir. Çetin işleri ya Allah’ın izniyle başaracağız yahut bugünkü gibi darmadağın, paramparça sürüneceğiz.

    03.03.2013


  12. sahabe_i_kiram.jpg

    Murat TÜRKER

     

    Hadislerin Asr-ı Saadet’ten çok sonra yazıldığı, Sahabenin de ‘bizim gibi’ insanlar olduğu, bize Kur’an’ın yeteceği, Din’de tek teşri kaynağının Kur’an olduğu, Kur’an’ın korunması İlâhî teyid ile garanti edilse de, Sünnet’in böyle bir tekeffülden mahrum olduğu gibi ‘modern’ tezler, Sünnet ve Sahabe konusundaki bakışımıza tesir eden ve dolayısıyla Din algımıza ârız olan olumsuzluklar olarak karşımızda duruyor.

    “Din’in ruhu” dedikleri terkip üzerinden ahkâmı istedikleri tarzda yorumlamanın önünü açmak isteyenler, modern kıymet hükümleriyle paralel ve modern zihinlerce kabule şayan bulunan bir algıya zemin kazandırma adına, önlerine çıkan engelleri bir şekilde bertaraf etme konusunda kararlı görünüyorlar.

    Karşılarına dikilen ve nevzuhur projelerini hayata geçirme hususunda önlerini kesen en temel iki meseleyi, Sünnet ve Sahabeyi, mücadele gündemlerinin ilk sıralarına oturtmalarının sebeplerini de burada aramak gerekiyor.

    Sahabeye ilişen bir tasavvurun süreç içerisinde teselsül ederek Sünnet algımıza ve daha genel manada Sahabe kanalıyla bize intikal eden bütünün tamamına râci olacağını görmek için ise kehanette bulunmaya gerek yok.

    Geçmişteki ve günümüzdeki tüm bid’at cereyanların davalarını Kur’an’la refere ettikleri düşünüldüğünde, Kur’an’la yetinmeyi öneren tasavvurun doğuracağı muhtemel sonuçlar kestirilebilir; herkesin zihnî arka planına göre şekil verebileceği ‘yoruma açık’ bir din telakkisine zemin hazırlanacağı rahatlıkla müşahede edilebilir.

    Bu ümmetin itikat boyutunda en büyük fitnesi Sahabe ve Sünnet algısına ilişen yaklaşım biçimleridir. Sünnet, bu Din’in murâd-ı İlâhiyeye göre anlaşılıp yaşanmasının yegâne yolu, Sahabe de bu Din’in sigortasıdır. Bâtıl bir zihnî koordinattan yola çıkan her kişi ve zümre bu iki meseleyle ‘hesaplaşmadan’ yol alamayacağı için, tarihte ve günümüzde bid’at ehli olarak tesmiye olunan tüm oluşumlar, Sünnet ve Sahabe ile problemli bir anlayışı dava etmişlerdir.

    ‘Tarihte ve günümüzde’ derken, bu problemin geçmişte de modern zamanlarda olduğu kadar ‘kurcalandığını’ söylemiş olmuyoruz. Bilakis yaşadığımız dönem, özellikle oryantalist etkiyle Sünnet ve Sahabe konusunun maksatlı bir takım okumalara ve ilmîlik görüntüsü altında taarruzlara muhatap kılındığı bir dönem olarak paranteze alınmayı hak ediyor.

    Müsteşrikler ve içimizdeki ‘kötü kopyaları’ tarihte hemen hiçbir aklı başında isim/grup tarafından dile getirilmemiş uç yorumları dillendiriyorlar ve bunlar ilmî çalışma etiketiyle terviç ediliyor.

    Tüm fıkhî hadislerin 2 ve 3. Asırda ‘uydurulduğunu’ ve ‘Peygambere izafe edildiğini’ iddia eden Schacht gibiler konumuz için bir misal teşkil ediyor.

    Kader inancını, kabir azabını inkâr eden, hadislerin itikada konu yani hüccet olamayacağı düşüncesini neşreden mâlûm zevat, oryantalistlerin misyonunu tamamlayıp, nöbeti yerli ortaklarına devrettiğini âşikâr kılan bir durumu haber veriyorlar.

    Ne bunlar yeni iddialar, ne de ehil olan ulema tarafından cevapsız bırakılmışlar.

    Biz de Dost TV’de bu zümrelerin argümanlarını ve reddiye sadedinde ifade edilen karşı yaklaşımları ele alıyoruz.

    Genel anlamda Sünnet’in teşri boyutu olduğu, hadislerin tesbiti ve naklinin güvenilir kanallardan gerçekleştiği, Sahabe’nin adaleti ve hadis aktarımındaki titizliği, hadis yazımının daha Efendimiz (sav) hayattayken başladığı, hicrî birinci asrın sonunda gerçekleşmeye başlayanın ise hadis yazımı değil resmî-devlet kanalıyla olan tedvin olduğu, rivayetin evreleri, hadislerin kabul-red noktasında hangi hassas kriterlere riayet edildiği gibi hususları, bir seri program çerçevesinde işlemeye gayret ediyoruz.

    Sünnet ve Sahabe bilincimizi diri tutmaya vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.

    • Like 1

  13. 33655_1.jpg

     

    Necip Fazıl 'Düşüncesi Sanatı ve Mücadelesi' ile SAÜ'de konuşulacak

     

    Necip Fazıl Kısakürek ‘Düşüncesi Sanatı ve Mücadelesi’ ile Sakarya Üniversitesi’nde konuşulacak.

    02 Mart 2013 Cumartesi 10:00

     

    Sakarya Üniversitesi Avrupa Öğrenci Topluluğu tarafından ‘Düşüncesi Sanatı ve Mücadelesi ile Necip Fazıl Kısakürek’ konulu konferans düzenlenecek.

     

    Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Tarım Eski Bakanı Prof. Dr. Sami GÜÇLÜ, YÖK Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Durmuş GÜNAY, Yazar Metin ÇETİN ve Doç. Dr. Yılmaz DAŞCIOĞLU’nun konuşmacı olarak katılacağı konferans 4 Mart 2013 tarihinde Saat 14:00 Kültür ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek.

     

    http://www.habersakarya.com/haber/etkinlik/necip-fazil-dusuncesi-sanati-ve-mucadelesi-ile-saude-konusulacak/17585.html


  14. İkisi de gayet veciz; başarılı.

     

    Belki ufak bir nokta ama sanki gönüldaş hitabı Üstad'ın bize koyduğu isim olarak daha yerinde olacaktır kanısındayım. Metne daha yakıştığı fikrinde iseniz elbette "kardeşim" de kalabilir.

     

    Ben 2.sini daha münasip gördüm.

     

    Bundan hareketle; "bir müslüman olarak mesuliyetlerinizi idrak etmenizdir". kısmında biz ne anlatmak istiyoruz? Bu emr-i bi'il maruf değil, hem belki eserler biraz nötr olan şahıslara da ulaşacak olabilir. Bilmem anlatabildim mi? Naçizane fikrim "bir ideal genç olarak mesuliyetlerinizi idrak etmenizdir." şeklinde olabilir mi? Zaten daha fazlasını eserlerde zaten Allah'ın izniyle bulacaktır.

     

    Benim şimdilik fikrim budur. Dikkate alınır alınmaz bilemem.

    • Like 1

  15. Üstad'ımızın eserinden ilgili kısımlar;

     

    RABITA-İ ŞERİFE

     

    Esseyyid Abdülhakim Arvasi (Hz.)

     

     

    SEMA' (TEGANNİ)

     

    Fakihler zümresi ''sema mutlaka haramdır'' derler. Tasavvuf taifeside ''bazı yerlede helaldir'' hükmünü verirler. Bu mevzu üzerinde imamlar ve Hanefi fıkıh adamlarıyla tasavvuf büyükleri arasında kuvvetli bir ihtilaf vardır. Birinci fırka -ki imamlar ve fakihlerdir- semanın mutlaka haram olduğuna kail bulunurken, ikinci fırka -ki tasavvuf eldir- zevk ve halet galabesinden ötürü mutlaka helal olduğu itikadındadırlar.

     

    İfrat kapısının kapatılması maslahatına dayanarak hükmedilebilir ki, sema' iki kısma ayrılmış olmak lazım gelir. Birincisi, fitne mahalli olmayan, kadın ve genç çocuk bulunmayıp da vezinli kelam, vezinli namelerle şer'i yasakları içine katmaksızın okunan ilahi ve gazeller... Dinleyenlerin batının da bunlardan fesat doğmazsa, hatta kalpte sevinç ve hüzün uyanırsa, bu türlü sema elbette mübah olsa gerektir. Bunun da mübaha aykırı olmasında bir mana yoktur. Biliyoruz ki ilk zamanlarda nikah ve sefer dönüşlerinde ve bu gibi meşru işlerde ümmetin büyükleri ve bilginler bunu yaparlardı. Hadis kitaplarında da zahir olan hakikat budur. Ama bu amel o büyüklerden ve iltizam (ille lüzum göstermek) yoliyle değil, tesadüfen ve kendi kendisine vaki olurdu.

     

    İkinci kısım galiba son zamanlardakilerin revaç verdiği, içine şeriate aykırı işler karıştırarak yapılan tegganilerdir ki, araya mübah olmayan maddelerin girmesi nisbetinde kerahet ve harama gider. Haramlığında herkesin birlik olduğu birşeyin mübahlığına hükmetmekse küfre götürür. Kemal erbabından bir topluluk, mübah olduklarını doğruladıkları halde sema'a rağbet etmezler. Etseler de zevk hususiyetinden ötürüdür, şer'i ölçü değil...

     

    Allah ehli, birlik olarak İlahi Zat aşkını şaraba benzetmişlerdir. Benzeyiş noktası, şarabın melekeleri bulandırması, bozması ve insanı kararsız bırakmasıdır. Aşk da kararsızlık ister. Sarhoşlukta işte o hal vardır. Ancak, bu kararsızlık şaraptan ve benzerlerinden doğan sarhoşluktan meydana gelir.

     

    Afyon sarhoşluğunda ise sükut ve sükunet baş gösterir. Bu sarhoşluk insanda bir içekapanış meydana getirir. İşte iki nevi ‘serk-sarhoşluk’ arasında işaret edilen farklar vardır. Mesela şarapta meze olarak tatlı şeylere rağbet edilmediği halde afyonda ekşi ve tuzlu şeylerden hoşlanılmaz. Sıdık-i Ekber yolundan gelen Zat aşkı, afyon sarhoşluğunu andırıcı öyle bir içe kapanış ve sükunet meydana getirir ki, bu zevkin sahipleri, gürültülü, patırtılı, hengame ve nağme istemezler.

     

    Hazret-i Ali’ye bağlı tarikatlerden, hususiyle Çeştiyye’de şaraptan gelen sarhoşluk ve neşenin şarap tesirine benzerliği vardır ki, bağlıları cümbüş ve nağmelerden hoşlanırlar.

     

    Bu ayrılığın kaynağı zevk ve mizaçtır; biraz evvel belirttiğimiz gibi din ve şeriat emri değildir. Nitekim Ahmedi Şeriat, bütün şeriatları toplayıcı olduğu gibi, bütün tarikatlerin toplayıcısı da Nakşiliktir. Ve o yolun yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri, şu iki mısrayla en salim zevk ve mizacı ortaya koymuştur:

     

    O afyon ki, saki

    Kadehe karıştırdı;

    İçenlerin ne başı kaydı,

    Ne de sarığı…

     

    Bütün tarikatlerin büyükleri, topyekun din ve millete bağlıdır. Heva ve heveslerine asla!.. Hepside mübah olmayandan sakınma icabında eşittir. Her iki taraf cahillerinin (zahir ve batın tarafları) ihtilafı ise itibardan uzaktır. Muteber kitaplarda, hususiyle İmam-ı Gazali’nin ‘İyha’siyle Şeyh Sühreverdi’nin ‘Avarif’ül Maarif’inde bu mesele tafsilatıyla anlatılmıştır.

     

    Şeyh Mazhar-ı Can-ı Canan buyuruyorlar:

    -Hamdolsun ki, bu fakir, mübah olmayan semadan tövbekar, mübah olandan uzağım. Benim semanın mübah oluş ve olmayışında ki itikadım, Kitap ve Sünnet’e bağlıdır zevk ve vecde değil…

     

    Bu bahsi uzatmaya hacet yoktur. Dürüst hal ve yüksek makam sahiplerinden, mübah semalarda can verenler bile görülmüştür.

     

    Hülasa:

    İlim ve tasavvuf zevklerine sahip, selim akıl ve doğru anlayış ehli, yazdıklarımı takdir eder. İnsaf edersek, sema’ hakkında mutlaka haram veya mutlaka helal diyenlere tabi olmayız.

     

    (Sf: 68)

     

    ÂHENK

     

    Muhib'e akşam üzeri, yüksek seske okutturdukları ilâhiler, yanık türküler, kulağımda... Allah için İlâhî hikmet zaviyesinden âhenkli ses...

     

    Bu bahisteki ölçü, <<Rabıta>> risalesindendir. Özü:

     

    <<-Sema' ismi verilen ses ve âhenk, vesile olduğu şeye göre kıymetlenir. Haram ve kötülüğe vesile oluyorsa o nisbette haram ve kötü, ulvilik ve iyiliğe yardımcı oluyorsa nisbette mübah ve iyi... Yâni döküldüğü kaba göre şekil alan bir mâyi... Zâhir ehli ona mutlaka <<haram>> demiştir ama, büyüklerden de iltifat gösteren olmuştur. Âhenkli sesin, kalb üzerindeki ulvî tesiri de belli... Bu bakımdan Nakşî büyükleri, ne (mutlaka her türlü haram) ölçüsüne kabûl ederler, ne de (mutlaka ve her türlü helâl) düşüncesini... Onlar her şeyi yerine tahsis ederler ve âhenkli seste de had ve şekil sırrına riayeti esas koşarlar. Şu var ki, ondan ve hele ifratından çekinmeyi bir mizaç borcu bilirler. Başka yolların vecdi, şarap sarhoşluğuna benzer; coşkun ve zâhiridir. Bizimkiyse afyon sarhoşluğunu andırır; durgun ve içe doğrudur. Âhenkli sesi inkâr etmeyiz ama, ondan pek hoşlanmayız.>>

     

    Birgün, bir câmide olanca fikrini ses ve musiki cehdine vermiş, Kur'ân okuyan birini görüp demişler ki:

     

    <<-Allah, Kur'ân'ı böyle okunması için inzal etmedi.>>

     

    Nasıl; muazzam mı?...

    ........

    Kaynak: O ve Ben, Necip Fazıl, Sayfa 199

     

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/8953-islamda-muzigin-yeri/

     

    Hususi bir hizmet vermediğimi belirteyim. Üstteki linkten iktibas yaptım. O başlığı da okumanız manzarayı netleştirecektir gönüldaşım.


  16. "Felsefe, insanın kainat görüşüdür. Her cemiyet insanının kainatı görüşünde başlıklar vardır. Felsefe, adeta kainata uzanan kollarımızdır. Şu halde onda biz varız. Felsefe, birmilletin benliğinden çıkarak kainatın her tarafına doğru uzanan iradesinin, sistem halinde ifadesidir. Felsefe, millette irade halinde doğar ve onun tarihine istikamet verir. Onun yaşamak iradesine, esaslı cevher halinde nüfuz eder. O millet, insaniyetin aile sevgisine, harp gücüne, sanat terennümüne, devlet iktidarına, millet aşkına ve ölümü karşılayışındakullandığı mukavemete, bütün bu hayat kudretlerine tercüme halinde sunar, kendini tanıtır. Öyle ki, Gazali'de bir Nizamülmülk'ün, hatta bir Gazi Osman'ın siması, Roussea'da bir Robespiyer, Hegel'de Hitler yaşamaktadır. Sanatkar ve hayat adamı, diplomat ve asker, dindar ve ahlakçı, hep filozofun kalbinde birleşirler. Felsefesi olan milletin kalbi de vardır. İmanı olan bir cemaatın felsefesi mutlaka vardır."

     

    Kültür ve Medeniyet/ shf:16-17


  17. Az okuyoruz ve dar kapsamdan bakmaktayız. Üstad bana göre felsefenin Batı'ya bakan tarafına eğilmiş. Ve İslam'da felsefe yoktur da peşinci bir hüküm. İhtisas alanı felsefe olan Merhum Nurrettin Topçu'nun Kültür ve Medeniyet isminde şah eser bir kitapla meşgulüm şu sıralar. Ve öyle anlaşılıyor ki işin belki de püf noktası felsefesinde ve bizim anlamamız gereken hadiselerin felsefesi. Ama biz felsefe denilince ne anlıyoruz ve altını ne ile dolduruyoruz. İhtilaf burada ve felsefeyi kuru akıl sistemi gösteren nirengi noktası da bu.

     

    Uygun zamanımda alakalı kısmı sizlerle paylaşmatan haz alırım. İnşaAllah en kısa zamanda..


  18. Esselam sevgili gönüldaşım;

     

    Mümin-Kafir

     

    Çöle İnen Nur

     

    Aynadaki Yalan

     

    Bir Adam Yaratmak

     

    Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu

     

    Son Devrin Din Mazlumları

     

    İlim Beldesinin Kapısı:Hz. Ali

     

    Naçizane tavsiyelerim. İlk etapta sanırım yoğun fikri pazarın bulunduğu ve siyasi muhtevanın ele alındığı eserler sıkıcı gelebilir. Elbet arttırılabilir.

    • Like 1
×
×
  • Create New...