Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. Allah rahmet ylesin. Mekanı cennet olsun babamızın. Böyle dava eri, mücahit bir ruhun babası olmuş. Rabbim taksiratını affetsin. Mirzabeyoğlu için hayli zor olmalı. Ana da gitti baba da gitti, evlatları da kendinden mahrum.. Bu dava ne kadar zor Allahım!

     

    Ayrıca cenaze katılması hususunda son gelişme şu şekilde; (ki defnedildi)

     

     

    Haberal'a var Mirzabeyoğlu'na yok

     

    "İBDA-C ile örgüt liderliği ilişkisi ispatlanamadığı halde önce idam sonra 'ağırlaştırılmış müebbet hapis' cezasına çarptırılan gazeteci-yazar Salih Mirzabeyoğlu'nun önceki gün vefat eden babası Muammer Erdiş, dün Bursa'da toprağa verildi

     

    Son 10 yıldır tek kişilik hücrede 'tecrit' altında tutulan Mirzabeyoğlu'nun, annesi Sabriye Erdiş'ten sonra babasının da cenazesine katılmasına izin verilmedi. Bolu F Tipi Cezaevi'nde tutuklu bulunan Salih İzzet Erdiş'in (Mirzabeyoğlu) Bursa'da yaşayan babası Muammer Erdiş'in cenazesi dün ikindi namazından sonra kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.

     

    GEREKÇE MEVZUAT

     

    Cenazeye Erdiş ailesinin yakınlarının yanı sıra Mirzabeyoğlu'nun sevenleri de katıldı. Mirzabeyoğlu'nun avukatı Ali Rıza Yaman, başta Adalet Bakanlığı olmak üzere gerekli yerlere başvurduklarını belirterek, "Sözün bittiği noktadayız. Herkes bu davanın ne kadar hukuk dışı bir şekilde sonuçlandığını dile getirirken, durumun gidişatını değiştirmek adına hiç bir şey yapmadı. Mevzuatı gerekçe göstererek izin talebimiz reddedildi. En azından idari bir karar verilebilirdi fakat irade gösteren olmadı' diye konuştu. Mirzabeyoğlu, geçtiğimiz aylarda kaybettiği annesi Sabriye Erdiş'in cenazesine de katılamamıştı. Mirzabeyoğlu'na cenazeye katılması için gerekli izin çıkmazken aynı tarihlerde Ergenekon davasından tutuklu yargılanan Mehmet Haberal'a annesinin cenazesine katılması için izin verilmişti."

     

    tımeturk

     

     

    İnsafsızlıktan öte nedir bu? Ben zaten Türkiye'de bir adalet iki eğitim adına hiçbir yasayı ve uygulamayı aklı selim bulmuyorum. Bazen sorguluyorum ben neredeyim? Kaşıncı yüzyıldayım? Allah tekmile erdirsin ne diyelim.. Cübbeli Ahmed Hocamız'a da izin verilmişti. bence tepkinin ağır olacağını bilseydi mahkeme, bu denli vicdansız davranamazdı. Halk olarak kabul edin, ağzına vur lokmasını al modundayız. Uyuyoruz hem de ayakta. Yıllardır bu adaletsizliğe neden sağlam bir avukat çıkıp kendini adamaz, bir savcı kendi statüsündeki savcıya yahud hakime neden karşı gelemez? Bu işin islam adına yetkin isimleri olsa hal bu mu olur? Kimse ne başkasını ne kendisini kandırsın, islamı hakkıyla benimseyen, bir avuç insan olsa adaletsizlik böyle kol gezmez. Delil yetersizliğinden bir insan içeride nası tutulur? Parmağı olmadığı ispatlandığı halde 15 yıl kime hüküm veriyorsun? Büyük baş mı bu keyfine vuruyorsun zinciri, üstüne eziyet, işkence! Allah ya ıslah etsin ya da buz çıksınlar sabaha! Gerçekten içler acısı bir vaziyet. Bu ülkeyi yaşanılmaz kılan bunlar ama elinden bir şey gelmeyen vakitsiz, yerli yersiz öten horozlar da biz. Ne gelir elimden diye düşünüyorum da, dua ya sonra?

     

    Neyse neyse..


  2. Tazir ağabeyim haklısınız. Açıkcası şimdi ben de merak ettim. Dediğiniz gibi yazılarıyla bize şu fitne devrinde yol gösterici olan Eygi hocamızın neden böyle bir sünneti /ki sarığa bu denli hoş bir yazı yazarken/ es geçtiği merak konusu..Yazısında kendisine gelen sorulara cevap mahiyetinde değiniyor yer yer. Umarım bir sebebi vardır. Mesela evlenmemiştir de. Kendisine bir röportajında sorulduğunda "yorumsuz" demiş. Göz altına alınmalar falan. Aksiyonu bol biriymiş Eygi Hocamız. Biz Allah için kendisini severiz, yazılarını da takip ederiz.


  3. Namazda Başı Taçlı Olmak

     

    AMELÎ Sünnetlerin en kolayı erkeklerin namaz kılarken başlarına İslamî bir serpuş geçirmeleridir. Serpuş: Takke, imame, arakiye vs... (Kefere ve kıssis şapkası cinsinden bir şey olmaz!)

    Allahın bizlere en güzel örnek ve model olarak gönderdiği ve Kur'anda kendisine uyulmasını, itaat edilmesini kesinlikle emrettiği Resul-i Kibriya Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) hac veya umre için ihramlı olduğu zamanlar dışında bütün ömrü boyunca bir kere bile başı açık olarak namaz kılmamıştır.

    Başı kapalı olmak namazın sünnet ve edeplerindendir.

    Zamanımızda namaz kılanlar azınlığa düşmüştür. Bu azınlığın büyük kısmı da başı açık olarak namaz kılmaktadır.

    Hattâ bazen bir camiye gittiğimde, yeni bir cemaat görüyorum, imamının bile başı açık... Maalesef (bu teessüf benim için midir, başı açık imam için midir?) böyle bir imamın arkasında cemaat olmuyorum.

    Hiçbir Müslümanı hor ve hakir görmem, hiçbir Müslümana düşmanlık etmem ama başı açık namaz kılanları, imamlık yapanları da uyarmak benim bir kardeşlik borcumdur.

    Bu kadar kolay, zahmetsiz ve külfetsiz bir sünnet ve edep olsun ve Müslüman bunu terk etsin. Olacak şey değil!

    Muhterem ve aziz okuyucularımdan çok rica ediyorum:

    Lütfen güzel bir namaz takkesi edinsinler ve namaz kılarken bunu başlarına geçirsinler.

    Cebimizde ağırlık ve fazlalık yapıyormuş... Şeytanî bir mazerettir bu. Cep telefonu namaz takkesinden daha mı kıymetlidir ki, ondan hiç vazgeçemiyoruz?

    Lütfen lütfen lütfen... Öyle bir iki liraya satılan uyduruk Çin işi örme takkeler almayalım. Bangladeş'ten, başka ülkelerden gelen güzel takkeler var, onlardan alalım.

    İmame, sarık, takke, fes, kalpak Müslümanı güzelleştirir, ona vakar ve heybet kazandırır.

    Bir hadîs-i şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Melaike-i kiramın imameli olarak namaz kıldığını bize haber vermiştir.

    Dikkat edilecek husus: Câhillerin, mukallidlerin ulema, fukaha ve şeyh sarığı sarmaları ayıptır, had-nâ-şinaslıktır.

    Seyyid ve Şeriflere ait sarıkları da herkes saramaz.

    Her Müslüman sarık kullanmalıdır ama ilmine, seviyesine, icazetine göre...

    Tarikat takkeleri şeyh efendinin ve halifesinin izniyle ve duasıyla başa geçirilebilir. Bunun için ya derviş yahut muhibb olmak gerekir.

    Bir Müslüman gerçekten ihlaslı ve saygılı ise münferiden namaz kılarken bile temiz ve güzel elbiseler giymeli, varsa bir cübbe ve maşlaha bürünmeli, başına da değerli bir takke geçirmelidir.

    Bazen camilerde eşofmanlı kimseler görüyorum. Çok utanıp üzülüyorum. Şehrin valisinin huzuruna bile eşofmanla çıkılmaz...

    Evet eskiden gecelik entari ve hırka ile camiye gelmeye cevaz verilmiş ama o zamanlar gecelik kıyafetle sokağa çıkılıyormuş, mahalle kahvesine gidiliyormuş...

    İmam-ı Âzam Ebû Hanife efendimiz hazretleri kumaş taciriymiş, helalinden zengin olmuş, pahalı ve güzel elbiseler yaptırıp bunları namazda giyermiş. Tahdis-i nimet için...

    Bayram namazını Kasımpaşa Piyale cami-i şerifinde kıldım. Koca mabet doluydu ama düzgün ve doğru dürüst kıyafetli on kişi bile yoktu. Önümdeki saflardan birinde, beyaz tişörtünün sırtında iri harflerle "ITALIA... Sport... Club... Gloria..." yazılıydı!

    Gaziantepteki cenaze namazına baktım. Başı örtülü bir tek kimse yoktu. Merhum Erbakan sağ olsaydı ve o namaza katılsaydı takkesini başına geçirirdi.

    Müslümanlar!.. Sünnetler bizim başımızın taçlarıdır... Namazda başını örtmek Müslümanın manevî ziyneti ve süsüdür...

    Huzur-ı Hakka çıktığımızda, mânevî mi'racımızda sünnete ve edebe uyalım.

    Bazen camilerde Cerrahî, Uşşakî ve diğer tarikat taçlarıyla taçlanmış musalliler görüyorum ve onları çok takdir edip kendilerine min gayri haddin dua ediyorum. Ne mutlu onlara...

    Başı açık olarak namaz kılmak, sünnetlere ve âdâba riayet etmemek Selefîlerin, reformcuların, Fazlurrahmancıların, light ve ılımlı İslamcıların, diğer İslamcılık fırkası mensuplarının, İslamda kader mader yoktur diyen zındıkların, mezhepsizlerin, fıkıhsız ve Şeriatsiz bir İslam türetmek isteyenlerin, Kur'anı kendi re'y ve hevalarıyla yorumlayanların, Sünnet inkarcılarının, şefaati ve berzah alemindeki sorgu suali, kabir hallerini, teravih namazını, cumanın sünnetlerini inkar edenlerin ve diğer bid'at ehlinin sergilediği bid'atlerden biridir.

    Bir de fıkıh ve ilmihallerini iyi bilmeyen iyi niyetli Müslümanlar var. Onlara Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali'ndeki veya Hacı Zihni Efendinin Nimetü'l-İslam'ındaki bilgilerin bir kısmını öğrenip ezberlemelerini ve hayata geçirmelerini nâçizane tavsiye ederim. (Reformcuların, Afganîcilerin, naylon müctehidlerin, Kemalist ilahiyatçıların, Ehl-i Kitab da Cennetliktir diyenlerin hazırladıkları ilmihalleri alıp okumayınız!)

    İnternetten China Muslims Eid al-fitr kelimeleriyle görsellerden arayınız. Namaz kılan Türkistanlı ve Çinli kardeşlerimiz içinde bir tek başı açık kimse göremeyeceksiniz, hepsinin başlarında zarif, estetik, güzel takkeler vardır.

    Cenab-ı Hak azze ve celle hazretleri cümlemizi Kur'ana, Sünnete, Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye, İslam âdabına, şeair-i islamiyeye uyan, Cadde-i Kübra'da yürüyen, ihtilaflı meselelerde Sevad-ı Âzam dairesi içinde bulunan, Ulema-i Cumhurun yolunda yürüyen, ilmihalini kendisini kurtaracak kadar bilen ve inşallah ve biiznillah Resulün şefaatine nail olan firasetli ve edebli kullarından eylesin.

    Not: Tezellül niyeti ile olursa başı açık namaz kılmaya ruhsat verilmiştir. Lakin bu hal istisnaîdir. Tezellül ne demektir, bunun manasını bile bilmeyen, kalbinde tezellül niyeti olmayan kimselerin başı açık namaz kılmaları bid'attir, sünnet ve edebe mugayirdir.

    ÇOK ÖNEMLİ BİR HUSUS: Namazda, evde, mümkün olan her yerde başını örtmenin; insan haklarına, millî kimlik ve kültürümüze, din ve vicdan hürriyetine aykırı olan şapka iksası inkılabına muhalefet olacağı hususuna da dikkat buyurulmalıdır. Bu muhalefet bir nev'i nehy-i münkerdir.

    Müslümanlıkta, Osmanlı terbiyesinde erkeklerin başlarının kapalı olması terbiye, nezaket, kibarlık, görgü kuralıdır.

    Genç nesillere bunları öğretmek ilgili, sorumlu, imkanlı Müslümanlar için bir vazifedir.

    Diyanet İşleri Fetva Meclisi, camilere konulan kilise ve sinagog sıraları ve sandalyeleri aleyhindeki fetvası gibi, namazda başın örtülmesinin sünnet ve edeb olduğu, bu sünnetin ve edebin terkinin mekruh olduğu konusunda uyarıcı, aydınlatıcı bir fetva isdar buyursa ne iyi olur...

    Kültürlü, şuurlu, medenî Müslümanların gerek erkekler, gerekse kadınlar için islamî kıyafet konusunda harekete geçmelerini bekliyoruz.

    Erkekler için: Çok zarif islamî serpuşlar, kalpaklar... Yakasız gömlekler... İstanbuline benzeyen ceketler, pardösüler...

    Kadınlar için: Şer'î tesettür kıyafetleri... Cilbablar... Çarşaflar... Tek parçadan ibaret el dokuması ihramlar... Tek renkli başörtüleri...

    Bir Müslüman erkeğin bugün olduğu gibi yüzde yüz Avrupaî kıyafete bürünmesi doğrusu çok ayıptır.

    Şık bir "kostüm", pahalı bir "Frenk gömleği", yular gibi bir "kravat", içinde "atlet ve külot", kışın "palto ve pardösü", boynunda "fular veya kaşkol", ayağında "iskarpin"... Bari boynuna şöyle bir levha assın: "Şu halime bakmayın ben Müslümanım yahu!.."

    Başları kapalı Müslüman hanımlara ve kızlara selam ve hürmetlerimi arzdan sonra şu uyarıyı yapmak zorundayım:

    Bugünkü tesettür kıyafetlerinin çoğu şer'î tesettür değil, şeytanî tesettürdür.

    Keşke, başta Diyanet olmak üzere bellibaşlı islamî cemaatler, tarikatlar, sivil kuruluşlar şer'î tesettür konusunda bir seferberlik başlatsalar da bugünkü düttürü leyla, gülünç, erkeklerin dikkatlerini açık kadınlardan daha fazla çeken rüküş şeytanî tesettürden uzak durulsa...


  4. Dinle ha dinle. Çok güzeller ya..

     

     

    Türküler Dolusu

     

     

    Kirazın derisinin altında kiraz

    Narın içinde nar

    Benim yüreğimde boylu boyunca

    Memleketim var

    Canıma ciğerime dek işlemiş

    Canıma ciğerime

    Sapına kadar.

    Elma dalından uzağa düşmez

    Ne yana gitsem nafile.

    Memleketin hali gözümden gitmez

    Binbir yerimden bağlanmışım

    Bundan ötesine aklım ermez.

    Yerliyim yerli olmasına

    ilmik ilmik, damar damar

    Yerliyim.

    Bir dilim Trabzon peyniri

    Bir avuç tiftik

    Bir çimdik çavdar

    Bir tutam şile bezi gibi

    Dişimden tırnağıma kadar

    Ressamım.

    Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım

    Taşıma toprağıma toz konduranın

    Alnını karışlarım

    Şairim şair olmasına

    Canım kurban şiirin gerçeğine hasına

    içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum

    Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter

    Eğri büğrü , kör topal kabulum

    Şairim

    Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası

    Ayak seslerinden tanırım

    Ne zaman bir köy türküsü duysam

    Şairliğimden utanırım

    Şairim

    Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum

    Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim

    Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm

    Hey hey, yine de hey hey

    Salınsın türküler bir uçtan bir uca

    Evelallah hepsinde varım

    Onlar kadar sahici

    Onlar kadar gerçek

    insancasına, erkekçesine

    ´Bana bir bardak su´ dercesine

    Bir türkü söylemeden gidersem yanarım.

    Ah bu türküler

    Türkülerimiz

    Ana sütü gibi candan

    Ana sütü gibi temiz

    Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla

    Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.

    Ah bu türküler,

    Köy türküleri

    Dilimizin tuzu biberi

    Memleket ahvalini onlardan sor

    Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen´i

    Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni...

    Ben türkülerden aldım haberi.

    Ah bu türküler, köy türküleri

    Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak

    Hilesiz hurdasız, çırılçıplak

    Dişisi dişi, erkeği erkek

    Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara

    Bıçağı bıçak .

    Ah bu türküler köy türküleri

    Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi

    Kiminin reyhasından geçilmez

    Kimi zehir, kimi zemberek gibi.

    Ah bu türküler, köy türküleri

    Olgun bir karpuz gibi yarırılır içim

    Kan damlar ucundan, murekkep değil

    işte söz, işte ses, işte biçim:

    ´Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar´

    iliklerine kadar işlemiş sızı

    Artık iflah olmaz kavak ağacı

    Bu türkünün yüreğinde sancı var.

    Ah bu türküler, köy türküleri

    Ne düzeni belli, ne yazanı

    Altlarında imza yok ama

    içlerinde yürek var

    Cennet misali sev...

    Cehennemler gibi dövüşen

    Bir çocuk gibi gülüp

    Mağaralar gibi inleyen

    Nasıl unutur nasıl

    Ömrunde bir kez olsun

    Halk türküsü dinleyen...

     

    Bedri Rahmi


  5. Bunu ilk defa okuyorum. Hoşmuş. Şunu fark ettim, Üstad kabullenemediği bir durumda hemen parlıyor, kızıyor lakin şöyle bir okşayan cümle söylendi mi hemen yumuşayıveriyor. :) Bunu gururunu şişirmek benzetmesi yapmak yanlış olur elbet. Dayım vakti zamanında İstanbul'da öğrenim görürken pek çok kere katılmıl konferanslarına. Kendisine Üstad'ı sorduğumda pek de konuşmayı sevmeyen dayım sadece şunu diyebildi;

     

    _Üstad alkışlanmayı severdi.

     

    Hatırlarsınız geçenlerde de şu paylaşımda bulunmuştum;

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/14583-ustadyn-teklifine-nurettin-topcu-ne-demith/

     

    Burada da merhum Topçu “Efendim, pehlivanlar böyle olur. Güreş minderinde fanila giyilmez!...” cümlesiyle hemen Üstadın gönlünü alıvermişti. Çabuk köpürüyor ama bir ince söze hemen yumuşuyordu demek Üstad, kızgınlığı geçiyordu.


  6. Reşahat Aynelhayat, yani ‘Can Damlaları’nda o güne kadar bütün tasavvuf büyüklerinin hayatları, istikametleri, irşad faaliyetleri ve zuhur eden kerametleri değerlendirilmekte.

     

     

    Türkiye’de ve halkı Müslüman olan diğer ülkelerde tasavvufu bütün şubeleriyle topyekûn yok sayan bir anlayış ve zemin her zaman var oldu. Özellikle seksenli yıllarda İran İslâm Devrimi’nin etkisi ile ilmî olmaktan çok içsel bir tepki hâlinde, İslam’ı pratikte siyasal vechesiyle formülasyona tâbi tutan bazı çevrelerin tasavvuf karşısında takındıkları bu olumsuz tutum sürgit devam etti. Sadece İran İslâm Devrimi neticesinde değil, tasavvufun her şubesine karşı bir tutum, bir refleks olarak izahat getirme gayretinde olan ve bu izahatı Kur’an ayetleri ve hadislerle delillendirme uğraşısında bulunan bir topluluk her zaman var oldu. Elbette var olsun. Çünkü İslâm bütünlük söz konusu olduğunda, biri diğerini dışarıda bırakamayacak denli kuşatıcı, kapsayıcı bir ahenkle mündemiçtir.

     

    Tasavvufun bir edep ve derinlik olduğu hususunda ittifak eden âlimler, modern zamanlarda tarikat, hakikat ve şeriat bağlamında İslâm’ın batın ve zahir yönü üzerinde geniş çaplı eserler vermişlerdir. Batında ve zahirde derinlik kazanan İslâm’ın bu edep dergâhı ile ilgili olarak ön plana çıkan isimleri yeniden hatırlamak gerekiyor. Bu bağlamda üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ‘bir nevi tercüme denemesi’ sayılan ve Şeyh Safiyüddin veya sadece Safi namıyla maruf hazretin Reşahat isimli kitabını okumamak kişi için bir eksiklik olabilir mi? Bu sorunun cevabını verebilecek tasavvufî tecrübem yok ve fakat Reşahat müellifi Mevlânâ Ali bin Hüseyin’in vasıflandırırken kullandığı, ‘Biçare Safî, sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki, / Üç ayağınla o şanlı kervanın ardında koşmaktasın’ mısraının, insanın ruh kalıbında şekillendirme uğraşısı verdiği nefs mefhumunun istiklalli bir mânâ kazanması yolunda bir arayışı işaretlediği apaçık bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

     

    resahat.jpg

     

    Reşahat, Üstadın asliyle sadeleştirdiği bir tercüme denemesi

     

    Mevlânâ Câmi Hazretlerinin yazdığı Nefahat ile birlikte anılan Reşahat, tasavvuf bağlamında söylenecek herhangi birkaç kelâmın menbaı hükmündedir. Üstad Necip Fazıl’ın Nefahat ile igili olarak, Halkadan Pırıltılar başlığıyla Büyük Doğu’larda neşrettiği sadeleştirmelerin ‘malzeme kaynağını teşkil eder.’ Oysa Reşahat, az önce de ifade ettiğimiz gibi üstadın asliyle sadeleştirdiği bir nevi tercüme denemesidir. Yine üstadın ifadesiyle, ‘fakat öyle bir tercüme ki, müellifini benim Türkçem ve üslûbumla ifadeye davet eder gibi bir şey…’

    Reşahat Aynelhayat, yani ‘Can Damlaları’ şeklinde Türkçeleştirilen eserde, o güne kadar bütün tasavvuf büyüklerinin hayatları, istikametleri, irşad faaliyetleri ve zuhur eden kerametleri tafsilatlı bir değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Kitabın kaleme alınış gerekçesi hususunda Mevlânâ Ali bin Hüseyin kısaca, ‘Şeyhim Ubeydullah’ın sohbetlerinden bir süre uzak kalmıştım. Sonra tekrar halkaya dâhil oldum. O sohbetlerdeki inci tanelerine benzer hakikat cevherlerini, bu fakir, hafızasının sedef kabuklarında saklar ve tek noktasını örselemeksizin beyaz kâğıtlar üzerine dökerdi. O zaman düşündüm ki, saadet günlerim hikmet dolu anlarında o mübarek dudaklardan dökülen misilsiz kelimeleri bir arada toplayayım ve dertli kalblere aradıkları şifadan ilâç vereyim...’ Ve eser vücuda getirilir.

     

    Eserin menbaı dedik ama marifet yolunun menzillerini zikretmemek olmaz. Eserde bu ‘Altun Silsile’ şu şekilde halkalanıyor: “Hoca Ubeydulah Taşkendî, ‘Hâcegân’ yolu diye isimlendirilen tarikat nisbetini ve zikir talimi ehliyetini Yakup Çerhî Hazretlerinden almışlardır. O, Şâh-ı Nakşibendi'den, o, Seyyid Emîr Kulâl'den, o, Hoca Muhammed Bâba, Semmâsî'den, o, Hoca Ali Ramitenî'den, o, Mahmut Emir Fagnevî'den, o, Hoca Arif Reyvegerî'den, o, Abdülhalik Gucdevânî'den, o, Yusuf Hemedanî'den, o, Ebû Ali Farimedî'den, o, Ebülkaasım Gürkânî'den…” şeklinde uzunca bir silsile takip ediyor.

     

    Peki, kitabın müellifi Mevlânâ Ali bin Hüseyin kimdir? Kaynaklarda bilirtildiğine göre, Hüseyn Vâ’ız-ı Kâşifî’nin oğlu ve Fahrüddîn ve Safî isimleri ile meşhûr. Hicrî 867, miladî 1462’de Hirat’da doğmuş ve hicrî 939, miladî 1533 yılında yine Hirât’da vefât etmiştir. Reşahat, Şeyh Ahmed Allân-ı Mekkî ve sonra Muhammed Murâd-ı Kazânî tarafından önce Arapçaya, Üçüncü Murâd Hân zamânında, 1584 yılında, Muhammed Şerîf-i Abbâsî tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.

     

    Arif Akçalı

     

     

    dünyabizim


  7. 1924’te dersiamlık maaşı kesilen, vatandaşlıktan çıkarılan, vatanından uzakta gurbet acısını içine akıtan Mustafa Sabri Efendi ve ailesi 1928’de Mısır’a yerleşir.

     

     

    Zorunlu gurbet bir istihdam- ı ilâhidir elbette. Allah-u Teala; Osmanlı medreselerinin son döneminde yetiştirdiği iki büyük alimi Mısır’a sevk etmişti ; Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Şeyhülislam Vekili Düzce’li Zahidül Kevserî. Asrın başında İslâm Âleminin iki ilim merkezinden biri olan İstanbul’da medreseler kapatılmış, hocalar büyük takip ve baskı altına alınmıştı. İkinci ilim merkezi olan Mısır ve Ezher ise Batı’dan gelen fikri akımların öncüleri Kâsım Emîn, Muham-med Ferîd Vecdî, Muhammed Mustafa el-Merâgi, Muhammed Hüseyin Heykel, Ali Abdürrâzık gibi isimlerin etkisi altındaydı.

     

    Tüm İslâm Âleminin gözbebeği hükmündeki Ezher’in itikadî açıdan tahribinin ümmeti çok zor duruma düşüreceği aşikardı. Dinin Sahibi iki büyük âlimi Mısır’da istihdam ederek Ehl-i Sünnet itikâdını muhafaza ettirdi.

     

    Bu ümmetin her muhacirinin yaşadığı sıkıntıları Mustafa Sabri Efendi Hocamız ve ailesi de yaşamıştır. Parasızlık en büyük sıkıntılarıdır. Mısır’da doğru düzgün tanıdığı olmayan, yaşı bir hayli ilerlemiş olan Hocaefendi ve ailesinin geçimini oğlu İbrahim Sabri Bey üstlenir. Üstlenir üstlenmesine de kendisi de babası gibi âlimdir. Şâirdir, ediptir. Nâzenin bir ruha sahip bu insan kurak Mısır’da ne iş yapabilir ki ? Mecburen bir Ermeni’nin yanına çırak girer. Ayakkabı tamir etmektedir artık. İbrahim Sabri Efendi ayakkabıcıda bir gün falçeteyi eline kaçırır. Artık ömrü boyunca o acı günlerin izini elinde taşıyacaktır. İbrahim Sabri Efendinin aldığı üç beş kuruş para ile evde tencere, pardon, çaydanlık(!) kaynayacaktır. Yanlış yazmadım efendim, tencereleri yoktur, parasızlıktan da alamazlar. İbrahim Sabri Bey’in ifadesiyle önce çaydanlıkta kuru fasulye pişirip yerler sonra çaydanlığı yıkayıp çay demlerler.

     

    Hey gidi Osmanlı hey. İstanbul’daki gayrimüslimlerin ya iman etmeleri ya da İstanbul dışına sürgün edilmeleri için ferman çıkaran Yavuz Sultan Selim’e kafa tutan, sinirinden âsâsını yere vuran Zembilli Ali Cemâli Efendi’nin varisi Şeyhülislam açlıkla karşı karşıya kalır. Üstelik kendi yurdundan uzakta. Mustafa Sabri Efendi’nin çevresinde bir halka oluşmaya başlar. Nezaketin ve hilmin zirvesindeki Şeyhülislam’ın zorunlu gurbet arkadaşları vardır ; Mehmed Akif Esoy, İhsan Efendi, Düzceli Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri. (İhsan Efendi Hocamızın oğlu bugün İslam Konferansı Teşkilatı Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur). Tabii okuma ve okutma faaliyetlerine de devam eder. Türkiye’den binbir zorlukla gelen talebelere sahip çıkmaya çalışır. Üstad Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkciler Hocaefendi, Emin Saraç Efendi Hocamız, Prof. Ali Özek en başta akla gelen Mısır dönemi talebeleridir. Türkiye döneminden en meşhur talebesi ise Sahihi Buhari’yi şerh etme şerefine nail olmuş İsmail Kâmil Miras Hocamızdır.

     

    Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır dönemi ilim çalışmaları Ehl-i Sünnet akidesinin muhafazası, İslam toplumunun dış etkilerden muhafaza faaliyetleri açısından hocaefendinin en velud dönemi olmuştur. Oryantalistlerin açtığı kapıdan geçen onlarca Mısırlı, sahih akideyi bozmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. İstanbul’da iken İttihad ve Terakki içindeki zındıka komiteleri ile siyaseten mücadele eden Hocaefendi, Mısır’da İttihadcılar ile aynı kaynaktan beslenen yerli müşteşrikler ile ilmi açıdan mücadele ederdi. Hocaefendi’nin Mısır dönemi eserlerinin tamamına yakını reddiye türünden çalışmalardır.

     

    Doktor Muhammed Hüseyin Heykel; Efendimiz (sav)’in mucizelerini inkar eden, hadis ve siyer kitaplarını töhmet altında bırakan, Ehl-i Sünnet alimlerini galiz ifadeler ile yeren Hayatü Muhammed isimli kitabını neşreder. Ezher alimleri bu kitaba cevap vermekte zorlanınca Hocaefendi’ye gelirler. Hocaefendi bu kitaba reddiye olarak bir makale kaleme alır ama baskılar neticesinde makale dergilerde yayınlanmaz. Bunun üzerine Hocaefendi oturur, müstakil bir kitap yazar. Ancak gene işin içine maddiyat girmiştir. Bunun üzerine talebeleri kitabın baskı masrafları için gazetelere ilan verip halktan para toplarlar.

     

    İhvan-ı Müslimin teşkilatının kurucusu Hasan el-Benna’da kitabın baskı masraflarına ortak olur. Bugün İhvan teşkilatı farklı bir portre çizse de, banisi Hasan el- Benna Ehl-i Sünnet bir isimdir ve aynı zamanda Şazeli dervişidir. Bizim topraklarımızda Rufailik neyse Kuzey Afrika’da Şazelilik odur. Hocaefendi o dönemde hastadır, elleri titremektedir. Matbaacılar Hocaefendinin el yazısını okuyamadıkları için Üstad Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi oturur, yeni baştan yazar. Sonuçta ümmetin ortak gayretiyle el- Kavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu’minûne bi’l-Gaybi vellezîne lâ Yu’minûn (Gaybe iman edenlerle etmeyenlerin arasını ayıran nihai söz) isimli eser meydana çıkar. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere mucizeleri inkar edenler iman dairesinin dışına çıkmaktadırlar.

     

    Ne hazindir ki Mustafa Sabri Efendi’nin ülkesinde mucizeleri inkar edenler , hadis alimlerini karalayanlar baş tacı ediliyor. Bu eserin neşrinden sonra Mısır veliahdı Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’da olduğunu öğrenir. Hocamızı saraya davet eder ve kendisine maaş bağlatır. Hocaefendinin mali durumu biraz olsun düzelmiştir artık. Mustafa Sabri Efendi Mevkif-ul Akli vel Ilmi adlı eserinde Muhammed Abduh için şöyle demektedir: "Abduh‘un tuttuğu bozuk yolun hülasâsı şudur : Ehl-i Sünnet itikadı üzere tedrisât yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesi‘ni karıştırıp Ezherliler’in çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım bile dine, yaklaştıramamıştır.

     

    Hocası Cemâleddin Afgâni vâsıtasıyla Ezher‘e masonluğu sokan odur. Nitekim bir takım yanlış işlerin revaç bulması hususunda Kasim Emini‘yi teşvik eden de odur..." İşte bize kahraman diye yutturulmaya kalkışılan Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani’nin Hocaefendi nazarındaki ahvalleri. Afgani’nin ajanlığı hususunda Cennetmekan Sultan Abdulhamid’de Hocaefendi ile aynı kanaattedir ve hatıralarında bu hususu dile getirir. Yeri gelmişken Mustafa İslamoğlu’nun Afgani hakkındaki sözlerine değinmeden geçemeyeceğim. Afgani hakkında kanaati sorulan İslamoğlu “Afgani’ye kara çalanlar O’nun tuvalet bezi bile olamazlar” şeklinde cevap veriyor.

     

    Geçmişi, ilişkileri, hatta memleketi bile karanlık olan (Afgani’nin İranlı olduğuna dair kuvvetli iddialar var) Afgani için Müslümanların Halifesi ve Türklerin Hakanı Abdulhamid Han ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi başta olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerine söylenen bu sözü aylar önce dinledim. O günden beridir de içim halâ sızlıyor. Eşhedü billah ki Osmanlı’nın başkentinde bir tefsir dersinde Osmanlı’nın padişahı ve şeyhülislamı için söylenen bu söz kalbimi dağladı.

     

    Sözün ve söyleyenin kıymeti harbiyesini ve tuvalet bezinin ilmin neresine düştüğünü takdir etmek sizlerin vazifesi. Mustafa Sabri Efendi’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi de geleceğe ferasetle bakabilmesidir. “Biz; Türk Milleti olarak şapka işine karşı çıktık. Halbuki dildeki tahribata karşı çıkacaktık. Gün gelecek bu dil bize yetmiyor diyecekler” der. O günün şartlarında bu sözün değeri maalesef anlaşılmaz. İskilipli Atıf Efendi başta olmak üzere pek çok alim ve samimi insan şapka yüzünden darağaçlarını boylar. Ama bugün Mustafa Sabri Efendi sözlerinde haklıdır. Dilde sadeleşme, öztürkçeye dönüş sloganları ile başlayan süreç bugün artık ilkokullarda bile İngilizce eğitimi ile toplumsal cinnete dönüştü. İslam Harfleri ile yazılmış Türkçe demek olan Osmanlıca metinleri okuyabilen insan sayımızdan bahsetmiyorum.

     

    Fakirin şu yazılarında geçen üç beş ecdad yadigarı kelimenin ağırlığından şikayet eden arkadaşlarımız var. Geldiğimiz durum vahim. Gençliğimiz İstiklal Marşı’nı bile anlamaktan aciz hale geldi. Dünyada kendi milli marşını lugata bakmadan anlayamayan ikinci bir millet yoktur. Tabelalar, işyeri isimleri bile artık yabancı dilde. Dildeki değişim kültürel tahribi ve fıtratımızın tağyirini de beraberinde getirdi. Heyhat ki Mustafa Sabri Efendi Hocamızın bunu yetmiş sene önce dile getirmesi takdire şayan bir ferasettir. “Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin, Avusturya’lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste Comte ve Sosyolog Durkheim’dir” sözleri Hocaefendinin basiretinin bir başka misalini de göstermesi bakımından zikredilmelidir. Zira Mustafa Sabri Efendi Hazretleri bu sözü zikrettikleri zaman bu insanların yol açtıkları tahribat bilinmekteydi.

     

    Bugün ise sebep oldukları yıkıntı tüm insaf sahipleri tarafından anlatılmaktadır. Marx; öncüsü olduğu sosyalizm ve komünizm ile insanlığı inanılmaz bir girdaba sürüklemiştir. Komünizm adına işlenen her cinayette onun da payı vardır. Kamboçya gibi adı sanı duyulmamış bir Güney Asya ülkesinde iki milyon masum insan sırf komünizm adına katledilmiştir. Dünya elli yıl süreli bir soğuk savaşa sürüklenmiş; insanların aç kalması pahasına nükleer silahlanmaya sebep olmuştur. Darwin; insanın maymundan türediği fikri ve evrim teorisi ile insanların kafasındaki Hâlık fikrini çürütmeye kendini adayarak nice insanların zihinlerini bulandırmış, âhiret inancını yok saymak suretiyle buhranlara ve bunalımlara sürüklemiştir. Freud; her meselenin altında cinsellik aramakla yeryüzünde Lut kavminden sonraki en büyük ahlaki çöküntünün işaret fişeğini ateşlemiştir.

     

    Bugün Amerika’da kimi eyaletlerde yüzde sekseni bulan boşanma oranları, Batı gençliğinin içine düştüğü fuhuş ve eşcinsellik tuzağı, insanların temiz ruhlarını kirletmiştir. Comte; mucidi olduğu pozitivizm ile insanların madde ötesi alemleri inkârını sağlamıştır. Madde ötesini veya metafizik boyutları inkâr eden pek çok insan yolunu yitirmiş, gideceği yönü şaşırmıştır. Sözün kısası Mustafa Sabri Efendinin bu tespiti de haklı çıkmıştır. İnsanlık aleminin bugün içine düştüğü durumda Mustafa Sabri Efendi merhumun aziz ruhunu bir kez daha şâd etmek gereklidir. Tahrip edilen vicdanlar, bozguna uğratılan akıl ve tasavvurlar ile insanlık ruhî bir çöküntüye maruz kalmaktadır. Ancak sığındıkları psikoloji ve psikiyatri, dertlerine çözüm üretememekte; sadece verilen uyuşturucu ilaçlar ile insanlar canlı cenaze şekline sokulmaktadır ki bu da Mustafa Sabri Efendi merhumun atom bombasından daha feci tespitini haklı çıkarmaktadır.

     

    Mustafa Sabri Efendi merhumun Mısır günleri işte böyle dolu dolu geçer. Çekilen onca sıkıntıya rağmen, ortaya kelimenin tam anlamıyla devasa eserler çıkar. el-Kavlu'l-Fasl, Mevkıfu'l-Akl, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an gibi eserleri burada zikredilmeye değer. Hocaefendinin her eserinin günümüze bakan bir yönü de var. Mesela savm-ı ramazan isimli eserinden örnek verelim: Magazin programlarında fetva vermeye meyilli ilahiyat fakültesi dekanlığı da yapan bir sosyologumuz (!); geçtiğimiz ramazanlarda “ Ağır işte çalışanlar oruç tutmak yerine fidye versinler” diye akıllara zarar bir görüş belirtmişti. Aslında bu orijinal (!) fetvayı Süleyman Nazif’ten almıştı. Aynı görüşü Süleyman Nazif’in dile getirmesi üzerine Mustafa Sabri Efendi Savm-ı Ramazan isimli eserini telif eder. Eser; Süleyman Nazifi susturmaya yetmiştir. Hastalıklar ve sıkıntılar ile boğuşan Mustafa Sabri Efendi merhumun canını en çok gurbet yakar. Gönüllü gitmemiştir o.. Vatanından adeta kovulmuştur. Ama ülkesi rüyalarına bile girer. Talebesi Ali Özek Hoca’dan Kırkağaç kavunu bile ister Hocaefendi. (Laf aramızda Genel Yayın Yönetmenimiz Sezgin Hocamızda fakirden Kırkağaç kavunu istiyor. Bendeniz Kırkağaçlıyım. Sezgin Hocamıza sizin huzurunuzda söz vereyim efendim Mustafa Sabri Efendi gibi eserler verdiği sürece her sene elli adet Kırkağaç Kavununu bendeniz kendisine arz edeceğim)

     

    1954 yılına gelindiğinde Hocaefendi’nin zayıf vücudu artık bu şartlara dayanamaz. Zaten Mustafa Sabri Efendi’yi görenler şaşırırlar. Hafızası, ilmi ve kelamının yankıları ile herkes Hocaefendiyi devasa cüsseli olarak tahayyül etmektedir. Halbuki Hocaefendi zayıf, ufak tefek ve naif bir vücuda sahiptir. 1954 yılının Mart ayında (Miraç Gecesine denk gelmiştir) ebedi aleme göç eder. Cenazesi mahşeri bir kalabalıkla kaldırılır. Arkada onlarca eser ve hoş bir seda bırakır.

     

    Son söz olarak bir meseleye değinmemiz gerekli. Hocaefendi ile Zahidül Kevseri kader meselesinde anlaşmazlığa düşerler. Elbette o tür bir ilme erişmiş iki alimin delilleri farklı izah etmeleri normaldir. Ancak bu meseleden hareket ederek Ehl-i Sünneti yıpratmayı düşünen bir takım kimseler var ki yaptıkları büyük hatadır. Zahidül Kevserinin talebesi Emin Saraç Hocaefendi; her iki alimin dostluğuna şehadet etmektedir.

     

    Mustafa Sabri Efendinin “Ben Zahid Efendi gibi bir ders vekiline sahip olmakla diğer Osmanlı Şeyhülislamları karşısında iftihar ederim” sözü de malum çevrelerin hatasını gözler önüne sermektedir. Mısırlı Azzam Paşa’nın yardım teklifini “Ders Vekilim Zahid Efendi daha zor durumda. O’na götürün” diyecek kadar Düzceli Zahid Efendiye düşkün olan Mustafa Sabri Efendi nasıl olur da O’ndan kopar!

     

    Ahmet HALİLOĞLU

    • Like 2

  8. Yusuf kardeşim Ali Kara Hocamızdan nakledilmiş elbet doğrudur ben sadece "ette" kısmında tashihe gittim. Zira "İnneke" de "ke" zamiri varsa buna müsavi gelen zamir, ente zamiri olmalıdır. İnneke ente allamul ğuyub şeklinde yani, ben duanın tamamı adına konuşmadım.

    • Like 2

  9. Röportaj

     

     

     

     

    Erbakan Hocanın Günaydın Röportajı 1977

     

     

     

    Nisan 1977 tarihli Günaydın Gazetesine verdiği röportajda Erbakan Hoca anılarını şöyle aktarıyordu:

     

    Gazete: “Diğer parti liderlerinin geçmişi hakkında herkesin az buçuk bir fikri vardır. Fakat biz, gazeteci olmamıza rağmen MSP Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın gençliği ve özel hayatı hakkında kâfi bilgimiz yoktu.. Kendisinden bu mevzuda bizi aydınlatmasını rica ettik. Ricamızı kabul eden Sayın Erbakan, müsaade ettiği zamanlarda 360 dakika, yani 6 saat zaman alan teypler doldurdu… Bu teypler, Erbakan’ın çocukluğundan bu yana olan özel hayatı ile politikaya atılışını ve siyasi mücadelesini kendi ağzından yansıtmaktadır. Biz bu teyp konuşmalarına ne bir kelime ilave ettik, ne de bir kelime çıkardık” diye başlıyordu.

    -Hocam teyp hazır sizi dinliyoruz.

    -Efendim bizim dedelerimiz kozan oğullarındandır. Kozan oğulları bugünkü Fethiye ile Adana arasındaki sahil bölgesinde hükümrandılar. Selçuklu Türklerindendir. Osmanlılara asker ve vergi vermekle beraber kendi içişlerine müstakil kalmışlardır. Bu hal Cennetmekân Sultan Hamit zamanına kadar sürmüştür. Sultan Hamit bu beyliğe son verildiğinde büyük dedemin ağabeyi son kozan beyi idi. Beylik son bulduktan sonra büyük dedem ve ağabeyi Sultan tarafından İstanbul’a getirilmişlerdir. Rahmetlik babam Mehmet Sabri Bey İstanbul’da bulunduğu zaman hukuk tahsili yapmıştır. O zamanın hukuk tahsili tabii… Kadı olarak göreve başlamıştır. Ve ilk görevi Muş’un genç kazasında olmuştur. Balkan harbi falan sırasında olabilir. Çünkü seferberlikte Erzurum’daydı. (Rus ve Ermeni saldırıları sırasında) O acıları yaşamıştır. Kendisi bundan sonra takriben 40 sene Türkiye’nin muhtelif yerlerinde kadılık ve ağır ceza reisliği olarak görev yapmıştır. Evet, 40 yıl bu görev esnasında Bingöl Genç’den başlayarak, Türkiye’nin çeşitli yerlerini dolaşmıştır, bu meyanda Kastamonu’da bulunmuştur. Tekirdağ’da bulunmuştur. Erzurum’da bulunmuştur. Sinop’ta bulunmuştur. Afyon, Kayseri, Trabzon… Buralarda kadı ve ağır ceza reisi olarak görev yapmıştır. Sinop’tayken, 29 Ekim 1926 yılında ben doğmuşum. Sinop’tan sonra Kayseri’de, Trabzon’da ve kısa bir süre de Afyon’da bulunduk. Benim nüfus kütüğüm afyon’a kayıtlı idi. Oradayken nüfusa kaydedilmiş bulunuyor idik.

    Kardeşlerinden hiçbiri baba mesleğini seçmiyordu

    Biz 6 tane kardeşiz. En büyük kardeşim Ankara’da cilt ve deri hastalıkları profesörüdür; Nizamettin Erbakan. O’nun küçüğü İzmir’de göz profesörüdür; Selahattin Erbakan. Ben 3 numarayım. 4 numara Kemalettin Erbakan, İstanbul’da diş tabibidir. 5 numara kız kardeşimdir. Eczacılık Fakültesini bitirmiştir, ismi Atıfet Aydın, evlidir. Ondan sonra 6 numara mühendislik tahsil etmiştir ve serbest olarak çalışmaktadır. İsmi Akgün Erbakan‘dır. Görüldüğü gibi ailede büyük çoğunluk tıp ve mühendislik tahsili üzerindedir ve hiçbir tanesi de baba mesleğine intisap edememiştir. Hâlbuki rahmetli Pederim çok arzu ederdi…

    İlk ezan sesini 4 yaşındayken duyuyor ve ruhuna işliyordu

    Sinop’tan sonra Kayseri’ye geldik, Kayseri’de 5 sene oturduk. Çocukluğumuzun ilk dönemiyle ilgili hatıraların mekânı Kayseri’dir. O yıllardan hatırladığımız hadiseler Laleli Cami’siyle ilgilidir. Bu bir Selçuklu Camisidir. Çocukluğumuz laleli cami’sinin avlusunda oynayarak geçmiştir. Ve ramazan günleri camide birçok yaşlı insanların sükûnet ve vakar içinde camiye girip çıkışlarını hala hatırlarım. Ve yine Kayseri’de ilk defa bir Cuma günü ezan sesini duyduğumu hatırlıyorum. 3 veya 4 yaşında idim.

    Bir sene önce Kayseri’ye gittiğimiz zaman, çocukluğumuzda oturduğumuz evler duruyordu. Bu evleri gezdik. O vakitler oturduğumuz ev, hacı İbrahim Efendi isminde bir muhterem zatındı. Asıl ev kısmını bize vermişti… Kendisi onun yanındaki kulübe gibi kısmında oturan çok değerli bir insandı. Şimdi onun torunu bizim oturduğumuz evde oturuyor. Gittiğimiz zaman o genç çocuk bize evi gezdirdi. Fakat evin içerisindeki her noktayı benim ondan çok bilmeme hayret etti. Meselâ evin merdivenin altında bizim, söğüt dallarından yaptığımız düdükleri koyduğumuz taşın oyukları vardı. Tabii, o oyukları adamcağız ne bilsin, şurada şunlar var, şunun arkasında şunlar var, dedikçe şaşırıyordu.

    Babam 40 yıllık hizmetten sonra Trabzon’dan emekli oldu

    Kayseri’de en fazla 6 yaşına kadar kaldım. Bunlar çocukluğumuzdaki hatıralardır. Kayseri’de Cumhuriyet İlkokulu’na başladık. Ve Cumhuriyet İlkokulu’nda takriben 1 ay kadar okuduktan sonra Trabzon’a gittik. Rahmetli peder Trabzon’a nakledildiği için… Trabzon’da Gazi Paşa İlkokulu’nda okuduk. 5 sene de Trabzon’da kaldık. İlkokulu orda bitirdik.

    Rahmetli peder 40 senelik bir hizmet devresinden sonra, Trabzon’dan emekli oldu. İstanbul’a yerleştik. Fatih’e… Ecdattan kalma bir evimiz vardı. Orada oturduk. Lise ve ortaokul olarak İstanbul Erkek Lisesine gittik.

    İstanbul Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirdikten sonra Teknik Üniversite başlıyordu

    İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra Teknik Üniversite’ye girdik. Aslında İstanbul Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirmiştik. Teknik Üniversiteye isterseniz imtihansız girebilirsiniz dediler. 30 kişi imtihansız girmişti. Ben bunu kabul etmedim, imtihana girdim. Bu imtihana aşağı yukarı 2 bin talebe girmiş idi. İlk 10 kişinin arasında derece aldık, bu 2 bin kişinin içerisinde…

    -Süleyman Bey de mi o yıl girmişti Teknik Üniversiteye?

    -Hayır, Süleyman Bey benden bir sene önce girmişti. Süleyman Bey ilk 100 kişinin içinde, 100’üncü falan girmiştir. 120 kişi alınıyordu zaten mektebe.

    -Aynı sınıfta okuduğunuza göre Süleyman Bey bir sene kaldı mı efendim?..

    -Hayır, Süleyman Bey 1. Sınıf’a girmişti, ben ise doğrudan ikinci sınıfa girdim. O da 2. Sınıfta idi, böylece 2. Sınıfta buluştuk.

    -Lâkabı neydi efendim Süleyman Bey’in mektepte?

    Süleyman Demirel aslında sessiz, silik bir çocuktu

    -Süleyman Beyin lâkabı falan yoktu. Aslında sessiz, silik bir çocuktu, yani, koridorlarda tek başına gider gelirdi. Teknik Üniversitede böylece beraberce, birleştik. Ve 1948 senesinde teknik üniversiteyi aynı devrenin elamanı olarak bitirdik. Yalnız biz 1948 Haziranda mezun olduk, Süleyman Bey bütün sınıfı ile beraber Şubat ayına ikmale kaldı. Ve O, 1949 senesinin şubatında mezun oldu.

    -Yani Demirel sizden bir yıl önce başlamasına rağmen, 1 yıl sonra bitirebildi?...

    Bizim sınıfımız aşağı yukarı bütün şubelerle beraber 200 kişilik bir sınıftı. Yani 50 tane kadarı makinadaydı, 100 tanesi kadarı inşaattaydı.. Elektrik ve mimari kısımları vardı. 4 tane fakülte olmak üzere, 4 fakültenin yekûnu takriben 200 kişi tutuyordu. Bu 200 kişi ile beraber tabii 2. Sınıfta dersleri beraber okuduk.

    Zaten bizim zamanımızda Teknik Üniversite 6 senelik bir mektepti.

    İlk 3 sınıfında bütün fakülteler bir arada okurdu. Sonra ihtisas ve meslek derslerine ayrılırdı. Onun için 2. 3. Sınıflarda bütün dersleri beraberce okuduk. Bu beraberce okumuş olduğumuz derslerde, analitik geometri, analiz gibi riyaziyeye ait derslerde hocalar imtihan notlarını sınıfta okurdu. Bu imtihan notlarında biz hep on numara alıyorduk. Ve ikinci sınıfa girdiğimiz halde, onların içerisinde en yüksek numarayı alışımız, tabii dikkatlerini çekiyordu. Biz onların sınıfına bir sene sonra geldik. Aslında bu bir sene sonra geliş dolayısıyla 1. Sınıf derslerini okumadığımız halde büyük muvaffakiyetti bu.

    Süleyman beye eğe dersleri ağır geldiğinden inşaata geçiyordu

    Süleyman Bey makineci olarak girmiştir üniversiteye. Eğe dersleri ona ağır geldi… Bu yüzden ikinci sınıfta inşaata çevirdi.

    -Neden ağır geliyordu?

    -Çünkü eğe dersleri hakikaten zordu. Bir usta gibi 4 saat eğe sallamak vardı.

    Biz girdiğimiz zamanlar o inşaat şubesine kendisini intikal ettirmişti. Ama arkadaşlardan duyardık ki, bilhassa bu eğe dersleri Ona zor gelmiş bu yüzden makinadan inşaata geçmiş…

    Erbakan Almanya’da, Leopard tanklarının motorlarını yapan fabrikaya başmühendis oluyordu

    Almanya’da 3 yıl kaldıktan sonra 1954 yılının mayıs ayında askere gittim. Vatani görevimi İstanbul’da Kâğıthane’deki İstihkâm Okulu’nda motor hocası olarak yaptım

    Nitekim biz ikinci sınıfta bu tesviyecilik derslerine devam ettik, makine şubesi talebesi olarak… 4 saat eğe sallanmaktaydı, ondan sonra da kontrolde kabul edilmesi lazımdı. Zor bir derstir. Yani, insan nefsine güç gelen bir derstir. Eğe sürmesini bileceksiniz. Koskocaman bir demiri yontacaksınız ve onu diğer bir altıgen demirin içerisine girecek hale getireceksiniz. Böyle ışığa baktığınız zaman hiçbir tarafı fazla eğelenmiş olmayacak. Tam makineden çıkmış gibi olacak…

    -1948 senesinde Teknik Üniversiteden mezun olduk.. 1948 senesinden sonra 1951 yılına kadar geçen 3 senelik bir zaman zarfında ben mezun olur olmaz Motorlar Kürsüsü’ne asistan oldum. Zaten Motorlar Kürsüsünden Öğretim Üyeleri beni bekliyorlardı.

    Haziran’da mezun oldum. 1 Temmuzda asistan olarak öğretim üyeliğine atandık. Yani imtihanların hemen hemen bittiği gün, aynı fakültede Hoca olarak göreve başladık. (Bu bir ilk sayılırdı)

    Deutz Motor Fabrikası tarafından Almanya’ya çağrıldım

    Prof. Selim Palavan’la beraber ikimiz üniversitede motor dersi vermeye başladık. Sonradan o gemi fakültesine geçti. Onunla beraber kürsü arkadaşı olarak dersleri bölüşerek verdik. O makine dinamiği kısmını veriyordu, ben motor derslerini veriyordum. Ve bir yandan da tabii tezlerimizi hazırlıyorduk. Bu tezler 1951 senesinde tamamlandı. Çok başarılı bir tez oldu. Ve bunun arkasından üniversite tarafından Almanya’ya gönderildik. Almanya’da 3 sene kadar kaldık. 1954’de tekrar döndük. Bu kalışımız esnasında bir yıllık bir devrede, Almanya’da 3 tane tez hazırladık. 1 - O gün size söylediğim doktora tezi, 2- Teknik Üniversiteden Doçentlik tezi ve 3- Alman İktisat Bakanlığı’na “motorlarda ekonomi” hakkında bir tez.

    Bu tezler Almanya’da neşredildi. Klockner Humboldt Deutz A.G.”KHD” motor fabrikasının umum müdürü bizi, davet etti. Motorlar hakkında tezimizi okumuş, çok beğenmiş ve hayret etmişti.

    Leopard tanklarının motorlarını yapan fabrikaya başmühendis atandım

    Almanya’daki motor mecmualarında çıkan makalemiz dolayısıyla direktör Flatz, KHD’nin umum müdürü olarak beni davet etti. O zaman Almanya leopard tanklarının motorlarını hazırlıyordu. Bu tank motorları inkişaf bakımından teknik problemleri çok güç olan sorunlu bir motor idi. Bizim doktora tezimizdeki çalışma mevzularıyla ilgili olduğu için orada bana araştırma başmühendisliği teklif ettiler. Ve ben Teknik Üniversite’ye dönüp doçentlik imtihanlarımı verdikten sonra orada araştırma başmühendisi olarak görev yaptım.

    1953 senesinde, takriben 1 yıl kadar çalıştım. Sonra 1956 senesinde tekrar Almanya’ya aynı araştırmalar için davet ettiler. Bir kere daha 1956 yılında 6 ay kadar kaldım.

    27 yaşında Teknik Üniversite’nin en genç doçenti unvanını kazandım

    -1953 yılında doktor olduk. 53 yılının başında, Mart ayında doktora imtihanlarını verdim, 53 yılının Mayıs ayında Teknik Üniversite doçentlik imtihanlarını verdik. Bunlar ayrı ayrı iki tezdir, biri başkadır, diğeri başkadır.

    1 Mayıs 1953’ten itibaren Almanya’daki “KHD”de araştırma başmühendisi olarak başladık. O sırada, Teknik Üniversitede doçentlik imtihanlarını da başarıyla tamamlamıştık. Ve ondan sonra teknik üniversitede, esasen ilkokula küçük yaşta gittiğim için, 6 yaşında, 17 yaşında teknik üniversiteye girdim. 5 senede bitirince 22 yaşında çıktık. Bütün bu tezlerin hepsinin hazırlanması da 5 senede olduğu için 27 yaşında doçent oldum. Bu Teknik Üniversite’nin en genç doçenti olmak demektir.

    Aynı zamanda Almanya’da da en genç doktorasını yapan kimse idim. Teknik Üniversitede de en genç doçent oldum ve Teknik Üniversite’de doçent olup Almanya’da bu motor sahasında 1 sene çalıştıktan sonra tekrar geldim.

    Teknik Üniversite’deki doçentlik vazifesine birkaç ay devam ettikten sonra askere gittim. 1954 senesinin Mayısının sonuydu galiba…

    Askerliğimi istihkâm olarak İstanbul’da yaptım

    1.5 yıl askerliğimizi istihkâm olarak tamamladık. İstanbul’da, Kâğıthane’de 6 aylık kısmını okulda yedek subay olarak yaptık. Onu yaptıktan sonra, 1 yıl müddetle hem Kâğıthane’deki okulda motor hocalığı yaptık, hem de Kâğıthane’deki okulun emrinde dördüncü kademeyle görevli bulunan İstihkâm Bakım Birliği’nde teknik müdür olarak görev aldık.

    -Hatırladığınız askerlik arkadaşınız var mı?

    -Askerlik arkadaşımız çoktur. Bizim askerlikten arkadaşımız, Baki Öniş var. Ben çavuş idim o on başım idi. Baki Öniş, Yusuf Ziya Öniş vardır ya, İş Bankası umum müdürü, onun oğlu… Askerlik arkadaşım çoktur, fakat siyasete atılanların içinde fazla bir kişi sayamayız.

    Batının en gelişmiş tankı “Leopard”ların ateşleme sistemini yeniden programladım

    Bugün, Batı Blokunun en gelişmiş tankı olan Leopard tankının yüksek savaş etkinlikleriyle, en ağır şartlarda bile görevini yerine getirmeleri, olumlu şöhretinin doğruluğunu ortaya koymaktadır. 40 ton ağırlığında, 2 metre 62 santim yüksekliğinde 6 metre 94 santim uzunluğunda ve 3 metre 25 santim eninde olan leopard tankları 65 kilometre sürat yapabilmektedir. Top menzili 5.500 metredir. Motoru 4 zamanlı sıvı soğutuculu ve değişik tip yakıt yakan V10 tipidir. 4 vitesli hidrolik devirli olup elektro-hidrolik dişlidir. (Almanların 1. Dünya Savaşında Rusya hücumu sırasında bu tankların yakıtları donduğu ve çalışmadığı için, leopardların en zor hava şartlarında, üstelik hem benzin, hem mazot, hem gazyağı hem de gerekirse zeytinyağı ile bile çalışacak şekilde, bunların ateşleme sistemlerini Erbakan yeniden icat ve dizayn etmiştir)

    Çok çalışkan olduğu için üniversitede “KUŞ” lakabı takılıyordu

    Yazılı ve sözlü imtihanlardan hep 10 numara alıyordum

    -Şimdi kendi sınıfımdayken sınıf arkadaşlarıma hocalık yapmak başka, bir sınıfın en çalışkanı olmak başkadır. Çünkü arkadaşlarına hocalık yapmak gibi bir hususiyet vardır. Bu hususiyet bende daha küçük yaşlarda başlamıştır. Mesela; İstanbul Erkek Lisesi’ne devamda 1 ay kadar geç kalmıştık. Biz Trabzon’dan geldiğimiz zaman, o bir ay esnasında hocaların anlattığı konularda bulunamamıştık 1 ay sonra müzakere yapmaya başladıkları zaman, hocalarımız hemen ilk günlerden itibaren “sınıfın en çalışkanıdır” unvanını takmıştır. Hatta ortaokulun 2. sınıfında tabiat bilgisi derslerini, fizik derslerini, hocamız diş tabibiydi, kendisi çok meşgul olduğu için vermediği dersleri, bana hazırlattırıp, anlattırırdı.

    Ortaokulun son sınıfında bütün derslerden 10 numara alarak geçmişizdir. Onlar bitirme imtihan’ı idi, yani müsabaka şeklinde yapılırdı, kapalı kâğıtlarla.

    “Ne bir kelime fazla, ne bir kelime eksik”, Hocaların anlattığı ve kitapların yazdığını aynen tekrarlıyordum

    Bilhassa matematik derslerinde, birçok problemleri kaldırıp çocuklara anlattıran 7. sınıftaki riyaziye hocamız ki bu Sulhi Dönmezer’in babasıydı.

    -“Bak dikkat ediyor musunuz bir tek kelime fazla söylemiyor, bir tek kelime eksik söylemiyor. Ben anlatsam bunu böyle anlatamam” diye sınıfta takdir hisselerini ifade ettiğini hatırlıyorum.

    Evet, kendisi eski demiryolu subaylığından emekli olmuştur. Ve İstanbul Erkek Lisesinde matematik hocalığı yapardı, Fatih’te otururdu. Bütün matematik hocalarının, hepsinin bir hususi alakası olmuştur bana.

    “Sıfırcı Avni’den hayatında ilk defa 10 tam notu ben alıyordum”

    Ha, unutmadan söyleyeyim meşhur “sıfırcı Avni” hayatında ilk tam notu, yani on numarayı bana vermişti. Lise bir, yani dokuzuncu sınıfta bize matematiğe geldi.

    Ben hevesle beni derse kaldırsın diye bekler dururum. Meğersem hocanın birisi ona benim hakkımda bir şeyler fısıldamış. Bekle bekle, hoca beni derse kaldırmıyor. Herkesi derse kaldırıyor basıyor sıfırı.

    İlk defa bir yazılı imtihan yaptığı zaman, bir on numara verdi ve ertesi gün geldi, notları okurken, dedi ki:

    -“Ben hayatımda ilk defa bir iş yaptım, Necmettin’e 10 numara verdim Hâlbuki bugüne kadar ben 10 numarayı hep kendime saklardım. Fakat sorduğum suallere vermiş olduğu cevapları gördüğüm zaman bu adetimi bozmak mecburiyetinde kaldım”

    Tabii 11’inci sınıfa gelince fizik hocası, kimya hocası ve matematik hocaları bana ayrı ders vermeye başladı. Yani bilhassa matematik hocası, Fransa bakaloryalarında sorulan sualleri bana sorardı. Mesela bütün sınıfa başka ödev verirdi, ama bana başka ödev hazırlardı. Sen şunu yap derdi. Ve bu ödevler üniversite seviyesinde ödevler idi.

    “Hocamız Hasan Fehmi 3 bin kişinin içinde benim kapalı yazılı kâğıdımı tanıyordu”

    Ve, 11’inci sınıfta bitirme sınavlarında riyaziye hocamız heyet halinde imtihan kâğıtlarını okurlarken, bakınız ben bu kâğıdı açmış değilim, fakat (Bütün İstanbul’daki özel okullar da bizim okulda imtihan oluyordu ki, aşağı yukarı 3 bin kişilik falan bir imtihandır bu.) 3 bin kişinin kâğıdının içinde, “bu mutlaka Necmettin’in kâğıdıdır”, demiş muallimler meclisinde, riyaziye hocamız Hasan Fehmi. İltimas olmasın diye isim, soyadı ve mektep numarası köşede katlı ve görünmez vaziyette idi.

    O zaman liselerde iftihar kitapları çıkardı. Tabii o zaman, bütün o iftihar kitaplarına geçmişizdir. O imtihan kitaplarını bulursanız, oradaki sınıflar ait o küçük yaştaki fotoğraflarımdan da bulmak mümkündür. İftihar kitabı bütün Türkiye’nin iftihar kitabı diye basılıyordu o zaman. Biz 8. sınıfta iken başladı. Son sınıfa kadar devam etti..

    -Bir de efendim bu çalışkanlık yüzünden, öğretmenleriniz veya arkadaşlarınız size bir isim bulmuşlar mıydı o zaman?

    -Efendim Teknik Üniversitede tabii ismimiz kuş’tu. Kuş; orda çok çalışkanlara (koşarak değil, uçarak iş yapanlara) verilen isimdir. Lisede böyle bir isim takma girişimi olmamıştır. Yalnız lisede bir matematik kulübü kuruldu. Bütün sınıflar arasında. İstanbul Erkek Lisesi Büyük bir lisedir.

    O zaman aşağı yukarı 6 adet son sınıf vardı, 3 tane edebiyat, 3 tane fen. Bütün bu sınıfların arasında bir matematik kulübü teşkil edildi. Ve oraya başkan olarak beni seçtiler.

    “Kimya hocası Refik Bey ders anlatışıma hayret ediyor ve hayranlığını belirtiyordu”

    Kimya hocamız Refik Bey çok kıymetli bir kimyacıydı. Refik Bey gayet sert bir insan, kimseye 4 ve 5 numaradan fazla vermez, diye adı çıkmış bir hocaydı. İlk günü bir ders anlattı. Şimdi bunu kim anlatacak, dedi… Tabi arkadaşlar bizi gösterdiler, kalktık.. O bir tek çözüm şekli göstermişti. Bu “kimya denklemlerinin kat sayılarının tayini” hakkındaydı. Biz ise bunu şöyle yapabiliriz, böylede yapabiliriz” diye iki üç türlü kendisine izah ettiğimiz zaman, tabii hayretler içinde kalmıştı. Dedi ki ben eski senelerdeki usullerimi bozacağım galiba… Çünkü benden 5’den 6’dan fazla numara kimse alamazdı. Ama şu anlatma karşısında bu arkadaşınız bana usullerimi bozduracaktır” dedi. Böylece benimle ilk defa tanıştı.

    “Sınıf arkadaşlarıma bedava ders veriyordum”

    Bu arada, Lisede iken,, birçok dersleri diğer arkadaşlara anlatıyorduk. Ve bizim günümüzün yarısı arkadaşlarımıza özel ders vermekle geçiyordu. Birçokları bir kısım dersleri anlayamazlardı. Bilhassa lisenin son sınıfında. Sınıfın 20 kadar talebesine adeta Cumartesi Pazar günleri özel ders veriyorduk.

    -Bedava mı hocam?

    -Tabii bedava.. Sınıf arkadaşımız bunlar.. O zaman mütalaa sınıfları vardı. Mütalaa sınıflarında herkesin kendi kendine çalışması lazımdı. Amma hocalar benim ders vermeme müsaade ederdi. Arkadaşlar benim yanıma gelirlerdi, o zaman biz, sabahleyin derste hocaların anlattıklarını, kavranmayan kısımlarını bir kere daha tercüme ederek anlatmaya çalışırdık. Böylece sınıf arkadaşlarımıza bir nevi hocalık yapardık.

    Siyasi hayatı ve kısa hatıraları

    Erbakan Hoca milletine, memleketine ve tüm İslam ve insanlık âlemine en hayırlı ve kalıcı hizmetleri yapabilmek üzere siyasete atılmış, dünyalık nimet ve etiketleri hiçe sayarak tarihi bir mücadeleye başlamıştı. Onun bu girişimi en çok din ve milliyetçilik istismarcılarını telaşlandırmıştı.

    MSP’ ye girmek isteyen Türkeş’in yardımcısını komandolar kaçırıvermişti İşte o günkü bir gazete haberi:

    “MHP’ den ayrılan 6 kişi otomobille MSP merkezindeki katılma törenine giderken, ikinci otomobilde bulunan Faruk Akküllah ve Yüksel Serdengeçti komandolar tarafından kaçırıldı. Serdengeçti bulundu Akkülah’ı ise polisler arıyor.. MSP genel merkezinde düzenlenen transfer törenine gitmek üzere iki otomobille yola çıkan altı MHP’liden ikisi kaçırılmıştır. MHP genel başkan yardımcılığından bir ay önce istifa ettiği öne sürülen ve önceki gün kaçırılan Faruk Akkülah henüz bulunamamıştır. Öğrenildiğine göre MHP’den ayrılan altı kişi, MSP genel merkezinde yapılacak törene katılmak üzere 1969 yılında MHP genel sekreterliği yapan eski milletvekili İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun Gazi Osmanpaşa Nenehatun Caddesi Kargöz Sokaktaki evinde bulunmuşlardır.” (o günkü gazeteler)

    Şeyh Şamil’in torunu MSP’den milletvekili oldu

    MSP’li parlemanter adaylarının çoğunluğu ilahiyatçı, tüccar ve mühendislerden oluşmaktaydı.

    Milli Selamet Partisi’nden 5 Haziran seçimleri için Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu üyeliğine aday adayı olanların adları Çankaya sinemasında düzenlenen bir toplantıda açıklanmıştır. Adları açıklanan adaylar arasında Şeyh Şamil’in torunu Sait Şamil de vardı. [1]

    Tarihin ilk ayakkabılı eylemi Erbakan’ın milli sanayi mücadelesiyle yapılıyordu

    Dünya da ilk ayakkabılı protestonun patenti de bize ait çıktı. Hem de tam 50 yıl önceki bir olaydı.

    Peki, ayakkabıyı fırlatan ile muhatap olan kim olmaktaydı?

    Yıl 1961. Yer Ankara... Birinci Otomotiv Sanayi Kongresi yapılmaktaydı. Kongre'ye katılanlar arasında işadamları, bürokratlar, mühendisler, gazeteciler vardı. Kongre'nin öncülüğünü yapan isimse daha sonra Türkiye'nin siyasi hayatına damgasını vuracak olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan'dı.

    Erbakan,1956 yılında daha 30 yaşında iken Gümüş Motor Fabrikasını kurarak Türkiye'nin ilk büyük sanayi hamlesini gerçekleştirmiş, yine 1960 yılında Ankara'da yapılan Sanayi Kongresi'nde ilk kez "Türkiye'nin kendi otomobilini üretebileceği" fikrini ortaya atmıştı. 1961 yılındaki Otomotiv Kongresi bu çabaların bir sonucu toplanmıştı. Kongre salonu oldukça kalabalık ve heyecanlıydı. Salonda Türkiye'nin kendi otomobilini üretebileceğinin inancı ile heyecanlanan mühendislerin yanı sıra, yerli otomobil fikrine karşı çıkan işbirlikçi Masonlar da bulunmaktaydı.

    Bunlardan biri de, Bernar Nahum'dur. Bernar Nahum, Lozan gizli danışmanlarından olan ve Türkiyenin adım adım İslam’dan uzaklaştırılmasını, her yönden zayıflatılıp parçalanmasını amaçlayan Siyonist Yahudi planın fikir babası Haham Hayim Nahum takımındandı.

    Bernar Nahum, Koç Otomotiv Grubu'nun temsilcisi olarak toplantıdaydı.

    Parantez açalım: Vehbi Koç ile Bernar Nahum 1944 yılında tanışmış, bu tanışma Koç Grubu için tarihi bir dönüm noktası olmuş, . Grup hızla büyümeye ve küresel bir şirket olmaya başlamıştı. Koç ile Nahum ortaklaşa Otokoç'u kurmuş ve başına da Nahum atanmıştı. Bir iddiaya göre Bernar Nahum, Lozan anlaşmasının mimarı meşhur Hayim Nahum'un oğlu olmaktaydı. Bir iddiaya göre de Koç grubu'na ait, BEKO'nun BE'si Bernar'dan, KO'su Koç'tan alınmaydı.

    Gelelim ayakkabılı eyleme:

    Bernar Nahum, Birinci Otomotiv Kongresi'nde konuşurken salondaki hava giderek elektriklenmeye başlamıştı. Çünkü Otokoç'un ortağı ve yöneticisi Nahum, salondaki heyecanın aksine otomotiv sanayinin zorluklarından bahsetmekte ve yerli otomobil fikrine karşı çıkmaktaydı.

    O sırada ön sıralarda oturan genç bir mühendis, bir kürsüde konuşan Bernar Nahum'a, bir de ayakkabılarına bakmaktaydı. Makina Kimya Endüstrisi'nde (MKE) çalışan Erbakan’ın Millici ekibinden olduğu anlaşılan mühendisin ayağında kurumun yeni dağıttığı postallardan vardı. Nahum konuşmasına devam ederken ön sıradaki genç ise, postalının bağcıklarını çözmeye çalışmaktaydı. Çünkü öfkesi iyice kabarmıştı.

    Nahum; "Bursa'da şeftali üretmek otomotiv üretmekten hem daha kolay hem daha kazançlıdır" dediği anda da ortalık karışmıştı. Nahum'un "otomotiv yerine şeftali üretmeyi" önermesine dayanamayan genç mühendis ayağından çıkardığı postalı kürsüye fırlatmıştı.

    Postal, Nahum'un alnına çarparken, MKE'li vatansever: "Bize otomobili siz ürettirmiyorsunuz, sizler bizi batıya mahkûm ve mecbur ediyorsunuz" diye bağırmaktaydı. Ve bu genç mühendis te Erbakan gibi, milli ve yerli kalkınma sevdalısıydı.

    Herkes unutmuş olsa da işte bu olay ilk ayakkabılı protestoeylemi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.

    Artık yazmak zorundayız. Her şeye rağmen Türkiye'nin ilk yerli otomobili "Devrim"i yapma fikri bu kongre'nin sonucunda ortaya çıkmıştır. Yapılmıştır da... Ama biliyorsunuz benzin koymayı unuttukları() için yürümemiş ve öylece kalmıştır.

    Oysa, Erbakan ilk yerli otomobil fikrini 50 yıl önce ortaya attığında, ne Kore'nin Hyundai'ı, Ne İran'ın Samand'ı, ne Hindistan'ın Tata'sı, ne Çin'in Cherry'si vardı. Ne kadar acıdır ki, şimdi sokaklarımız Hyundai, Tata, Cherry ile dolup taşmaktadır.

    Son bir not: Türkiye'ye "Otomobil yerine şeftali üretilmesini" öneren Bernar Nahum hakkında bakın Rahmi Koç yıllar sonra ne buyurmuşlardı:

    "Koç'un otomotiv sanayi işine girmesini, büyümesini ve kâr etmesini sağlayan Mösyö Bernar'dır. Vehbi Bey'in büyük itimadını kazanmış biriydi ve Vehbi Bey, o ne derse kabul ederdi. Bernar Nahum eldeki paranın daima otomotiv işine yatırılmasını istemiştir." (Capital Dergisi-2008)

    • Like 2

  10.  

     

     

     

    İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (K.s.)

     

     

     

    Ahmet HALİLOĞLU

     

     

    zahid_el_kevseri.gif

    Osmanlı’nın son asrında başlayan ve belki de günümüze kadar uzanan “ Osmanlı’nın (genel anlamda da İslam Aleminin) geri kalmasındaki en önemli pay ictihad kapısının İmam-ı Gazali ile kapanmasıdır” tartışması günümüzde de devam ediyor. Fıkıh başta olmak üzere tüm İslami ilim dallarında yenilikler yapılmasının isteyen bu anlayışın önünde aşılmaz bir kale olarak İmam Zahidül Kevseri duruyor ve durmaya da biiznillah devam edecek.

    Zahid Efendi merhum Kafkas muhaciri bir aileye mensuptur. Babası Hacı Hasan Hilmi Efendi alim ve fazıl bir kişidir. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretlerinin hulefasındandır.Kendi ismini taşıyan köyde talebe yetiştirmek ve irşad vazifesi ile hemhal olmuştur. Zahidül Kevseri merhum işte böyle bir ilim ehli ailede 1879/1296’da dünyaya teşrif buyururlar. İmam Zahidül Kevseri gözünü dünyaya ilim meclisinde açtığı için ilk eğitimini de babasından aldıktan sonra Düzce’de muhtelif hocalar da ilim tahsil eder.

     

     

    Zahid Efendi merhum 15 yaşındayken İstanbul’a gelir. Sene 1894’tür. İstanbul en keşmekeş devresini yaşamaktadır. Ermenilerin desteklediği ve Batı’dan esen Sultan Abdulhamid Han karşıtı modernist rüzgarların yanında İstanbul’da bir de Afgani rüzgarı esmektedir. Pek çok insanı etkileyen Afgani meselesine ileride değineceğiz.

     

     

    Zahidül Kevseri İstanbul’da pek çok alimin derslerine devam etmesinin yanı sıra Gümüşhanevi Tekkesinin o dönemdeki postnişini olan Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye intisap eder.

     

     

    Hasan Hilmi Efendi hem babasının dostu hem de Kevseri’nin hayatında derin izler bırakmış olan hocası Alasonyalı Ali Zeynel Abidin Efendi’nin de üstadıdır. Kevseri merhum İstanbul’da ilk olarak Eğinli İbrahim Hakkı Efendi’de okumuş, O’nun vefatı ile yine hocasının tavsiyesi ile Alasonyalı Ali Zeynel Abidin Efendi’ye devam etmiştir.

     

     

    Zahid Efendi merhum 26 yaşında iken Hocasından İslami ilimleri bitirerek icazet alır. 28 yaşında ruus imtihanına girerek alim unvanını alır ve Fatih Medreselerine dersiam olur. Bir yandan talebe okutmaktayken diğer yandan medreselerin ıslahı için kurulan bir komisyona seçilir. Ancak burada karşısına İttihad ve Terakki çıkar. Ne hazindir ki bu ülkeyi kurtarmak adına yola çıkan İttihad’çılar zaman içinde muhtelif mahfillerce avlanırlar ve memleketin insanına yabancı bir hale gelirler. Milletin değerleri onlar için bir şey ifade etmez. Onlar Jön Türkler döneminde Avrupa’da sürgünde kaldıkları dönemde bu milletin değerlerine yabancı bir hale gelirler.

     

     

    Bu komisyonda Zahidül Kevseri merhum İttihadçı’ların tepkisini çeker. Çünkü İttihadçı’lar medreselerin ıslahını değil imhasını istemektedirler. Medrese eğitimi için gerekli olan süre düşürülmekle kalmıyor, araya modern bilimlere ait dersler de konulmaya çalışılmaktadır. Zahid Efendi merhum bunun sakıncalarını ispat edince İttihad ve Terakki’nin kara listesine girer.

     

    O devirde hangi alimler kara listeye girmemiştir ki! Mesela Fatih Çarşamba’da İsmet Garibullah Tekkesi Postişini Bandırmalı Ali Rıza Bezzaz Efendi vefat edince yerine normalde halifesi Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin geçmesi gerekmektedir. Ancak Ali Haydar Efendi cennetmekan Sultan Abdulhamid-i Sani’den taraf olması, İttihad ve Terakki’ye muhalefet etmesi nedeniyle kara listede olduğundan; tekke’ye bir başkası şeyh olarak atanmıştır. Ali Haydar Efendi kendi hakkı olan tekkeye 1914’ten 1919’a kadar girememiştir. 1919’da İttihad ve Terakki iktidardan düşünce hakkına kavuşabilmiştir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye İttihadçı’ların yaptığı zulmü daha önce anlatmıştık.

     

     

    Zahid Efendi merhum bu esnada Darü’l Fünun’da Fıkıh hocalığı için yapılan imtihanı birinci olarak kazanır. Ancak İttihadçı’ların devreye girmesi ile beraber hakkı gasbedilir ve Hocaefendi bu göreve getirilmez. Darü’l Fünun bugün İstanbul Üniversitesine dönüşmüştür. Bunun üzerine Hocaefendi Kastamonu’da yeni açılan medreseyi faaliyete geçirmekle görevlendirilir. Üç yıl Kastamonu’da kalan Hocaefendi İstanbul’a döndükten bir süre sonra da Süleymaniye Medreselerine dersiam olarak atanır. Hemen akabinde ise Şeyhülislam’ın ders vekili olur. Bir süre sonra hükümetle anlaşamaması nedeniyle bu görevinden azledilir.

     

     

    Zahid Efendi merhum hayatı boyunca Ehl-i Sünneti müdafaa etmiştir. Hayatı boyunca inandığı doğruları ölümü pahasına savunmuştur. 1922 senesinde tutuklanması veya suikaste kurban gitmesi söz konusu olmuş, bir ahbabı kendisine kurulan tertibi bildirince ailesine bile haber vermeden doğruca İskenderiye’ye giden bir gemiye binmiş ve memleketini terk etmiştir. Ancak işin doğrusu bu bir sevk-i ilahidir. Çünkü Türkiye’de bir süre sonra ilim meclisleri dağıtılacaktır. Mısır ve El-Ezher’de Afgani ve Abduh’un açtığı çığır büyüyecek, devasa bir kar topu çığa dönüşecektir. Modernist çığın İslam Aleminin üzerine kar topu gibi düşmesi an meselesidir. Dinin sahibi olan Allah-ü Teala; Zahid Efendi merhumu bir hicret-i rabbani ile Mısır’a sevk etmiş ve bugün bile tartışılan konular da Zahid Efendi merhumun devasa eserler vermesini sağlamıştır.

     

     

    Zahid Efendinin Mısır yılları ilim açısından velut olmasına rağmen maddi sıkıntılar ile geçmiştir. Ailesini hicretinden sekiz sene sonra Mısır’a getirebilmiş, maddi imkansızlıklar yakasını bırakmamıştır. Şam-ı Şerif’e yaptığı bir seyahatte parasız kalmış, açlığını su içerek ve ecdad yadigarı el yazması eserleri tetkik ile gidermiştir. 35 yaşlarında evlenen Kevseri merhum bir oğlu ve bir kızını İstanbul’da iken kaybetmiş, diğer kızı Seniha Hanım Mısır’a gittikten sonra tifodan hayatını kaybetmiştir. Hayatta kalan diğer kızı Meliha Hanım ise kardeşinden on dört sene sonra şeker hastalığı neticesinde gözlerini yummuştur. Hicret sıkıntılarının üzerine bir de evlat acısı yaşayan Zahid Efendi ilmi faaliyetlerinden geri durmamıştır.

     

     

    İmam Zahidül Kevseri’nin hayatında bendenizi etkileyen en önemli meselelerden birisi Hocaefendi’nin ilme olan tutkunluğudur. Hocaefendi ; 65 evet atmış beş yaşındayken Mısır’da Şeyh Yusuf ed-Dicvi’nin önüne diz çökmüş,O’ndan İmam Malik’in Muvatta’sını okumuş ve icazet almıştır. Bugün icazete gerek yoktur diyenlerin kulakları çınlasın. İlmin yaşı ve emekliliği olmaz sözünün en güzel ispatıdır.

     

     

    Mısır’da gayret-i diniye sahibi bazı yayınevi sahipleri ile irtibata geçerek el yazması eslafın eserlerini bastırmakla kalmamış, reformist akımlara cevap mahiyetinde eserler kaleme almıştır. Bu çok tepki çekmiş, Mısır’dan sınır dışı edilmesi için sayısız defalar girişimde bulunulmuştur. Ama Allahu Zulcelal O’nu Mısır’da tutmuştur.

     

     

    Zahid Efendi merhum ömrünün son senesinde önce gözünden rahatsızlanmış, ardından prostat hastalığına düçar olmuştur. İlaç almak için kitaplarını satmaya başlamıştır. Kendisine gelen yardım tekliflerini reddetmiş, kendisine maddi getiri sağlayacak iş tekliflerini de hakkını eda edemeyeceği gerekçesiyle reddetmiştir. Hey gidi Osmanlı he! Ne alimler yetiştirmiş. Bugün parasız bırakın kitabı makale bile yazmayanlara en güzel ibret İmam Zahidül Kevseri’dir. 11 Ağustos 1952’de ebedi aleme irtihal etmiştir.

     

     

    Mevla Teala; Efendimiz ile beraber vahyi noktalamıştır. Ancak Ümmetin istikametinin muhafazası, itikadi ve ameli bidatlerin toplumu ifsad ederek Kuranı ve Sünneti örtmelerinin önüne geçmek üzere her asırda mücedditler göndermiştir. Bu asrın müceddidi ise hiç kuşkusuz İmam Zahidül Kevseridir.

     

     

    İmam Zahidül Kevseri Türkiye’deyken 23, Mısır’da iken 31 adet eser kaleme almıştır. 40 tane esere tahkik ve talik yazarak neşrettirmiş, 3 tane eseri de Türkçe’den Arapça’ya tercüme etmiştir. Kevseri merhumun Türkiye’de kaleme aldığı eserlerin hemen hemen hepsi neşredilmemiş ve akıbetleri de meçhuldür.

     

     

    Kevseri Külliyatının baş eseri Te’nibü’l Hatib’dir. Hatib el Bağdadi’nin Tarihul Bağdad isimli eserinde İmam-ı Azam hakkında naklettiği rivayetleri tek tek ele almış, senet, metin ve sıhhat bakımından incelemiş, hatalı kısımları çürütmüştür. İmam-ı Azam müdafaası yapan eserler içinde Kevseri’nin bu eseri şaheser niteliktedir. Kevseri merhumun ilmi dirayetini bugün ülkemizde pekte bilinmeyen cerh ve tadil ilmindeki maharetini gözler önüne sermektedir. Bu eser İslam Aleminde Kevseri merhumun ilmi otoritesini pekiştirmiştir. Hatta Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum “Dostum Zahid Efendinin sahili olmayan iki deryada hadis ve fıkıh ilminde emsalsiz olduğunu itiraf ediyorum.

     

     

    En-Nüketü’t Tarife isimli eserinde ise Zahidül Kevseri İbni Ebi Şeybe’ye reddiye mahiyetindedir. İbni Ebi Şeybe 125 mesele de İmam-ı Azam’ın hadislere muhalefet ettiğini ileri sürmüştür. İmam Zahidül Kevseri bu meseleleri tek tek ele almış ve İmam-ı Azam’ın büyüklüğünü, ilmi kemalatını ispat etmiştir. İmam el-Kevseri; 125 meselenin yarısında İmam-ı Azam’ın farklı hadisler ile amel ettiğini, geri kalan kısmın beşte birinde İmam-ı Azam’ın ayetler ile hareket ettiğini, ikinci beşte birlik kısımda İmamı Azam’ın meşhur haberler ile amel ettiğini, üçüncü beşte birlik kısımda İbni Ebi Şeybe’nin meseleyi yanlış anladığını, dördüncü beşte birlik meselede İmam-ı Azam’ın anlayışının inceliğini sergilediğini söyler ve İmam-ı Azam’ın bir sevap aldığı mesele sayısının İbn-i Ebi Şeybe’nin iddia ettiği gibi 125 değil ancak on civarında olduğunu ispat etmiştir. İmam-ı Azam’ın seksen üç bin meseleyi vuzuha kavuşturduğu düşünülürse İmam-ı Azam’ın büyüklüğü gözler önüne serilecektir.

     

     

    Bugün modernistler tarafından sık sık gündeme getirilen İsa as’ın nüzulüne dair telif ettiği Nazratün Abirah isimli eserinde İmam Kevseri; bu meselenin Kuran, Sünnet ve icma ile sabit olduğu ispat etmiştir. Bu eserinde nüzul-u İsa as ile ilgili hadislerin manevi mütevatir olduğunu ve icmanın ise kati olduğunu bildirerek Ehl-i Sünnetin bu mesele ile ilgili görüşünü ortaya koymuştur. İbni Teymiyye ve İbni Kayyım başta olmak üzere Ehl-i Sünnetten ayrılan her kesim İmam Zahidül Kevserinin feyizli ve berrak kaleminden nasibini almıştır.

     

     

    Zahidül Kevseri Hazretleri ; bir yandan da alim yetiştirmiştir : Abdulfettah Ebu Gudde, Muhammed Avvame, Ahmet Hayri, Emin Saraç, Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkçiler gibi mümtaz şahsiyetler rahle-i tedrisinden geçmiştir. Talebelerinden Suriyeli Abdulfettah Ebu Gudde asrımızın muhaddisi olarak telakki edilmektedir. Ebu Gudde hocasına büyük bir bağlılıkla ile tutkundur. Türkiye’ye geldiklerinde Fatih Camii’nde hocasının ders okuduğunu/okuttuğunu öğrenince hıçkıra hıçkıra ağlamış; Düzce’de hocasının annesi ve babasının kabirlerini arayıp bulmuştur. Talebeleri dağıldıkları ülkeler de Ehl-i Sünnet itikadının müdafileri olarak hizmetlerini sürdürmüşlerdir.

     

     

    Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf ed-Dicvî, Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû Gudde, Emin Saraç gibi pek çok alim İmam Zahidül Kevseri’nin asrın müceddidi olduğunda müttefiktirler. Allah şefaatlerine nail eylesin.

    • Like 3

  11. "Neyzen Tevfik daha 19′undayken, 1898′de, babası medrese öğrenimi için, sonradan Şeyhülislâm olacak olan Musa Kâzım Efendi’nin yanına, İstanbul’a gönderir onu. Musa Kâzım Efendi, onu, Fatih’teki Fethiye Medresesi’ne yerleştirir. Ama Neyzen Tevfik, medrese eğitimi ve ortamı ile bağdaşmaz. Zamanını daha çok Galata ve Yenikapı Mevlevihaneleri’nde geçirir. Bu arada Mehmet Akif Ersoy’la tanışır. Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile tanışmasını sağlar.

    1901 yılında, medrese giyimi olan cübbe ve şalvar yerine Akif’in verdiği setre pantolonu giymesi, akşamları medrese dışında kalması ileri geri konuşmalara yol açınca, Fethiye Medresesi’nden ayrılır ve Fatih’te Şekerci Hanı’nda tuttuğu bir odada yaşamaya başlar. Daha sonra da Çukurçeşme’deki Ali Bey Hanı’na yerleşir.

    Âkif sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanışır. Mehmet Akif’le dostluğu süren Neyzen, Mehmet Akif’e ney öğretir; Mehmet Akif de Neyzen’e Arapça, Farsça ve Fransızca öğretir.

     

     

    neyzen-Tevfik-300x174.png

    Neyzen Tevfik, 14 Haziran 1879 Bodrum - 28 Ocak 1953 İstanbul

     

    1928 yılında eski dostu Mehmet Akif’i görmek için Mısır’a gider. Bir yıla yakın bir süre yanında kalır.

    Neyzen Tevfik, 1898 yılında heüz 19 yaşındayken İstanbul’a geldiği günlerde tanışıp dost olduğu ve çok iyiliğini gördüğü Mehmet Akif’i bile ağır bir biçimde hicvetmekten çekinmemiştir. Akif de “Derviş Ahmet” adlı manzumesinde sarhoş dostunu “3400. tövbesinden istifası münasebetiyle” alay etmiştir.

    Midhat Cemal Kuntay, Âkif’in Fatih’teki Şekerci Hanı’na gidip geldiğini, orada Neyzen Tevfik’ten ney öğrendiğini yazar. Alışılmış olduğu üzere ney üflemeye Sâlim Bey’in meşhur hicaz peşrevi ile başlayan genç Âkif, Midhat Cemâl’e “parmakların sâr’aya tutulmuş gibi neyin deliklerinde büküldüğü”, Hicaz peşrevini bir türlü istediği gibi çıkaramadığını anlatmıştır. Âkif, bir ara ney üflemekten vazgeçer gibi olur; ancak başarısızlığı gururuna yediremediği için ısrarla üzerine gider. Hatta bir süre sonra hiç üşenmeden Neyzen Tevfik’in taşındığı Çukurçeşme’deki Ali Bey’in Hanı’na her sabah gitmeyi göze alır.

    Akif’in neyde ne kadar ilerlediğini bilmiyoruz; hemen bütün kaynaklarda onun zaman zaman nısfiye akordlu neyini üflediğinden söz edilmektedir. Midhat Cemal bazen ümitsizliğe kapılsa da, onun sonunda neyi öğrendiğini ve Sâlim Bey’in Hicaz Peşrevi’ni değil, bir çok zor parçayı çalabilir hale geldiğini, hatta Devr-i Kebir usulünü vurmayı bile öğrendiğini yazmaktadır. Bununla beraber Akif’in neyzenlikte iddiası yoktu. Yeterince çalışıp belli bir noktaya gelemediği için üzüldüğünü ve bir gün Şerif Muhiddin’e “Aziz Dede olacak değildim ya! Ancak çalış-aydım bugün kendimi bir köşede avuturdum!” dediğini yine Midhat Cemal naklediyor.

    Dostu Eşref Edip Akif ve Neyzen’ in dostluğunu anlatırken şöyle der:

     

     

    “Mütareke zamanında idi. Bir gün Sebilürreşad idarehanesinde üstat Mehmet âkif ile oturuyorduk. Neyzen Tevfik çıkageldi. Üstü başı perişan, selâm, vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı. Çok sarhoştu. Biraz geçtikten sonra rakı dolu matradan birkaç yudum aldı. Fakat artık işba haline gelmiş, bir yudum bile içecek hali kalmamıştı. Biraz sonra martadaki rakıdan avucuna boşalttı. Kolonya gibi yüzüne, gözüne, başına, saçlarına içirmeye savaştı.

    Nihayet neyini alarak Âkif’in oturduğu koltuğun önünde, üstadın dizi dibinde yere oturdu, üflemeye başladı. O halde muhrik bir taksim yaptı. Baktık, Âkif’in gözlerinden sessiz sessiz yaşlar dökülüyordu. Neyzen bunu görünce neyi bıraktı, üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü…

    Biz bu manzara karşısında şaşırıp kaldık. Âkif, niçin ağladı? Neyin hazin sesine mi, Neyzen’in bu haline mi? Artık ne bizim sormamıza lüzum vardı, ne onun söylemesine! Şimdi ne vakit Neyzen’i görsem bu olay hatırıma gelir.”

    Ney sevgisini nedense şiirlerine pek aksettirmeyen Âkif, sadece Kör Neyzen şiirinde ney üfleyerek dilenen bir körün hazin macerasını anlatmıştır

    Yazımızı Âkif ile Neyzen Tevfik arasında geçen bir öyküyle bitirelim:

    Mehmet Akif, Neyzen Tevfik’e öğle yemeğine davetlidir. Akif berbat bir han odasındaki sofraya oturmadan önce ellerini yıkar. Neyzen şaire, kurulasın diye kirli bir havlu getirir. Ama Akif kurulanmak istemez. Dostunun ısrarı üzerine de: “Yook Tevfik!” der; “Ellerimi şimdi gıcır gıcır temizledim, kirletemem!"

     

    http://www.turkopedi.com/mehmet-akif-ve-neyzen-tevfik.html


  12. "Arapları şu üç sebep dolayısıyla seviniz. Çünkü ben Arap’ım, Kur’ân Arapçadır, cennetliklerin konuşacağı dil Arapçadır." Bu hadisi biliyorum, ama ravisini bulamadım...Sahih mi değil mi şüpheye düştüm,,Yardımcı olabilir misiniz?.

     

     

    Cevap: Bu hadisin ravilerinden el-Ala b. Amr hakkında, Zehebi ve İbn Hibban isimli hadis tenkitçileri bu kişiye itibar edilmemesi gerektiği söylemişlerdir. Ayrıca hadisin diğer ravisi olan Yahya b. Yezid, hadisçiler tarafından zayıf addedilmiştir. (İbn Cevzi, el-Mevduat, 2/41) Bununla birlikte vermiş olduğu mesaj diğer ayet ve hadislerle çeliştiği için hadisin metini de tenkit edilmiştir. Bütün bu sebeplerden dolayı bu hadis zayıf, hatta bazı hadis âlimlerince uydurma olarak kabul edilmiştir. (Bkz. Suyutî, ed-Dürrü'1-Mensûr, V/579; Aclûnî, Kesfu'1-Hafa, I/55; Elbânî, Silsiltü'1-Ehâdîsi'd-Daife, I/189-194) "

     

    sorularlaislamiyet

    • Like 1
×
×
  • Create New...