Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. Turinay, Necip Fazıl’ı anlatacak

     

    necmettin-turinay.jpg

     

    Dr. Necmettin Turinay 26 Mayıs Cumartesi günü “Bir Dava Adamı Necip Fazıl” başlıklı bir seminer verecek.

     

     

     

    Dr. Necmettin Turinay “Bir Dava Adamı Necip Fazıl” başlıklı bir seminer verecek. Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesinde gerçekleştirilecek olan program 26 Mayıs Cumartesi günü saat 16.00’da başlayacak.

     

    Yüsra Dal


  2. Geleneksel olarak Hz. Muhammed'in Hira Dağı'na çekilerek düşündüğü ve bu vesileyle iç dünyasını uyandırarak dünyasını değiştirdiği iddia edilir. Bu noktada, Doğu'dan çok Batı'ya borçlu olan mağara kavramı, karanlığın ve dogmatik uykunun, kişisel aydınlanmanın değil, toplum cehaleti ve gafletinin simgesidir. Büyük bilinçlenme, ancak kişi mağara karanlığından ve düşüncelerinden kurtulup güneşin parlaklığına çıktığında hasıl olur. İbn Tufeyl, Hz. Muhammed ile Eflatun'un düşüncelerinin tam ortasındadır bu nokta;onun için mağara toplumsal bir rahim değil, insanın Tanrısıyla olan kutsal birliğidir. Fakat sonuç, halkın değil kişinin aydınlanmasıdır. Burada araçlar Hz. Muhammed'in; ama sonuç; İslamlaşmış felsefenindir. Tanrı'ya entelektüel yaklaşarak kurtuluşa ermek.

     

     

     

    İbn Tufeyl-İbn Sina/ Hayy İbn Yakzan


  3. 301920100925105511981.jpg

     

     

     

    Hayatı hapishanede son bulabilirdi

    Necip Fazıl'ın dava adamlığı safhası açılınca, devrin siyasi iktidarının dikkatini celb eder. Mutad üzere, evveliyatla sanat ve fikir mecmuası olarak çıkardığı Büyük Doğu, ilerleyen senelerde CHP iktidarına karşı tam anlamıyla muhalif olmuş, muhtevası ve söylemleriyle iktidar tarafından daima göz hapsinde tutulmuştur. (Daha sonra bu göz hapisleri dört duvar şekline inkılâp edecektir.)

    Devrin başbakanı Recep Peker tarafından “kendileri aleyhine ve politikalarına mugayir düşen yazılar kaleme almaması şartıyla” ihtilâsa (rüşvete) dahi davet edilmiştir. Necip Fazıl, bir dava adamına yakışmayacak bu tür teklifleri elinin tersiyle iterek hayatı müddetince peyderpey yatacağı 3 yıl 8 ay 3 günlük mahpusluk hayatına ilk adımını atmış bulunmaktadır.

    Aksi olsaydı, belki Necip Fazıl, müstemirren tutuklanmak ve hüküm giymekten hâlâs olacak, kuvvetle muhtemeldir ki bu kadar abidevî bir şahsiyet değil, bir zamanlar edebî tarafı son derece kuvvetli şiirler ve tiyatro eserleri kaleme almış, kâvi bir edebiyat adamı olarak yad edilecekti.

    Klişedir ki, Necip Fazıl'ı, Nazım Hikmet'le mukayese etmek gibi (Her ikisi de birbirinden farklı alanların sanatkârlarıdır. Şiirlerinde bile vaziyet böyleyken, devamlı bir mukayese hâlinde tutulmaları da bizim her şeyi “karşılaştırma” hastalığımızdan ileri gelir olsa gerek) bir abese düşenler, N. Hikmet'in, Necip Fazıl'dan daha uzun bir süre -14 sene- hapis yattığını göz önünde bulundurarak, Necip Fazıl'ın dava adamlığına akılları nispetinde çamur atmak isteseler de, Necip Fazıl 150 seneden fazla hapsedilmekle yargılanmış, ölümüne yakın Vahidüddin davasından da hüküm giymiş, doktor raporu alınmamış olsa, hayatını hapishanede hitama erdirecek olması tamamen hasır altı edilmiş yahut görmezden gelinmiştir. Bu hususta bütün bu söylediklerimiz, Necip Fazıl'ın yaptıkları itibariyle neden “abidevî bir mütefekkir” olduğunu ispat açısından kâfidir.

    “Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez” Büyük Doğu manşetiyle devrin iktidarına diş gıcırdatmaya başlayan Necip Fazıl, İsmet İnönü'ye kinaye meşhur “Başımızda kulak istiyoruz” manşetiyle de iktidarın bütün nefretini üzerinde toplayarak, böylece muhakame, tutuklama ve hapislik çığırının açılmasına medar olmuştur. (Hasan Âli Yücel, Allah'a itaati hükümete itaatle müsavi tutarak, “Bunu söylemek, bize itaat edilmez demektir” diyerek inkıbaza uğramış mantığını şahane ispatlamıştır.)

    50198-2.jpgNecip Fazıl'ı anlatmak, ifade ettiğim gibi küçük çaplı bir makaleyle geçiştirilecek mevzu değildir. Yazdıklarımız, alâ kaderi-l imkân nispetinde yazamadıklarımızın yanında keen lem yekün'dür, yani yok hükmündedir.

    Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı

    “Doğduğunda, o kadar cılız ve çelimsizdir ki, hâline bakanlar, ‘Yaşamaz bu çocuk!’ demişler.” (O ve Ben) Yaşadı. Üstelik 79 sene. Ve yarım asır boyunca, bu zayıf ve hastalıklı çocuğun hâline bakanlar, İslâm cephesinde onun adeta bir seyf-i meslul (çıplak bir kılıç) misali mücahede edeceğinden habersizdiler.

    Kendi tabiriyle Necip Fazıl, “marazi bir hassasiyet” ve “acıtan bir hayâl kuvvetiyle” teçhiz edilmiştir. Ve bir de bütün bunların üstüne ilâve olan “dehşetli bir korku”… Henüz, inkışâf hâlinde olan dava adamlığına ve İslâm müdafiiliğine uzak olduğu, aylar süren bir ıstıraptan sonra peyderpey kaleme alacağı “Çile” isimli, (İlk adı Senfoni'dir) yazmış olduğu bütün şiirlerinin reisliği makamında oturan şaheserini yazmasına seneler vardır.

    Necip Fazıl, hayatında olduğu gibi fikriyatında da yalnızdır. Kendi teessüs ettiği İdeolocya Örgüsü serlevhası altında tebellür ettirdiği “Büyük Doğu” idealinde de yalnız bırakılmıştır. Müktesebatla hiçbir zaman intibak sağlayamamış, Abdülhamid-i Sâni'ye “Kızıl Sultan” lâkabını yakıştıranlara Ulu Hakan ismini taşıyan (600 sayfadan fazla) kitabıyla cevap veren, mahud çevrelerce vatan haini ilân edilen Vahidüddin'i “kahraman” olarak abideleştiren ve bu hususta bir eser yazıp, ölümüne yakın tekerrüren hapis cezası alan Necip Fazıl...

    Şiirlerinden birinde, fikrî hayatında ve mücadelesinde yapayalnız bırakılışına feveran eden, şahsını ve efkârını kasden görmezden gelenlere verdiği cevap, satıhçı münevverlere ve suret-i haktan yanında gözüküp hakikatte yanında olmayanlara bir kurşun mahiyetindedir: “Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı;/ Yok mudur sizin köyde, çeken fikir sancısı?izmit-belediyesi-necip-fazil-i-tiyatroyla-ana-3348921-o-1.jpg

    Necip Fazıl'ı anlayabilenler kimler?

    Rimbaud, “La vraie est absante” (Hakiki hayat burada mevcut değil) diyerek adeta hal-i pür melâlimizi suratımıza çarpmaktadır. Necip Fazıl'ı anlayabilenler, bu muvakkat hayatta yaşadıkları zehabıyla nefes alıp verenler değil, burada mevcut olmayan hayatın hasretini çekenlerdir. O hayat ki, sırrına erişenler toprak altında, henüz erişemeyenler toprak üstünde, erişenler erişemeyenlere istihfafla bakmaktadır. Fakat Necip Fazıl, bedeni toprak altında olarak ölü, ruhu ebediyette olarak diri, fikirleriyse canlı olarak dünyada yaşamaya devam etmektedir.

    Öldükten sonra da yaşayabilmeyi harikulade ifade eden Âşık Veysel, “Her kim ki bu sırra olursa mazhar,/ Bırakır dünyaya ölmez bir eser” derken, Sokrates'ten tutun da kıyamete kadar hiçbir fikir ve dava adamının ölmeyeceğine işte böyle mükemmel bir surette misal getirir.

    Çetin Süngü'nün Necip Fazıl üzerine yaptığı enteresan ve hayrete şayan bir tetkikini de ilâve etmeden geçmeyelim: “Necip Fazıl'ın 'Çile'sinde 2160 sözcük vardır. Adlardan 'yol' 55, eylemlerden 'gelmek' 71, adıllardan 'ben' 141 kez kullanılmıştır.” İşte ortada aşikâr duran hakikati Necip Fazıl haykırmış da kimseye duyuramamış;

    Ben

    Yola

    Geldim...

     

    Kadir Sarıkaya yazdı

     

    http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=9929


  4. Necip Fazıl Kısakürek

     

    Edebiyatla haşr u neşr olanların muhayyilesinde iki tip Necip Fazıl zevahiri mevcuttur..

    necip-fazil-1.jpg

     

     

     

    Edebiyatla haşr u neşr olanların muhayyilesinde iki tip Necip Fazıl zevahiri mevcuttur. Birincisi, yalnız icra ettiği sanatı veçhesinden Necip Fazıl; ikincisi, sanatıyla beraber fikriyatı, dünyaya bakışı ve bilcümle nazariyyesiyle Necip Fazıl... Siyasi taraftan Necip Fazıl ise apayrı mütalâa edilmesi gereken bir husus.

    Bütün bunların tamamına birden temas etmek ancak kitap mahiyetinde bir eserle mümkün olacağından, yazacaklarımızı makale elbisesine büründürerek, Necip Fazıl'ı muayyen ve mutad yönlerinden değil, daha çok muğlak ve müteşabih cephelerinden tetkik edeceğiz.rimbaud-par-ernestpignonernest-1.jpg

    Necip Fazıl hayali aşan ve mana üstü bir hissiyat ve efkâra malik idi

    Fransız Edebiyatının deha şairi Rimbaud'nun; “Honneur, au voyant supérieur;/ Au supérieur voyant honneur!..” mısraları meşhurdur. Necip Fazıl, tesiri altında kaldığı Baudelaire'den sonra, şiirlerini sathî değil, derinlemesine okuyan ve etüd edenlerce de anlaşılacağı üzere Rimbaud'nun da bir miktar tesiri altında kalmış (Baudelaire kadar elbette değil) ve Rimbaud'nun bu iki mısraını Hz. Muhammed'e atıfta bulunarak tercüme etmiştir. Necip Fazıl'ın muhayyilesinde teessüs ettiği efkârı bir nebze de olsa anlamak isteyenler şu iki dizeciğin şahsı tarafından yapılan tercümesinden devasa bir Necip Fazıl profili çıkarabilirler.

    “Voyant”, Fransızca'da “gâibi görebilme maharetine sahip, hakikatten haber veren, müneccim” gibi manalar taşır. Kupkuru olarak “haberci” şeklinde de tercüme edilmesinde beis yoktur.

    Ömrünün son demlerini Afrika'da geçiren ve Necip Fazıl'ın iddia ettiği şekliyle “Allah Kerim” diyerek çenesini ebediyen kapatan Rimbaud'nun dizelerine kendi meşrebince verdiği şekil; “Şeref, üstün haberciye,/ Üstün haberciye, şeref!

    Buradan anlaşılacak olan, Necip Fazıl'ın amiyâne ve sathî bir fikir dünyasına değil, hayali aşan ve mana üstü (zaman zaman fazlasıyla mübalağalı) bir hissiyat ve efkâra malik olduğudur. Başka bir mütercimin, muhtemeldir ki bambaşka tercüme edeceği mezkur Rimbaud dizelerini; kendi itikad perspektifi cihetinden “Necip Fazılca” husule getirmiş olması, Necip Fazıl'ın harcıâlem bir “fikir adamı” olmadığına delalet eder.

    Bohem hayatını daha sonra neden zikretme gereği duydu?

    Necip Fazıl, ömrü müddetince anlaşılamamaktan (Dehaların kendi devirlerinde anlaşılmasına tarih çok az tesadüf etmiştir. Kahir ekseriyeti teamül üzere hep ölümlerinden sonra anlaşılmıştır) yakındı. 1934'e kadarki hayatını (Altın silsilenin 34. halkası Abdülhâkim Arvasi'yle müşerref olmadan evvel) “gökyüzünden habersiz uçurtma uçurduğu günler” olarak tavsif eder.

    37174-2.jpgBohem hayatını da zemmetmekten geri durmaz. Babıâli ismini taşıyan kitabında, Paris'te ve Türkiye'ye avdet ettikten sonraki hayatını apaçık anlatır ve bazı çevrelerden de “geçmişinde yaşadığın senin adına utanç verici hadisâtı, şimdiki hayat kaidelerine ve itikadına mugayir düştüğü halde ne sebeple anlatıyorsun?” tarzında tenkitlere maruz kalır. Necip Fazıl, bu münekkitlere mezkûr kitabı Babıâli'de cevabını verir: “Velilerin, 'günaha hor bakmaktan büyük günah olamaz!' ve 'hakkı hak için iptal caizdir' hikmetleriyle, Kâinat Efendisinin ‘hesaba çekilmeden, nefslerinizi hesaba çekiniz’ fermanları bu esere anahtardır...”

    Necip Fazıl, bohemlik devresindeki “nerede akşam, orada sabah” şuuruyla başıboş hareket ettiği dönemleri tefahür etmek için değil, aksine zemmetmek ve kendisini tenkit etmek için yazmıştır.

    Şiir Allah'ı aramaya giden yolda bir araç

    Girizgâhta temas ettiğimiz yalnız “sanatı” cephesinden Necip Fazıl iki kısma ayrılır;

    -Genç şairlik devresinde, Türk şiirine nevzuhur bir nefes getiren Necip Fazıl...

    -İslâm mütefekkirliği yolunda yürümeye başladıktan sonra şiirleriyle beraber;, yazı ve tiyatro eserleriyle tüm sanatını İslâm'a göre teşekkül ettiren Necip Fazıl...

    Necip Fazıl'ın 'hak yola' intisap etmesine bakarak hüküm kesen satıhçı münekkitler onun için, “sâbık şair... Şiirine yazık etti” diyeceklerdir. Halbuki Necip Fazıl, Poetika'sında anlattığı üzere, şiirine ve sanatına yazık etmemiş, aksine Müslümanlığıyla bilinmeye başladıktan sonra şiiri yalnızca “Allah'ı aramaya giden yolda bir araç” olarak gördüğünü serdetmiştir. Bunun sarih vesikası da, 1934'den evvel ancak birkaç kitapçık mahiyetindeki külliyatına, 1934'den ölümüne kadar (1983) 80'den fazla eser ilâve etmiş olmasıdır.

    Sanata yalnızca materyal gözüyle ve palyatif bir heves nazarıyla bakanlar, Necip Fazıl'daki değişime hayret ederler. Bu hayret muvacehesindedir ki Necip Fazıl, 1934'ten sonra eski efkârına temayül göstermemiş, mütefekkir ve dava adamı olarak ön saflarda yerini almıştır.


  5. 5023_1.jpg

    Nuri Pakdil, Necip Fazıl Kısakürek

     

    Nuri Pakdil sordu, Necip Fazıl cevapladı.. Edebiyat dergisinde yayınlanan röportajın ikinci bölümü...

     

     

     

     

    NECİP FAZIL KISAKÜREK’LE BİR KONUŞMA

    Konuşan: NURİ PAKDİL

    EDEBİYAT

    Aylık Dergi Şubat 1972

    Marksçı edebiyatın angajmanlarındaki tutarsızlıkları konusunda düşüncelerinizi genel olarak açıklar mısınız? Bunu, özellikle bizim edebiyatımız yönünden sormak istedim. Marksçı bir yaklaşımla, Türk insanının anlatılması durumunda –ki, Türkiye’deki Marksçı yazarlar buna zorluyorlar kendilerini- ortaya çıkacak insan tipi sadece bir mamul tip olmayacak mıdır?

    Marksçı edebiyat, marksizmin dayanağı olan maddecilik noktasından bir telkin şiiri olmak yerine, bir tebliğ âleti kalmak mahkûmiyeti altındadır. Bu nokta münakaşa kabul etmez bir mütearife halindedir. Marksçı edebiyat bir mekânı kendi şahsî prosedeleri ile süslemek ve salonlaştırmaktan ibaret kalıyor. Bu hünerde, muvaffak olmuş örnekler bulunduğunu kabul etsek de, bunların bir akamet yolunda gittiklerini ve neticede işledikleri hammaddeden yardım görmek imkânından mahrum bulunduklarını tesbit zorunda kalırız. Yine ibret verici bir hakikattir ki, aynı sun’i hünerle materyalizme ve komunizme tezyini kıymetler getirmeye çalışanlardan en kuvvetlileri, sonunda tablosunu yere çalmak mecburiyetinde kalmış ressamlar gibi, kendilerini ve sanatlarını inkâr etmişler ve havasız kalmış bir mekânda boğulma alametleri göstermişlerdir. Komünizm ihtilalinin ilk mevsimlerinde intihar eden Mayakovski ile “insan diyelim ki gençliğinde komunizmden başka bir yol bulamasın ve bulanlara aptal gözü ile baksın, fakat kırkından sonra komünist kalabilmek için aptalın aptalı olmak lâzımdır” diyen Bernart Shaw bu hazin gerçeğin en canlı iki örneğidir.

    Bizdeki yeltenmelere gelince, solu temsil eden bütün sanat çabacılarında ferdî tefekkür ve tahassüs kıymeti adına, bit pazarı eşyası satan esnaf ayarında bile ferdî bir liyakat yoktur. Bunların, mazur değilse bile yegâne mahkûm tarafları, içinde yaşadıkları ortamın kendilerinde uyandırdığı, büyük ve çileli muhasebesine götüremediği kaba tepkiden başka bir şey değildir.

    Öte yandan şuna da değinelim. Şimdilerde sol, sizin 1943’den beri savunduğunuz fikri (batılılaşmanın çürüklüğü, batılılaşmanın hep batılıların buyruğu doğrultusunda gerçekleştirilmek istendiği tezini), sanki ilk kez kendisi söylüyormuş gibi piyasaya sürüyor. Antiamerikancılık da öyle. Bu konuda söyleyecekleriniz var mı?

    Var. Bu taktik, körler memleketinde gayet acemi yankesicilerin el çabukluğundan başka bir şey değildir. Eğer sol ile sağ arasında, birbirine en zıt iki şey arasındaki mecburî iştirak noktası gibi bir şey aranacak olursa, görülür ki, asıl bizim dâvamızın belli başlı bir tezden çıkarak antitez kabul ettiği bugünkü Türk cemiyeti, onların da açıkgözce istismar ettikleri aynı antitez vaziyetindedir. Biz, bu antitezi en büyük hakkımız ve tarihî bir oluşun tereddiye uğramış neticesi olarak ele alırken, öyle göz kamaştırıcı kıyaslara erebiliyoruz ki, sol, bunu aynı körler dünyasında açıkgözce cebine indiriyor ve en büyük düşmanı biz iken, bizim silâhımıza el atmak hacâletine razı oluyor.

    Bugün Türk siyasetini körükörüne Amerika’ya bağlayan politikacılar karşısında tepkimiz, 1948’den itibaren fışkırmaya başladığı ve 1958’de kemâle vardığı ve asla Sovyet ekmeğine yağ sürmediği halde, bu açıkgözler sadece, Sovyet Rusya hesabına, bunu da istismara yeltenip bizim bir şahsiyet davası olarak ele aldığımız tezi Moskova siyasetine âlet etmek istemişler ve böylece bizim diyalektiğimizi kendi bâtıl ve hain maksatlarına nota diye kullanmışlardır. Halbuki bizim politikamız Moskova’ya “defol”, Washington’a da “uzak kal” deyici ve iki kuvvet arasında, iki tarafı birden saygıya davet edici bir şahsiyet tavrına malik olmanın müdafaasıdır.

    Sağ edebiyatın dayanakları sorununu da sizinle konuşmak istiyoruz. Sağ edebiyatın dayanakları neler olmalıdır?

    Sağ edebiyatın dayanakları, bin yıllık öz vatanında muhacir hayatı yaşayan anadolunun ruh örgüsüne yapışmak ve bu örgü üzerinde yepyeni ve gayet ileri bir hassasiyetin nakışlarını resmetmek olmalıdır. Her türlü prosedeciliği bir yana bırakarak oldum olası mahrum bulunduğumuz büyük Türk romanını, piyesini ve her şeyin üstünde şiirini Batı dünyasının tecrübe imbiklerinden süzülmüş ve nefsimize mal edilmiş birer cevher halinde bize verecek genç istidatlara zemin hazırlamak, manevî üretim iklimleri kurmak ve İslâmi tahassüsü, kafa sıkıntıları dışında bir ruh akışı haline getirmek gayelerin gayesidir.capture.JPG

    Sizinle konuşurken, dünya savaşlarından söz etmemeye imkân yok. Çok ilginç bir hayat sürdürdünüz. Şöyle: Çocukluğunuz Birinci Dünya Savaşı içinde geçti. Eser vermeye başladığınız dönemlerde de ikinci dünya savaşını gördünüz. Birinci dünya savaşı sonunda, dünyanın denge devleti olan Osmanlı Devleti çöktü, ikinci dünya savaşı sonunda da Avrupa uygarlığı handiyse yıkılıyordu. Aslında, Osmanlı Devleti, Doğu Uygarlığının Devletiydi. Şu halde, bir uygarlığın çöktüğünü, bir uygarlığın da yıkılmaya ramak kaldığı çok kritik dönemleri gördünüz. Yaşamınız ve düşünceleriniz üzerindeki bu iki dünya savaşının etkilerini açıklar mısınız?

    Bu sualinizin cevabını eserlerim her yönden vermiştir. Bizim anladığımız ve ismini davâmızın başlığı haline getirdiğimiz Büyük Doğu, Batının kafa macerasını eşya ve hadiselere tahakküm mizacını Batıya örnek teşkil edecek bir asliyetle iktibas ettikten sonra, onu kendi öz ruhumuzun emrine alacak bir dünyanın ismidir. Biz, iki dünya arasındaki mahsup sırrına asla yaklaşılmadığını, hususiyle Cumhuriyet Devrinden sonra batılılaşalım derken, ondan büsbütün uzak düşüldüğünü ve Batıyı anlamak hakkının Doğulu kalarak mümkün olduğunu mahyalaştırıcı bir telâkkiden geliyoruz ve inşası yolunda çırpındığımız dünyanın sade Doğuya değil, Batıya da örnek teşkil edeceği itikadını besliyoruz.

    Son Almanya seyahatimde benimle buluşmak isteyip sabaha kadar yanımdan ayrılmayan Berlin Protestan Baş Papazı, bu husustaki sualine verdiğim cevaba hayran kaldığını, yüzlerce dinleyici önünde itiraf etmiştir. Alman protestan kilisesinin mümessili mevkiindeki papaz, bana “Materyalizm ve spritüalizm arasındaki bu dünyanın hali ne olacak? Dinlerin istikbalini nasıl görüyorsunuz? Dinler arasında maddeciliğe karşı bir ittihad kurulabilir mi?” diye sormuş ve Batının bugünkü ruh buhranını ve deprenişini izahla başlayıp “Doğunun eksiği Batıda, Batının eksiği de Doğuda” şeklindeki formülümü aynı kelimelerle tasdik etmişti. O konuşmanın geniş tafsilatını ilerde neşrini düşündüğüm her hangi bir vasıtayla kaleme almak niyetindeyim.

    Geçen ay ve bu ay etkilerini uzun süre sürdürecek olan geziler yapıldı, yapılıyor. Örneğin, Pakistan trajedisinden sonra Butto’nun bir günlük Türkiye ve çok hızlı Afrika ve Ortadoğu başkentlerini ziyareti, Türkiye Başbakanının Paris gezisi, Amerika Başkanı Nixon’ın Çin gezisi. Ama bu gezi dizisi içinde, şimdi sözünü ettiğiniz Almanya geziniz üstünde durmak istiyorum. Bence önemli bir geziydi bu. Sanırım 1926’da gittiğiniz dört yıl kadar Fransa’dan sonra, bu Almanya geziniz nasıl geçti? Yurt dışından yurt sorunlarını nasıl gördünüz? Almanya izlenimlerinizi biraz daha açıklar mısınız?

    Bahsettiğiniz seyahatler, bütün ajans ve radyoların ihtişamla haber verdiği ve haklarında ancak “muhteşem” kelimesinin kullanılabileceği politikacılara ait olmakla beraber, benim için bir leyleğin Adana’dan kalkıp Hicaz’a gitmesinden daha az alâkaya lâyıktır. Benim hiçbir gazeteye intikal etmeyen mütevazı seyahatime gelince, o, bir çok bakımdan bende zengin fikirler uyandıran bir gezi mahiyetinde olmuştur. Bu geziyi, biraz evvel bahsettiğim neşir vasıtasında tafsilatıyla bildirme arzusuna rağmen, size hulasa olarak verebilirim.

    Almanya, istiklâlden, dünya çapında siyasî kelâm hakkından hatta en düşkün milletlerin malik bulundukları bazı şeref ölçülerinden mahrum bırakılmış olarak hıncını, müthiş ve eşi görülmemiş bir endüstri hamlesiyle telâfi ve teselli etmek çabasında bir ülkedir. İnsanı boğan bir hendese sıkıntısı içindedir. Gününün 16-18 saatını işe vermek durumundaki bu millet, içinde barındırdığı 2,5 milyon yabancı işçiye ayda en aşağı 2,5 milyar mark ödemekte ve kilometre kare başına 40 kişi düşen Türkiye’den kendi vatanında kilometre kare başına 3003 kişi düştüğü halde, ham beygir kuvveti olarak yarım milyondan fazla insan çekmiş bulunmaktadır. Bu hali de, biz, insan gücünü kıymetlendirmekteki iflâsımıza değil de, bir çeşit millî başarımıza bağlamaktayız. Berlin, Braunşuvayk, Köln, Frankfurt gibi büyük Alman merkezlerinde birer konferans verdiğim Türk kitlelerine hitap ederken söylediğim şu cümleyi tekrar size söylüyorum: “Siz sade ana vatandaki çoluk çocuğunuza bakmakla kalmıyor, aynı zamanda Hükûmetimizin geçimini de sağlıyorsunuz.” Türk Hükûmetinin, açıkça, döviz açığını işçi transferleriyle sağladığını itiraf etmekten çekinmediği bu vaziyet, müstakil Türkiye hesabına en feci bir mahkûmiyeti belirtirken, esir Almanya hakkında da tüyler ürpertici bir enerji fışkırışını ihtar etmektedir. Eseflerle belirteyim ki, Almanya’da mevcut yarım milyonu aşkın Türk işçisinin yüzde doksan beşi bu vaziyeti kavramaktan âciz ve nefsanî hırslarına düşkün bir hayat yaşamaktadırlar. İyilerse, benim “Gurbet Kültürü” diye ifade ettiğim bir duygu içinde, büsbütün incelmekte ve derinleşmektedir. Böyleyken, olanca milli hıncını bütün dünyaya hâkim bir endüstri platosu kurmakta gösteren Almanya’da ruhu ile ahlâki seviye sıfırın çok altına düşmüştür. Bütün sistemini, Fransız mizacına zıt olarak ferdî zekâyı iptal edip içtimaî zekâda toplayan Almanya’da, Hitler devrinin ruhçu ve romantik nesillerinden hiçbir eser kalmamıştır. Berlin’de adım başında rastlanan kiliselerin hepsi boş ve “Allah’a inanıyor musun?” sualine, Alman gencinin verdiği cevap, cebindeki markları göstermekten ibarettir. Bu hali, protestan baş papazının ağlamaklı bir üslupla bana sorduğu sualler de canlandırır. Böyleyken, bazı ahlâk sukutu tabloları karşısında, Almanları şaşırtan ve dudaklarını ısırtan bazı örnekleri yine Türkler veya Türk geçinenler vermektedir. Her şeye rağmen, başına kar gibi marklar yağsa da, Almanya, Batının buhranının en acıklı numunelerinden birini arz ediyor. Ve görülüyor ki, para birçok şeyi unutturduğu halde, hiçbir ihtiyacı gidermiyor.

    Sualinizin, oralardan Türkiye’nin nasıl görüldüğü noktasına geleyim. Almanya’dan olduğu gibi, bütün Batı merkezlerinden seyredilecek bir Türkiye, fabrika bacalarının değil, yangın yeri dumanının sardığı bir âlemdir.

    Konferanslarınız çok etkili oluyor. Bunlardan bazılarını ben de dinledim. 1960’lardan sonra aşağı yukarı bütün il merkezleriyle büyük kazaları içine alan yurt içi gezileriniz oldu, oralarda düzenlenen toplantılarda konuştunuz. Oralarda açıkladınız doğrularınızı, savundunuz ilkelerinizi. Kanımca, bu, çok yeni bir şey oldu ülkemiz için. Halkın arasına girerek, onlarla konuşarak, onlara hitap ederek, halkta neleri saptamak istiyordunuz? Ben hiçbir konuşmacının, halkın sizi dinlediği kadar özenle dinlediğini görmedim. Bu, eyleminizi konuşmanızdan değil, eyleminizle konuşmanızdan ileri geliyordu belki. Halk, sizi dinledikçe, net olarak anlayamasa bile, tarihsel eleştirinizi yüreğine bastırarak umutlu olabiliyordu. Halkta neleri bulmak istediğinizi bir kez daha açıklar mısınız?

    Konferanslarım, 1962’den sonra başlar ve nüfusu on beş bine yakın merkezlerden başlayarak bütün kasaba ve şehirleri kapsar. Bu konferanslar bende, otuz yıllık mücadele hayatımın yirminci yılından itibaren başlamış bütün bir yeni çığırdır. Önce İstanbul’da Aydınlar Kulübünde ve ancak birkaç yüz kişilik, özlü, fakat sayıca az bir topluluk karşısında başlayan bu konferanslar, birbirini patlatan fişekler gibi bir anda Anadolu’ya intikal etmiş ve yine birbiri peşinden gelen hararetli davetlerin sevkiyle birkaç yıl içinde Van’dan Kırklareli’ne kadar bütün vatanı sarmıştır. İstanbul, Ankara, Kayseri, Konya gibi büyük merkezlerde 5-6’ya varan konferansların yekûnu üç yüzü geçer. Bu konferansların tesirini ilk defa Erzurum’da verdiğim “İman ve Aksiyon” konferansıyla tesbit ettim. O güne kadar, ses vermez bir kuyuya, dibe değip değmediğini bilmeden attığım taşlar, Erzurum’da gördüğüm ilgi karşısında, bana ne büyük bir mimariye malzeme teşkil etmiş olduğunu gösterdi. Yine konferanslarımdaki tabirlerimden biriyle “serseri kuşlar gibi ağzımızdan kayalara serptiğimiz tohumlar, Anadolu steplerinde meğer gür ormanlar yetiştirmiş ve bundan bizim o güne kadar haberimiz olmamış.”

    Konferans, fikrin aksiyon planına akmaksızın, aksiyon plânının ta sınır çizgisi üzerinde bir vâkıa olduğuna göre, dâvamızın Anadolu aydınını tam da yüreğinin kökünden kavramış bulunduğuna bu konferanslar sayesinde şahit oldum. Ve yine bu konferanslar sayesinde, kelâmı, aksiyon eşiğine kadar sürmenin fetih çapında başarısına nail oldum. En aşağı bir buçuk milyon tahmin ettiğim, yaşları 24-25 arası Anadolu gençliği sadece demetlenmesini bekleyen buğday yığınları halinde muazzam bir hasat manzarası arz ediyordu. Bu başarıyı gördükçe, eserini yazıdan ziyade kelâma dökmeye koyuldum ve sonunda 5-6 cilt doldurabilecek ve davâmızı her yönü ile gösterecek bir söz bütününe sahip olmanın saadetine erdim. Bu eser teyplerden toplanarak bir kül halinde ve pek yakında harflere dökülecektir.

    Bu mevzuda son söz olarak gaye ve tesiri kısaca şöyle belirtebilirim: Gaye, Anadolu gençliğini idealizmin mihrakı etrafında ve askerî bir nizam içinde derlemek, tesir ise, bu ihtiyaç ateşiyle yanan gençliği ümidimizin bin kat üstünde olarak görmüş bulunmaktır. Evet, aksiyon plânının sınır çizgisi üzerindeki hareket demek olan bu konferanslar, bize aynı ateşle yanmakta ve sadece demetlenmesini beklemekte bir Anadolu gençliği vâkıasını riyazî bir katiyetle göstermiştir. Yazılarımız, nerelere değdiğini göremediğimiz birer ok kabul edilecek olursa, konferanslarımız o okun ucunda birer göz olmuştur.

    Size, açıkça ve en halis kanaat edası içinde haber vereyim ki, bu konferanslar, ovalar mahsulü demetlenme noktasına kadar getirici bir başarı olmuş, fakat “demetleme” anlamından çıkarılacak kolaylık, belki zorlukların en büyüğü halinde karşımıza dikilip kalmıştır. Anlıyorsunuz; aksiyon çizgisinin yanıbaşına kadar gelebilirsiniz, fakat ondan ötesine gidemezsiniz.

    Tohum piyesinizi, bu saptamalarınızdan sonra yeniden yazmak isteseydiniz, Anadoluluyu daha başka biçimde belirler miydiniz? Bu farklar neler olabilirdi?

    Tohum benim Anadoluluda gördüğüm vasfın eseri değil, onun tohumundan beklediğim ağacın eseridir. Bu bakımdan ben bir realist portre yapmak yerine, idealist bir resim çizmekteyim Tohum piyesinde.

    Yazıp da henüz yayınlamadığınız yeni şiirleriniz, piyesleriniz, başkaca kitaplarınız var mı? Varsa ne zaman yayınlamayı düşünüyorsunuz? Genel olarak 1972 yılı çalışmalarınız?

    Beni, şiiri bırakmış veya ihmal etmiş sananlar ruh makinamın nasıl çalıştığını bilmedikleri için, daima yanılmışlardır. Benim ruh makinamda bir çok oluktan şu, bu akarken, şiir, onun hususi bir vazosunda yavaş, fakat devamlı bir birikme halindedir. Bu bakımdan pek yakında meydana çıkaracağım, bir çoklarına çarpıcı görüneceğini sandığım çalışmalarım var. Bu arada, 32 parçası yazılmış ve yayınlanmış bulunan Mevlidin geriye kalan 31 parçasını da tamamlamak yolundayım. Bir de, bu zamana kadar aşk ve muhabbet kutuplarımıza ait kaleme aldığım tarih hükmü getirici eserlerin yanında buğz ve nefret kutbumuzu canlandırıcı bir eser üzerindeyim ki, bu eserin gözümde değeri, öteki bütün eserlerime denktir desem mübalağa etmiş olmam.

    Onurla itiraf etmeliyiz: Bizim üstadımızsınız. Tarih bilinci içinde düşünmeye sizinle ulaştık. Getirdiğiniz eleştirisel ölçülerle yabancılaşmaya yiğitçe karşı koyuyor uygarlığımızı savunuyorsunuz. Uygarlığımızın savunulmasına değgin sağcı hareketin gelişmesinde büyük payınız var. Bunu söylemek, yazmak borcumuzdur. Aydınlarımızın, uygarlığımızı yeniden anlamaları, bir tarih süreci içinde terk edilmiş görülen değerleri yeniden savunmaları için bir ortam oluşturdunuz. Bu ortamda ülkünüze bağlı bir gençliğin yetişmiş olmasını görmek size nasıl bir umut veriyor?

    Eğer şu anda sırtımda taşıdığım senelere rağmen, hâlâ bir hayat şevki belirtiyorsam, bu ancak Allahın bana ebedi bir lutf olarak bahşettiği böyle bir gençliğe maya tutturmuş olduğumu görmekten geliyor. Eğer kutuplardaki buz dağlarını bir değnek darbesiyle altuna çevirebilecek bir simyager olsaydım ancak nişat kelimesiyle ifade edebileceğim saadet hissi, böyle bir gençliğin kımıldanışı karşısında duyduğum saadete denk olmazdı.

    Bu gençlik bir çok “olmazlar”, “olamazlar”, belki de “olamayacaklar” içinde, bir “olur”, “olabilir”, “olacak” müjdesini getirmiştir. Bu bana yeter.

    Yarın, büyük ilâhi muhasebe gününde, bu gençlerden iki örnek, sağ ve sol elimden tutacak olursa Allah’ın bana “Geç!” demesini umarım.

    Ben, kemiyetlerin değil, keyfiyetlerin vurgunu olduğuma göre, benden sonra tohumunu kendi oğluna geçirebilecek ve tohumunun tahlili bizim laboratuarımızdan halislik raporu alabilecek tek genç ortaya çıkınca, kendimi vazifesini tamamlamış bir insan sayabilirim ve ölümü rahatlıkla karşılayabilirim. Tek gençte belirttiğim bu keyfiyeti, siz, milyonlarla çarpabilirsiniz. “Bir”i bulduktan sonra, sayısızı elde etmek, sadece bir amelelik işidir.

     

    Yavuz Ertürk alıntıladı


  6. Bu ne süpriz. Tebrikler yönetime. İnşallah hayırlısıyla üstesinden gelinir. Yalnız saat kaçta, bu kültür merkezi tam olarak nerede kalıyor? Biraz daha tafsilatlı açıklama yapılırsa sanırım ulaşım daha kolay olacaktır. Burası bize çok şey kattı, bir vefa emaresi olarak inşallah orada olmamız lazım, yani ikramlar ve kitap bahane. Umarım hatrı sayılır bir kalabalık elde edilir.

     

    Tüm yönetimi haddim olmayarak kutlarım. Rabbim nice muvaffakiyetler nasip etsin.


  7. Sanal konjonktürün herşeyi peşine takıp sürüklediği, tefekkür yerine “malumatfuruşluk”ların ikame edildiği bir ortamda, bir mayıs ayında daha Necip Fazıl’ı “zoraki” hatırlıyoruz..

     

    Adeta “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalar”ı andıracak türden “anma mutfağında acaba kim var?” ticari pişkinliği içerisinde yaklaşımlarla “zoraki” hatırlanmaya çalışılan “mihrak-kutup şahsiyet”lerden biri de yazık ki Üstad..

     

    “Hatırlanmaya” çalışılıyor çünkü bütün bir ömrü boyunca “emzirdiği” ve “kaleminden ciğerine kan çekerek” beslemeye çalıştığı kuşaklar bugün, ruh varlığı tükenmiş “ihtiyar”lara mahsus bir biçimde O’nu “hatırlıyor”.

     

    Oysa ki “hatırlama” ve “anma” yaşayarak ve yaşatarak olur. Hele sözkonusu Necip Fazıl olduğunda O’nun ruhaniyetine bürünebilmek müthiş bir cesaret ve liyakati de gerektirir.

     

    Oysa “adet olduğu veçhile” ritüel devam ediyor..

     

    Öncelikle Necip Fazıl’ı belli yıllara, aylara, günlere veya anlara “hasretmek” onu “hapsetmek”le eşanlamlıdır.

     

    O’nu; O’nun deyimiyle “Ölüp de ölmeyenler” bağlamında ele almak gerekiyor.

     

    Yani Necip Fazıl; Anadolu coğrafyası üzerinde belli bir “fiziki tarih dilimi”nde yaşayan fakat muhtevası zamanüstü olan bir devrimci düşünce adamıdır.

     

    Cumhuriyetle birlikte yerli düşünce üretimi ilk defa Necip Fazıl’la ortaya çıkmıştır.

     

    En zor anlaşılması gerekenin en kolay anlaşıldığı veya anlaşılmaya ihtiyaç hissedilmediği bir ‘düşünce’ zemininde Necip Fazıl’ın ‘nasıl’ anlaşılması gerektiğine ilişkin değerlendirmelere kulak tıkanacağının bilincinde olarak gene de ‘Necip Fazıl nasıl anlaşılmalı ?’ veya ‘Necip Fazıl anılmalı mı anlaşılmalı mı? Sorusunu sormak ve buna uygun cevap aramak da gerekiyor.

     

    Bu Necip Fazıl’ı “doğru okuma”nın ve “doğru anlama”nın gereğidir.

     

    Necip Fazıl’a “Kimdir?” sorusuyla değil de “Kim değildir?” sorusuyla cevap aramak bugün içerisinde bulunduğumuz atmosferde onu tanımak için daha uygun düşebilir.

     

    Üstad; tek cümleyle “piyasaya düşenlerden” değildir. Yani fikri, ahlaki, edebi, estetik, tüm İnsani ve İslami değerlerin “kullanıcılar eliyle ticarileştirildiği” piyasaya düşenlerden değildir. Aksine böyle bir piyasanın oluşmaması için O; “zemin kurutucu”ydu.

     

    Ölçüsüz, duygusuz, öfkesiz, muhabbetsiz mankafa tesellisi içerisinde olan “Müslüman Aydın”lardan, “Sivil İslamcı Aydın”lardan değildir.

     

    Aksine O; Müthiş bir mes’uliyet ve mükellefiyetin idraki içerisinde;

     

    “Ben sırtında taşıyan işlenmedik günahı;

    Allah’ın körebesi, cinlerin padişahı..

    Ben usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların,

    Ben tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların..

    Ben, kutup yelkenlisi buz tutmuş kayalarda

    Öksüzün altın bahtı yıldızdan mahyalarda...

    Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal,

    Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal..

    Ben ben ben haritada deniz görmüş boğulmuş

    Dokuz köyün sahibi dokuz köyden kovulmuş...”

     

    İnanarak yaşayan, yaşayarak hisseden bir “çile” adamı idi.

     

    Necip Fazıl; Osmanlı sonrası bir “ilk” tasarımcılığı denemeye çıkıyor ve bunu da başarıyor. Bu tasarım: Osmanlı bakiyesi olan Misak-ı Milli sınırları içerisinde inşa edilmesi gereken bina tasarımıdır. İşte Necip Fazıl bu inşanın mimarlığını üstleniyor, kendisine misyon biçiyor. Projesinin adını da BÜYÜK DOĞU olarak isimlendiriyor.

     

    Bu bir toplumsal hayat projesidir. Bunun güncel deyimle “Toplum Mühendisliği” ile ilgisi yoktur. Kendi deyimiyle: “içinde dört mevsimin kaynaştığı bir sistem örgüsü”dür.

     

    Necip Fazıl’ı bu temel misyonu üzerinde değerlendirmek gerekiyor.

     

    Ne diyordu?:

     

    “Her birinin kitabı halinde, arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da; Mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş Sahtekarlardan kitap istemiyoruz”

     

    O; şiiriyle ne yapmak istediyse tiyatrosuyla da, hikayesiyle de, bütün eylemleriyle de onu yapmıştır.

     

    Yani Necip Fazıl ne İngilizlerin Şekspir’idir, Ne Almanların Goethe’sidir, Ne Rusların Puşkin’idir, Ne Fransızların Bodler’idir... Bütün bu edip ve düşünürlerin edebi fonksiyonlar da ülkemiz şartlarında içinde olmak üzere; bütün bunları tek bir “ödev ve görev”in icra ve ifası için yerine getir Necip Fazıl.

     

    Bu misyonunu da şöylece ifade ediyor:

     

    “Biz, cebimizde kaybettiğimiz güneşi el yordamıyla başka iklimlerde arıyoruz.” diyor. Buradan yola çıkarak bu misyonla mütenasip devrimci ve evrimci kişiliğinin ön plana çıktığı bir Necip Fazıl görüyoruz.

     

    “Devrimci ve Evrimci”.. Kelimelere takılmamak kaydıyla söylemek gerekirse; Necip Fazıl hem Evrimci aynı zamanda da Devrimci düşüncenin ve eylemin adamıdır.

     

    ...............

     

    Necip Fazıl’ın bir ömür kavgasını vereceği, bu kavganın kendisinden sonra da devam etmesini vasiyet ettiği bir mısrası vardır: “Ustada kalırsa bu öksüz yapı Onu sürdürmeyen çırak utansın.”

     

    Gene bir şiirinde: “Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı..” diye belirttiği....

     

    “Necip Fazıl” derken, herkesin ister istemez ilk planda tebessüm ettiği, ondan korkunç tatlar, zevkler aldığı bir kişilik görüyoruz. Bunun ötesinde de bu zevkin hakikaten içsel olarak insana dayatmak istediği bir sorumluluk bilinci de vermesi gerekiyor. Böyle bir sıkıntıyı, böyle bir ben şuurunu, gene onun tabiriyle “benim olmadığım yerde kimse yoktur” bilincini O’na bağlılık iddia edenlerin kuşanması gerekiyor.

     

    Bugüne kadar “benim olmadığım yerde kimse yoktur” bilincinin fazlaca geliştiğini söyleyemeyiz.

     

    Niçin gelişmemiştir?

     

    O’nun ifadesiyle “bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor”

     

    Necip Fazıl, kalabalıkların kendisinden anlık zevk aldığı bir insan olarak algılanmıştır. Bugün görüyoruz ki; O’nun geçmişte söylemiş olduğu veya bugüne ilişkin (yaşadığı zamanda) söylemiş olduğu şeyler, ortaya koyduğu tarihsel tezler gerçekten bugün bizim yani özelde sadece İslami kesimin değil, Türkiye’de ortalama aydın, bürokrat, teknokrat çevrelerin de adeta tek canhıraş feryat halinde “Ülke ne olacak?” sorusuna karşı verebilecekleri cevap, getirebilecekleri çözüm tarzında bile ortaya çıkmaktadır.

     

    Örneğin Gazi Üniversitesi’nde Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında yönettiği, hatırı sayılır düşünce adamlarının katıldığı bir açık oturum vardı. Burada önemli tezler ortaya konuldu, tartışıldı. Ana başlıklar halinde; “Tarihimizle Barışmak”, “Ceberrut Devlet anlayışından kurtulmak”, “Redd-i Miras” kavramları gündeme gelmişti.

     

    Necip Fazıl, yıllar önce bugün konjonktürel dayatmalarla tartışılan bu ve daha birçok konuların “niçinini, ne olduğunu ve nasılını” ortaya koyan ve doğru istikametlendiren fikir diyalektiğini örgüleştirmişti.

     

    Bugünün Müslüman bilinci; dünün Necip Fazıl’ı belli aralıklarla ‘anma’nın ötesine geçmelidir.

     

    Necip Fazıl’ı yılın, ayın veya günün belli bir anında hatırlanması ve ‘ölü arkasından ağıt’ tarzında anmak O’nun manasını, misyonunu anlamamak demektir.

     

    Anma bir anlamda ‘donma’dır da.

     

    Necip Fazıl ÜTOPYASI olan adamdır. Yani projesi, gelecek alternatifi, manifestosu olan adamdır!

     

    ‘Proje’ söylemlerinin ortalığı toz dumana kattığı ve ‘projeci’liğin özgül ağırlığının kalmadığı, hele hele ‘ısmarlama’ malumatfuruşlukların ‘proje’ olarak sunulduğu bir konjonktürde Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü ve etrafında dokuduğu birikimle nasıl bir proje ortaya koyduğunu anlayabilmek zor olsa gerek..

     

    Necip Fazıl; hiçbir zaman bağlamlarından, referanslarından, hayattan kopuk SOYUT MÜCADELE yöntemleri, soyut ideolojik şablonlar, soyut toplumsal projeler teklif etmedi. O’nun teklif ettikleri ‘olunması gereken’e ve ‘yaşamaya dair’dir.

     

    Necip Fazıl’ın şairliği onun düşünce adamlığı’nı örtmüştür. Yani O’nun şiirinin büyüsü, insanları şiirinin bağlı olduğu iklimin haritalarına bakmaktan alıkoymuştur. Her düşünce adamında mutlaka bulunması gereken ‘şairane tavırlar’ın çok ötesinde (en ulvi mücerretle en adi müşahhas arası) bir ‘şair tavrı’dır Necip Fazıl’daki tavır..

     

    Büyük bir düşünce adamının; “Çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir..” ölçülendirmesi veya İdeolocya Örgüsü’ndaki tanımla: “Olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi..” Ve bu işin işçisi olarak Necip Fazıl’ın anlamı ve fonksiyonu özetlenebilir..

     

    Aynı şekilde O; fikirde ne yapmak istediyse şiiriyle de onu yapmak istedi: “ Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız bir sınıfın destanı.. Halbuki o; belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin, çilekeş entelektüelin şiiri.. Yirminci asır entelektüeline bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri... Bu kadarını anlayan yok.. İnsan çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?..”

     

    Bir Mayıs ayında daha Üstad ‘anılacak’‘, arkasından ağıtlar yakılacak, ‘Ne büyük deha olduğu’na ilişkin serenadlar yapılacak. Bir besteci Schuman için: “Ben bu büyük sanatçının eserleri ile arınıyorum, tazeleniyorum, güçleniyorum.." diyor. Soralım ve kendi iç dünyamızda cevap verelim: Necip Fazıl’ın bu manada kim anlıyor?

     

    O şunu teklif etti: “Eğer bu davayı bütünleştirebiliyorsak, bizi ayakta dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak maskaraların akıbetine mahkum ediniz!”

     

    Her ikisi de olmadı, olamadı ! Niçin? O’nun büyüklüğü ile muhataplarının küçüklüğü arasındaki ‘çap’ farkından..

     

    Bir kahin üslubuyla anlamamak kaydıyla söyleyelim ki: Tek bir şey yapılmayacak: (Kendi ifadesiyle):

     

    “Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı!”

     

    O’ndan okuyoruz: “Dava ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi onun üstüne çıktığı anda yıkılır! Eser ne kadar büyük görünürse görünsün, müessir onu aşar aşmaz ebedi bir dava yerine fani bir şahıs etrafında toplanmış olmak tehlikesi baş gösterir ve şahıs ortadan kalkınca dava da güme gider!”

     

    Bu anlamda Necip Fazıl ‘Ölüp de ölmeyenler’ den olarak ‘anılması gereken’ değil ‘anlaşılması ve yaşaması gereken’ mana ve muhtevayı işaret etse gerek...

     

    O; tarihsel ve toplumsal dokumuzun içinden süzülmüş sağlam ve berrak bir “lügat, anlayış ve yaşayış” tarzı teklif etti..

     

    O; gerçek bir Veli’nin nasıl olması gerektiğini sadece tarif etmedi, aynı zamanda bir alp-eren tavrıyla gösterdi..

     

    Kendisiyle “davası” adına en küçük bir “müşterek” nokta bulduğu herkesle hemhal oldu..

     

    O’nda herşey yerini, her yanlış doğrusunu bulmuştur..

     

    O; nefret ve muhabbetin şaşmaz ölçülendirme mihrakını “Allah ve Resulü” bilen adamdır.

     

    O’ndaki mağrurluk temsil ettiği fikrin, İzzet de temsil ettiği mananın ifadesiydi..

     

    O ilk defa; en temel mesele olarak “Dünya görüşü” eksikliğini ihtar eden, gösteren ve ortaya koyandır. Öyle ki; 1939’da “Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malum bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır” diyordu. Peşinden müthiş bir mükellefiyet idraki içerisinde “Doğsun BÜYÜK DOĞU benden doğarak” diyerek bunun İdeolocyasını ortaya koyuyordu..

     

    O; “zorlu zamanda” “Zorlu ve Doğru yaşadı”...

     

    Yahya Düzenli


  8. Bilmiyorum rivayet ne derece sahih, futbol anlayışının ilk, Hz. Hüseyin efendimizin mübarek başları Kerbela'da kesilince ayaklar arasında birbirlerine atıyorlar ve futbol denen meret neşet ediyor. İsrailiyat da olabilir.


  9. Tek tip Müslüman Olmaz

     

     

    Bazı sektler tek tip Müslüman yetiştirmek için çırpınıyor. Böyle bir şey İslam'ın ruhuna aykırıdır.

    İslam dini çeşitlilik realitesini kabul eder.

    Peygamberimiz "Ümmetimin çeşitliliği geniş bir rahmettir" buyurmuşlardır.

    Müslümanların, çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik oluşturmaları gerekir.

    Tek tip Müslüman yetiştirmeye uğraşan nice sekt var ki, Ümmeti bölüyor da farkında değil.

    Abbasî Halifesi Harunürreşid İmamı Mâlik hazretlerine "Bütün Müslümanları Mâlikî yapmak istiyorum" dediğinde büyük İmam bunu kabul etmemiştir.

    İnsanların hepsini bir tek kan grubunda toplamak mümkün müdür? Elbette değildir.

    Dört hak mezheb olmasında nice hikmetler, kolaylıklar, rahmetler vardır.

    Müslümanlar arasında (olumlu) meşreb farklıları hep olagelecektir.

    Asr-ı Saadet'te Resûl-i Kibriya Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) zamanında da meşreb farklılakları vardır. Ebu Zer Gıfârî ile Abdurrahman ibn Avf'ın meşrebleri başkaydı. İkisi de muhteremdi, ikisi de büyük mü'mindi. (Allah onlardan razı olsun)

    Gerçek tasavvuf tarikatlarının hepsi "Tarikat-ı Muhammediyedir", isimlerinin değişik olması meşreblerindendir. Usûlde, esasta, temellerde hep birdir.

    Hangi mezhepten, tarikattan, cemaatten, meşrebten olursa olsun bütün Müslümanların müşterek değerleri vardır. Bunlar kabul edilirse, çeşitlilik içinde birlik hasıl olur.

    Bu değerler hangileridir? Sayayım:

    1. Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim. Bütün Müslümanların, Kitabullahın doğru yorumu üzerinde birleşmeleri gerekir.

    2. Resulullahın Sünneti.

    3. Sahih itikad.

    4. Fıkıh.

    5. Şeriat.

    6. İslam ahlakı.

    7. İmamet/Hilafet.

    8. Ümmet.

    9. Adalet.

    10. Ehl-i Sünnet ve Cemaat.

    11. Sevad-ı Âzam.

    Şu veya bu meşrebe sahip olmak bir nasip meselesidir. Kur'ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlakına, zaruriyat-ı diniyeye aykırı tarafları olmamak şartıyla Müslümanın birinin (A) tarikatından, diğerinin (B) tarikatından olmasında beis yoktur.

    İslam'da üstünlük şu veya bu mezhebe, tarikata, cemaate mensup olmakla değil, taqva ile ölçülür.

    Bütün tarikatların, cemaatlerin, grupların ana vazifesi, müntesiplerini (bağlılarını) yukarıda sayılan 11 ana prensibin dairesinde yetiştirmek, bulundurmak, terbiye etmek, olgun Müslüman yapmaktır..

    Hangi cemaat tashih-i itikad konusunda daha hassas, daha şuurlu ise o konuda o üstündür.

    Dinde bid'at çıkartan, Kur'anı ve Sünneti re'y ve heva ile yorumlayan bütün cemaatler bozuktur.

    Bağlılarına beş vakit namazı emr etmeyen ve dosdoğru -kıldırtamayan bütün cemaatlerde bozukluk vardır.

    Müslümanların zekatlarını Kur'ana, Sünnete, fıkha, Şeriata aykırı olarak toplayan ve aykırı olarak sarf eden bütün cemaatler vahim bir yanılgı ve günah içindedir.

    Müsbet çeşitliliği kabul etmemek, ufuk darlığındandır.

    Cemaatler, tarikatlar içinde elbette bir disiplin olacaktır ama öteki meşreblere asla rakip ve düşman olarak bakılmayacaktır.

    On dokuzuncu asırda hem Mevlevî, hem Nakşî hilafet ve icazetine sahip şeyhler bulunmuştur.

    Yine bundan yüz küsur yıl önce İstanbul Çarşamba Murad Molla Nakşibendî tekkesinde haftanın muayyen günlerinde Mesnevî-i şerif okunurmuş.

    Yakın tarihimizde Çin diktatörü Mao, ülkesindeki bütün halkı tornadan çıkmış gibi tek tipe, tek kalıba, tek elbise içine sokmak istemişti ve elindeki korkunç imkanlara ve çok sayıda insanı ezmesine ve öldürmesine rağmen başarılı olmamıştı.

    Çeşitli meşreblere mensup Ehl-i Sünnet Müslümanları birlikte sevgi ve saygı duyguları içinde hizmet edebilmelidir.

    Sohbet edebilmelidir.

    Namaz vakti geldiğinde, içlerinden en ehil olanını imam yapıp cemaatle namaz kılabilmelidir.

    Birinin Nakşî, diğerinin Kadirî olması,

    Birinin Risale-i Nur talebesi olması,

    Birinin herhangi bir tarikata veya cemaate bağlı olmaması gibi farklılıklar, çeşitlilikler normal görülmelidir.

    Onların müşterek/ortak bağı İslam ve iman kardeşliğidir.

    Müslümanların meşreb, cemaat, tarikat yüzünden kavga etmeleri, birbirlerine düşman olmaları haramdır.

    Ölçü şudur:

    (Eğer Kur'ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlakına uygunsa) "Benim tarikatim, cemaatim çok iyidir" denilebilir ama öteki cemaat ve tarikatlar aleyhinde tek söz edilemez. Onların da iyi olduğu kabul edilir.

    Hiçbir cemaatin ve tarikatin, başındaki zatı erbab haline getirmeye, putlaştırmaya hakkı yoktur.

    Hiçbir şeyh ve başkan mâsum (günahsız) ve hatâsız değildir.

    Şeyhlerin, başkanların günahsız olduğuna inanmak korkunç bir bid'attir ve kişiyi dinden çıkartabilir.

    İsmet sıfatı sadece Peygamberlere (aleyhimüsselam) aittir.

    Tasavvuf ve tarikat düşmanlığı, Vehhabîlerin ve neo-selefîlerin aşırılıklarındandır.

    Birtakım cahillerin, sahte şeyhlerin, sahte müridlerin sözleri ve hareketleri yüzünden gerçek tarikatlar kötülenemez. Böyle bir şey haksızlık olur, adaletsizlik olur.

    Gerçek tarikat büyükleri, İslam'ı hayata en iyi uygulamış kimselerdir.

    Kendilerinden başka herkese kafir ve müşrik diyenler, mü'minleri tekfir ettikleri için kendileri kafir olur.

    Tarikatlardaki zikirlerin ve merasimlerin fetvası ve ruhsatı verilmiştir.

    Bunları kabul etmeyen etmez ve yapmaz ama fetva ve ruhsat ile yapanlara da dil uzatmaz.

    Sahih/doğru, makbul, geçerli bir imana sahip olan herkes, (aralarında meşreb ve mezhep farklılıkları da olsa) kardeştir. Bu kardeşlik Allah tarafından kurulmuştur.

    Bu kardeşliği bozanlar, zedeleyenler, kopartanlar, kardeşlerin arasını açanlar, kendi meşrebinden olmayanları rakip, hattâ maazallah düşman gibi görenler günahkardır, merduttur.

    Türkiyede tek tarikatin, tek cemaatin hakim olması için çalışanlar boş bir hayal peşinde koşuyorlar.

    Salih mü'min kardeşlerini bırakıp da kâfirleri dost ve veli edinenler sapıktır.

    Meşreb olabilir ama meşrebçilik yapılamaz.

    Genel davet dine, imana, Kur'ana, namaza, Şeriata, iyi ahlakadır.

    Cemaatlere ve tarikatlara genel davet yapılamaz.

    Can ciğer kardeş gibi olan iki Müslümanın birinin Nakşî, diğerinin Rufaî olmasını tabiî karşılamak gerekir.

    Nasip meselesi...

    Bütün Ehl-i Sünnet Müslümanlarının ehliyetli, liyakatli, âdil, âlim, idareci, liderlik sıfatlarına sahip, fedakâr, faziletli, ahlaklı, feragat sahibi bir zatı başlarına İmam-ı Kebir veya Halife-i Müslimîn olarak seçmeleri gerekir.

    Bu zatın da elbette bir meşrebi olacaktır ama kendisi her meşrebten, her mezhebten Müslümanların reisi olarak vazife görecek, meşrebler arasında ayırım yapmayacaktır.

    Şu hususu da belirtmekte fayda görmekteyim:

    İslam ahlakında meşreb, cemaat, tarikat reklamı yapılmaz.

    Bendeniz çok muhterem zevata, büyük ulemayla yetiştim. Onların tasavvufî intisapları vardı ama gizli tutar, söylemezlerdi.

    Mezhepleri, meşrebleri, tarikatları, cemaatleri din ile özdeşleştirmek, din gibi benimsemek yanlış olsa gerek.

    Üstünlük takva iledir. Kim daha takvalı ise Allah katında onun derecesi yüksektir.

    Takva kalpte olan bir cevherdir. Dıştan onu şu ölçülerle sezebiliriz:

    İlmi olan ve ilmiyle amel eden.

    Beş vakit namazı cemaatle kılan.

    Kur'ana ve Sünnete uyan.

    Ahlakı ve karakteri yüksek olan.

    Kendisinde ihlas alametleri bulunan.

    Nefsiyle büyük cihad eden.

    Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan.

    Büyüklere hürmetli, küçüklere şefkatli ve merhametli olan.

    Mütevazı olan.

    Zühd ve kanaat ile yaşayan.

    Ucu Resullerin Seyidine ulaşan bir silsileye sahip olan.

    İcazetli olan.

    Gıybet ve tecessüs etmeyen, diğer lisan afetlerinden uzak duran.

    Parayı sevmeyen.

    Cenab-ı Hak biz mü'minleri ve Müslümanları kardeş kılmış, aramızda düşmanlığı, parçalanıp bölünmeyi, birbirimizle çekişmeyi haram ve yasak kılmıştır.

    Cümlemizi ıslah buyursun. Âmin.

     

    14.04.2012


  10. Mübarek’in, Kaddafi’nin, Bin Ali’nin Esed’in iki lafından biriydi bu kendimize özgü sistem ve antiemperyalizm, ne oldu? Kültürel rölativizm ve Üçüncü Dünyacılık zulme perde yapıldı Ortadoğu’da.

     

     

    Suriye meselesi ile birlikte İslamcı camia içerisinde belirginleşen ve anti-emperyalizm söylemi ile savunulan 3. dünyacı yaklaşımlara yönelik Taraf gazetesi Ramazan Rasim’in yorumu:

    Üçüncü Dünyacılık imanın kaçıncı şartıdır

    Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in gençleri Tahrir Meydanı’na çıkmadan İhvan’ın büyük ağabeylerinden izin istemişler. Önce buna sıcak bakmayan büyük ağabeyler düşünmüş taşınmış, biraz da küçümseyerek “eh yapın bari sıkılıp bırakırsınız zaten” diyerek izin vermiş.

    Sonra o gençler meydanlara çıktı, dünyaya ilham oldu, modern zamanlar Firavun’unu devirdi. Şimdi o büyük ağabeyler o devrimin meyvelerini toplamak için birbirine düşmüş durumda.

    Bugünlerde bazı İslamcı mütefekkirlerin güncel meselelerle ilgili değerlendirmelerine bakıyorum da aynı basiretsizliği görüyorum.

    Önce büyük bir kibirle Arapların başlarındaki tağutlardan kurtulmasını tek bildikleri dış güçlere bağladılar. Bu coğrafyadan aktör çıkmaz, bir taş devriliyorsa mutlaka arkasında başka bir güç vardır gibi özetlenecek oryantalizmin Bernard Lewis’in bile aklına gelmemiş ileri bir aşamasından değerlendirmeler okuduk dindar kalemlerden. Kaddafi’ye mersiye yazanlar, devrim yapan halkları vatanlarına ihanetle suçlayanlar...

    Derin ve az bilinen değerli İslam düşünürü Atasoy Müftüoğlu “Arap Baharı’nda neden antiemperyalizm yok” bile dedi. Kaddafi’de, Mübarek’te Saddam’da antiemperyalizm vardı da ne oldu hocam diye soran çıkmadı.

    Son olarak değerli İslamcı düşünür, haliyle de herkese örnek Sezai Karakoç’un Suriye üzerine söylediklerini okudum. “İyi ki Sezai Karakoç var” başlıklı bir Ruşen Çakır yazısında diyeyim gerisini siz anlayın.

    Esed bir yıldır protestolar için sokağa çıkan masum halkına ateş açıyor. Yaklaşık 7000 sivilin öldüğü söyleniyor. Siz hiç bu bir yıl içinde Sezai Karakoç’un çıkıp bir şey dediğini duydunuz mu? Ben duymadım. Şimdi bu zulme dur diyebilmek için hükümet elini taşın altına sokmaya çalışırken Diriliş Partisi’nin İstanbul İl Başkanlığı’nda basın toplantısı düzenlemiş.

    (Tevazuu ve kanaatkârlığıyla meşhur bir büyük şair ve mütefekkirin niye böyle bir tabela partisinde ısrarcı olduğunu hiçbir zaman anlamadım, o ayrı.) Şöyle demiş Karakoç üstadımız:

    “Şimdi Batı bize diyor ki, Suriye’de kötü bir yönetim var. Orada halk ile devlet arasında problem var, masum insanlar ölüyor. Bu işi siz halledin, siz çözün, insanların ölümünü seyir mi edeceksiniz? Şüphesiz Müslümanlar asla seyir etmez, ama bu meselenin çözümü silahla olmaz. O yönetimi uyaracak olan kılıç değil kalemdir. Çünkü kılıç ile girdiğiniz takdirde halk ile karşı karşıya gelecek ve siz yine masumları öldürmek zorunda kalacaksınız. İşte bu size kurulmuş bir tuzaktır.”

    Sonra da şöyle diyor:

    “Bugün Türkiye çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyadır. Şimdiye kadar Müslümanların başına gelen zulümlerde hiçbir zaman Batı Türkiye’ye gel sen buna karış dememişti. Tam tersine kendisi işgal ettikten sonra, gel bize destek gücü ver demişti. Afganistan’da Bosna’da böyle oldu. Katliamlar olurken bizi sokmadılar, katliamlar oldu, bitti kendileri girdiler ve destek için çağırdılar.”

    Önce Suriye’deki yönetiminin kötü olduğunu Batı’dan öğrendiyseniz çok yazık. Batı diyor diye şüpheyle bakıyorsanız daha da yazık.

    İki paragraf arasındaki büyük tenakuzu gören gözler görmüştür.

    “Katliamlar olurken bizi Bosna’ya sokmadılar”dan sonra Suriye’deki katliama müdahale mevzubahis olunca “Bu iş silahla olmaz kalemle olur bu bir tuzaktıra”a atlatan tenakuzdan bahsetmekteyim.

    Sevgili üstadımız şunu mu diyor: “Müslüman Müslüman’a zulmederse ancak kalemle araya girilir, buna müdahale etmek Batı’nın tuzağına düşmektir ama gayrımüslim Müslüman’a zulmediyorsa önce biz girelim oraya.”

    Peki, nedir bu büyük mütefekkiri böyle vahim bir tenakuza düşüren şey?

    Kimse kusura bakmasın ama İslam’ın evrensel kavramlarıyla değil Soğuk Savaş döneminin eskimiş kavramlarıyla düşünmekte ısrar etmesidir. Yine kimse kusura bakmasın bu “Biz bize benzeriz” diyen Kemalizm’in İslamcasından başka bir şey değildir.

    Diriliş Partisi’nin tüzüğünün girişinde demokrasiye bayağı bir çaktıktan sonra şöyle diyor üstat:

    “Hiç kuşku duymuyoruz ki, bir gün, insanlığın gerçek mutluluk yönetimine kavuşturulması başarısı, demokrasi deneyimini de gözönünde tutmak suretiyle, engin geçmişinden öz, kök ve hız alan, milletimizin nasibi olacaktır.”

    Niye üstadım? Niye bu bizim milletimizin nasibi olsun. Daha doğrusu olmak zorunda mı? Bizim milletimizi diğer milletlere üstün kılan nedir? Takvadan başka bizi ne üstün kılar?

    Mübarek’in, Kaddafi’nin, Bin Ali’nin Esed’in iki lafından biriydi bu kendimize özgü sistem ve antiemperyalizm, ne oldu? Kültürel rölativizm ve Üçüncü Dünyacılık zulme perde yapıldı Ortadoğu’da.

    Geçenlerde Harp Akademileri’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bunu şahane ifade etti: “Bu halk hareketleri, İslam’ın demokrasiyle uyumlu olmadığını iddia eden ‘siyasi oryantalistleri’ de, ‘biz başka bir kültüre aidiz’ kisvesi altında halklarını insan haklarından, demokrasiden ve cinsiyet eşitliğinden mahrum bırakan ‘kültürel rölativistleri’ de hayal kırıklığına uğratmıştır.”

    Üstat Sezai Karakoç siz de bizi hayal kırıklığına uğratıyorsunuz. Ama korkarım şu değerlendirmeleriniz ezkaza Arapçaya çevrilirse o tevhidini savunduğunuz ümmeti hayal kırıklığına uğratacaksınız.

     

    Taraf/Ramazan Rasim


  11. Keşke Büyük Doğu Yayınları da Büyük Doğu Dergisi'nin ilk sayısını dağıtsa... Karşı cenah böyle çalışırken... Bizim cenah...

     

    A gönüldaşım bir güzel o dergiyi parayla satmak, milli mirasın (Üstad'dan bize kalan evet milli mirastır, kimse tekeline alamaz! ama Cağaloğlu'nun tutumu ortada) tacirliğini yapmak varken meccanen dağıtmak ha? Gülünç. Bir gün bir adet topluluk görürsünüz, elinize sıkıştırılmaya çalışılan kitapçıklar, dergiler, bedava gazeteler görürsünüz;

     

    Onlar ya İlhan Selçuk, yahut Nazım Hikmet ya da çağdaş yaşam yaverleridir.

     

    Hakiki davanın adamları aşktan mahrum, sahte izme gönül verenler aksiyona malik.

     

    Acı.

    • Like 1

  12. "Benim yaptığım bu ebediyet suvarilerinin büyük kervanına topal ayağiyle katılmış bir köpekcik rolüdür."

     

    Rabbim ne mütevaziliktir bu.. Üstad'a atfedilen kibir, gurur adamı yaftalarını diline dolayanlar bu sözden haberdar mı acaba?

     

    Sonsuzluk Kervanı, "peşinizde ben,

    Üç ayakla seken topal köpeğim!"

    Bastığınız yeri taş taş öpeyim.

    Bir kırıntı yeter, kereminizden!

    Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...


  13. http://www.youtube.com/watch?v=LM1T2rzccBs&feature=related

     

     

    Arkadaşlar yarım saattir izliyorum. Ya oturduğum yerde zıp zıp zıplıyorum resmen adama bak. Tıpçıymış, akıl ve senede dair delillermiş. Efendimiz vefat ettiklerinde geride vekil bırakmamışmış. Mısıroğlu hocam nasıl da sabrediyor ama. Adamın böyle sakin durup yılan gibi fıslaması yok mu? Az konuşur ama öz konuşurmuş beyfendi. Ay suratına bir tane Osmanlı şamarı indirmek vardı. Rica ederim vakit ayırınız. Bayağı istifade edilecektir eminim.

    • Like 3

  14. Karşı cephenin bakış açısını seyretmeye devam;

     

    'Atatürkçü olmayı hakaret sayan' Mümtazer Türköne istifa etti

     

     

    342213-3-4-deed6.jpg

     

     

     

     

    Tayyip Bey’den milletvekili yapılmayı bekleyen, ama umduğunu bulamayan Mümtazer Türköne, Cumhurbaşkanlığı eliyle Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na atanmıştı.

    Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu ataması epeyce tepki çekmişti.

    Mümtazer Türköne’ye en ağır tepki, CHP Genel Başkanı Kemel Kılıçdaroğlu’ndan gelmişti.

    “Atatürkçülüğün bir tür cehaleti, kifayetsizliği, ilme ve fikre uzaklığı bağnazlığı gizlemek için icat edilmiş bir maske olduğunu, uzun yıllar boyu tecrübe ederek öğrendim” diyen Kılıçdaroğlu,Türköne’ye seslenmişti:

     

    “Ve şimdi bu kişi Atatürk’ün ismi olan bir kuruma yönetim kurulu üyesi olarak atanıyor. İnsanda biraz vicdan olur, ahlak olur, insanda biraz tarihe saygı olur. İnsanda biraz Mustafa Kemal’e saygı olur. Şimdi ben merak ediyorum bu kişi orada nasıl görev yapacak. Eğer bu sözlerinin arkasındaysan sen oradan istifa etmek durumundasın. İstifa etmiyorsan kusura bakma seni adam yerine koymazlar. Ya sözlerinin arkasında dur ya da o görevden ayrıl.”

    *****

    Mümtazer Tüköne, pazartesi günü Balçiçek İlter’in "Söz Sende" programında bardağı taşırdı.

    "Kendinizi Atatürkçü olarak tanımlar mısınız?"

    "Atatürkçü olmayı hakaret sayarım"

    Bunun niyesinin nasıl açıkladığına bakalım:

    "Atatürk'ü Atatürkçilerin elinden kurtarmak lazım. Atatürkçülük denen şey 1930'ların İtalya'sının, faşist İtalya'nın taklidi midir? Hiç sorgulamadan? 1938'den bu yana gelen bir uygulama. Mesela Atatürk şiirlerinde sorunlar var. Rezalet çoğu. Oturup bunları elemek lazım. Genellikle tekerleme gibi. Atatürk büstleriyle ilgili de sorunlar var. Çocukları korkutuyor bu büstler. Atatürkçülük bir darbe ideolojisidir. Atatürk'ü tacirlerin elinden kurtaracağım." (Bkz.http://blog.milliyet.com.tr/mumtazer-turkone-demis-ki--ataturkculugu-hakaret-sayarim-/Blog/?BlogNo=341845

    ******

    Mümtazer Türköne, geldiği gibi gitti; geride sorular kaldı:

    Cumhurbaşkanı, Kılıçdaroğlu’nun da vurguladığı gibi “azılı Atatürk düşmanı” olana bu adamı niye Atatürk adını taşıyan kuruma atadı?

     

    "Atatürkçü olmayı hakaret sayarım" diyen biri, o kuruma atanmayı niye kabul eder?

    Türköne, istifa etmekle onurlu bir tavır mı sergilemiştir?

    Türköne, atandıkları makamları hak etmediği halde o makamlardan istifa etmemekte direnenlere göre, daha mı tutarlı mıdır?

    Atatürkçülük’e her türlü hakareti yapan Türköne, doğru yapmış, Atatürk adını taşıyan kurumdan istifa etmiştir.

    Türköne’nin istifası, belli kurumlara atanacak kişilerin çok iyi seçilerek atanması gerçeğini bir kez daha ortaya koymuştur.

     

    Herkes, Mümtazer Tüköne olamaz!

     

    TURGUT ÇELİK/ Mersin


  15. Kemalist İtler Ürüdü

     

    Soyları kurumak üzere olan bir avuç Kemalist, Mümtazer Türköne'nin önünü keserek yasadışı sloganlar eşliğinde protesto gösterisi yaptı

     

     

     

     

    kemalist_itler_urudu_h219.jpg

    Bir grup Kemalist, Mümtazer Türköne'nin önünü keserek yeni atandığı görevinden istifa etmesi yönünde sloganlar attılar. Ellerinde M. Kemal'in resmini taşıyan gruba, Mümtazer Türköne'nin aldırış etmemesi kameralara yansıdı.

    Gruptan bazıları, Kemalizmin üzerindeki kanlar daha kurumadan, Mümtazer Türköne'nin geçmişteki Ülkücü kimliğini kastederek, "Senin geçmişin kanlı" diyerek bağırmayı da ihmal etmedi.

    Kimliği belirsiz Kemalist-Komünist yapımı grup Mümtazer Türköne'nin aracına binmesi ile dağıldı.

     

    http://www.buyukdogu.net/bd-haber/kemalist-itler-urudu-h219.html

     

    İnanmıyorum ya hale bak. Orta Çağ magandası diyorlar sayın Türköne'ye ama kendileri öyleler resmen eşkıyalık bu, kaçıncı yüzyıldayız canım?!

     

    Videoyu izleyin videoyu asıl süpriz orada. Tek kelimeyle yuhh!

×
×
  • Create New...